BEYAZ LEKE

 

Yalnızlıktan ölesiye bıkmıştı.

O gün de epeydir sıklıkla yaptığı gibi, uzun uzun ölmeyi düşündü. İki yıl evvel, en kıymetlisi; kırk beş yıllık hayat arkadaşını kaybettiğinden beri bu durumdaydı: Yaşayacağı kadar yaşamıştı.

Hayatta ödev olarak üzerine zimmetlenen her ne varsa hakkıyla yapmış, son olarak evlatlarını da arzu ettikleri kişilerle baş göz edince, siyah beyaz anılarla kalakalmıştı. Onlar da gönlünü avutmuyordu artık. Her gün bir öncekinin aynıydı. Sabah erkenden kalk. Mahalle bakkalından gazete ve ekmek al. Kısa bir yürüyüş yap. Eve dön. Melahat’in çiçeklerini yaşatmaya çabala. Onlar ki çoğu sinik sönük, yaşamla ölüm arasında bir yere takılıp kalmıştı. Ne yapsa kâr etmiyordu. Ne ölüyorlar, ne canlanıyorlardı. Yine de karısından ona devrolan bu görevi ihmal etmiyordu. Kuşlara yem ver. Bu da çok eskiden kalan, artık anlamını yitirmiş bir ödevdi. Kahvaltı hazırla. Zeytinler ve reçel yirmi gündür yerinde sayıyordu.  Gazetelere göz gezdir. Memleketin haline hayıflan. Kendini bildi bileli hayıflanıyordu. Kaselerin kapaklarını kapat. Çayın altını da kapat…

Oysa Melahat hayattayken yaşadığı rutinleri görev gibi görmezdi. Yapılacak işler listesi yaşamına anlam katar. Mutluluğuna vesile olurdu. Çoğu sabah onu uyandırmamak için sessizce kapıyı açar, camekânlı balkonda çiçekleri kurcalar, kahvaltı öncesi çayını demler, gazetesini köşe bucak okurdu. Melahat’in uyanmasına yakın ikinci demliği ocağa koyar, seslenirdi. “Çayı demliyorum.”

Karısı ikiletmeden kalkar. Bol yeşillikli kahvaltı sofrasını neşeyle hazırlar. Zamana aldırış etmez. İkinci demlik bitene dek, uzun uzun sohbet ederlerdi.

O ölünce evinin feri sönmüş, yaşama tutunduğu tüm heves ve arzular da bir bir ödeve dönmüştü.

O gün de aynı şeyleri yaptı. Erkenden kalktı. Bakkaldan gazetesini, ekmeğini aldı. Bakkal Rıza’yla akşam haberlerinin ve dünkü maçın kritiğini yaptı. Eskiden bol ağaçlıklı, şimdi ise kelleşmiş bir iki ara sokağı dolandı. Ahbaplık ettiği birkaç kediyle, henüz açmış mor salkımlarla ve açmak için gün sayan akasyayla dertleşti. Eve doğru yürürken ne uzatıyorsun be Cevdet, dedi kendine. Neyi bekliyorsun? Hanım gitti, oğlanlar desen kabuklarına çekildi. Eş, dost eksildi. Bir sen kaldın geride.

Kanı çekilmiş gibi, bitkin bir istekle açtı kapıyı . Elindeki poşeti portmantonun köşesine bıraktı. Ceketini çıkarıp astı. Ayakkabılarını rafa yerleştirdi.

Oldum olası düzenli ve titiz bir adamdı, dağınıklığa tahammülü yoktu. Eve kimseciklerin gelmeyeceğini bilse de pijamalarını katlamadan bırakmaz. Yatak örtüsünü kapamadan evden çıkmazdı.

Portmantonun aynasında fark etti tuhaflığı. Beyaz bir leke. Bir leke vardı sol yanağında. Bir şeyin bulaştığını düşündü. Eliyle silmeye çalışınca beyazlık tüm yanağına yayıldı.

Ne olduğunu anlayamadan leke eline de bulaşmıştı. Diğer eliyle ovuşturdu, beyazlık ona da bulaştı. Aklını yitirdiğini düşündü. Başı döndü. Sendeleyerek salona geçti. Kanepeye yığıldı.

Kendine geldiğinde kâbus gördüğünü sandı. Ferahladı. Cevdet Bey dedi, bu kadar çok ölümü düşünürsen elbette tüm karabasanlar beynine üşüşür…

Yattığı yerden doğruldu. Baş dönmesi tam olarak geçmemişti. Banyoya ayaklarını sürüyerek gitti. Pantolonunun düğmesini açıp işedi. Olan biteni anımsamaya çalıştı. Bu memleket herkesin dengesini bozuyor, diye söylendi. Benim gibi dirençli bir insan bile tutsun ölümü düşünsün, olacak iş değildi. Kendinden utanmalısın, dedi.

Son damlaları da klozete bırakıp sifonu çekti. En iyisi soğuk bir duş almak ve bu saçma sapan hayalleri unutmaktı. Pantolonunu ve çoraplarını çıkardı. Kirli sepetine attı. Açıkta kalan ayaklarına şaşarak baktı. Bedeni bu kadar beyaz mıydı?

Aynaya yanaştı. Uzaylı görmüş gibi irkildi. Geri çekildi. Her yeri beyaza kesmişti. İnanamadı! Gözünü birkaç kez açıp kapadı. Kâbus devam ediyor olmalıydı. Musluğu açıp soğuk suyu defalarca yüzüne çarptı. Aynaya tekrar baktı. Değişen bir şey yoktu. Kireç beyazı tenine gelmiş, yapışmıştı.

Panikle üstünde kalan diğer giysileri de çıkardı. Daha da beyazlayan göbeğine, bacaklarına, ayaklarına baktı. Sağına soluna döndü. Arkasını görmeye çabaladı. El aynasıyla sırtına, kıçına baktı. Hatırladığı renkten geriye tek iz  kalmamıştı. Oysa daha birkaç saat evvel oldukça esmer bir adamdı. Göğsündeki siyah beni anımsadı. Eliyle yokladı, bulamadı. Kafasının içindeki kırmızı lekeyi aradı. Yoktu. Saçları zaten epey zaman önce beyaz bayrağı çekmişti.

Yıllar evvel okuttuğu öğrencisini anımsadı. Albino muydu neydi hastalığın adı? Vücudundaki renk hücreleri ölmüştü. Çocuk baştan ayağa bembeyazdı. Tüm sınıf, orada olduğu iki yıl boyunca Albino, diye seslenerek alay etmiş. Ne yapsa baş edememiş, çocukla sınıf arasında bir bağ kuramamıştı.

Ah be! Ahmet, dedi. Sen misin bu cezaya sebep? Üstelik yıllar sonra, hem de öte tarafa geçmeye bu kadar niyetlenmişken. Eliyle yüzünü incelerken, kırışıklarının aralandığını fark etti. Kolunu uzattı, elini açıp kapadı. Pörsümüş cildi gittikçe açıldı. Eski dirimine kavuştu. Şaşkınlığı, tutulmaya doğru ilerliyordu. Diğer eline baktı. Aynıydı. Avuç içini çevirdi. Tüm çizgilerin yok olmasını inