“Etrafı kadınlarla çevrili bir adaydı o. Ama iskelesine hiçbir geminin yanaşmasına izin vermedi… Hep bakir kaldı toprakları.”
Neredeyse unuttuğumuz, bir anlamda kurumaya bıraktığımız bir “Gürpınar” dan söz etmek istiyorum. Bizler, doğduğu günden itibaren gülmeyi hafiflik saymış bir ulusun çocukları olarak gülmeye, gülümsemeye onun satırlarını okuyarak başladık. Eski İstanbul yaşamının geleneklerini yansıtan belgesel değerindeki romanlarında; örneğin, “Şık”, “Şıpsevdi”, “Gulyabani”, “Mürebbiye”, “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç”ı okuduğumuzda o ince mizah hala dudaklarımızın kenarında bir tebessüm oluşturur.
1887’de Ahmet Mithat Efendinin Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazın yaşamına adım atan Gürpınar’ın, Batı uygarlığının yaşantısını taklit ederken gülünç duruma düşen insanları anlattığı ilk romanı “ŞIK” da aynı yıl bu gazetede yayınlanır ve daha ilk yapıtıyla dikkatleri üzerinde toplar. Buna kendi de şaşıran yazar nedenini Ahmet Mithat Efendi’ye sorduğunda şu yanıtı alır: “Oğlum,senin kafandan daha çok şeyler doğacakmış gibi görünüyor. Eserinin en büyük erdemi okuyanları kahkahalarla güldürmesidir.”
Evet, yazdığı sürece güldürmeye devam etti Gürpınar. Ama sadece güldürmek değildi maksadı. O, güldürürken düşündürdü, güldürerek eğitmeye çalıştı. Gürpınar, sanatı halkı bilinçlendirmek için bir araç olarak kullandı. Bu yüzden romanlarının önemli bir özelliği de toplumsal bir yergi taşımasıdır. İki yüzlü aile ahlakını, dini kötüye kullanan yobazları, birbirini aldatan eşleri, Batı’ya uyum sağlamak adına yapılan rezaletleri ince bir alay ve sade bir mizahi dille anlattı.
Eserlerinde anlatımı bölerek, olaylar ve kişiler üzerinde kişisel görüşlerini araya sokarak gereksiz ayrıntılara girmesi eleştirilere neden oldu. Ama o eserlerinde dönemin bilimsel tartışmalarına ve bilim, felsefeyle ilgili çeşitli konulara yer vermekten ve açıklamalar yapmaktan vazgeçmedi. Yazarın en çok bilinen ve okunan romanı Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç bu tür romanlar arasındadır.
Eserde 1910 yılında dünyadan da gözlemlenen Halley Kuyruklu yıldızının dünyaya çarpacağı söylentisi üzerine ortaya çıkan panik mizahi dille ele alınırken, okuyucuyu bilgilendirmek amacıyla astrolojik bilgiler verilmiştir. Bilimsel verileri tema olarak kullandığı eserlerde de mekan yine mahallelerdir. Buralarda yaşayan halkın bilimsel olaylara ve bilim insanlarına gösterdiği tepkiye yer verir. Olayları hicvederek anlatırken doğaüstü varlıklara ve olaylara itibar edilmemesi gerektiğini vurgular. Bu konuda en bilinen eseri GULYABANİ, Süt Kardeşler adı altında Ertem Eğilmez tarafından sinemaya uyarlanmıştır.
Tekniğe değil, vermek istediği mesaja odaklandığından, kendine yöneltilen eleştirilere her zaman bir yanıtı oldu Gürpınar’ın: “Karşımızda yükselmek özlemiyle ellerini bize uzatmış milyonlarla halk var. Bir milletin genel kültürü birkaç estetik hocasının araştırmalarının sonucuyla ölçülemez. Halk için edebiyat olmazmış… ne saçmalık! Halk bilinçsizlik içinde boğulsun, koca bir millet yok olmaya mahkum olsun, biz karşıdan seyrine bakalım, öyle mi? Siz edebiyatı kendi aranızda bir kalp paraya, yalnız seçkinlere özgü bir şifreye çevirmek istiyorsunuz.”
Yapıtlarında, Tanzimat’tan Cumhuriyet sonrasına kadar, toplumsal değişimin bütün evrelerini İstanbul’un gündelik yaşamını temel alarak işleyen Gürpınar, soyut bir edebiyat anlayışından kaçınarak, gerçek canlı hayatın ve toplumun peşinde, hatta emrinde olması gerektiğine gönülden inandığı öykü ve romanın öncülüğünü yapmıştır. Yapıtlarının genel çerçevesini kadın erkek ilişkileri, ekonomik ve toplumsal eşitsizlikler, din sorunları, batıl itikatlar, sosyolojik ve psikolojik olaylar oluşturur. Bunları her kesimden aldığı karakterlerle harmanlar. Kendine has üslubu ile çeşitli edebi ekollerin kalemine uygun bulduğu yönlerini alarak, hiçbir akıma bağlı kalmadan yazar. Eserlerinde İstanbul’un atlı tramvaylarını, Kâğıthane gezmelerini, Şehzadebaşı ramazan eğlencelerini, 2. Meşrutiyetten Cumhuriyet sonrasına kadar 50 yıllık sosyal hayatını en ince detaylarına kadar okuruz.
Gürpınar, anneannesinin Aksaray’daki konağında geçirdiği çocukluk ve ilk gençlik yıllarında geleneklere bağlı, gün görmüş, kibar bir İstanbul beyefendisi olarak yetiştirilir. Bu arada yaşadığı çevrede İstanbul yaşamının tüm inceliklerini görmüş, ev kadınlarının iç dünyalarına girerek onların çeşitli konulardaki düşüncelerini öğrenmiş, saflıklarını, kurnazlıklarını, aşklarını, inançlarını gözlemlemiştir. Genelde yoksul çevrelerin kadın yaşamını dile getirmiş onların çilesini işlemiştir. “İffet, Tesadüf, Nimetşinas, Sevda Peşinde” adlı yapıtları bunun en güzel örnekleridir.
Bu arada, toplumdaki yasaların, törelerin, ahlak anlayışının kadınlar aleyhine işlediğini gören Gürpınar, kadına verilen değeri ve kadın-erkek arasındaki sosyal eşitsizliği eserlerinde çarpıcı bir şekilde işlemiş, kadınlık durumlarını sorgularken, daima kadından yana tavır almıştır. Toplumun ilerlemesi için kadının eğitilmesinin, bilinçlendirilmesinin önemini vurgulayan yazar, bu bağlamda toplumun her kesimindeki kadınlara eserlerinde yer vermiştir.
Çocuk yaşlarından ölümüne değin gördüğü, duyduğu hiçbir olayı, sözü, insanı, sokağı, öyküyü unutmamış; yeri geldiğinde hepsini kullanmıştır. Gözleme dayalı gerçekçiliğinden dolayı -kendisi kabul etmese de- ona Türklerin Emil Zola’sı denmiştir. Eserlerindeki karakterlerin canlı, sevimli ve etkileyici olmaları onun bu titiz gözlemlerinden kaynaklanır.
Gürpınar bir İstanbul yazarıdır. Ahmet Rasim gibi, A.Şinasi Hisar gibi, Sait Faik gibi sadece İstanbul’u yazmış, İstanbul dışına hiç çıkmamış, sadık bir sevgili gibi hep onun dar sokaklarında, ahşap evlerinde, konaklarında, yalılarında, çarşı pazarında onun insanlarıyla beraber olmuş ve sokaklar Türk Edebiyatına onunla girmiştir.
Bir gün yolunuz Heybeliada’ya düşerse, şık giyimini eldivenleri ve bastonuyla bütünleyen bu zarif İstanbul beyefendisinin gölgesini çamlar arasından görür gibi olur, gülümseyen yüzüyle hiç örtüşmeyen hüzünlü bakışlarının, zaman ötesinden sizi izlediği duygusuna kapılırsınız…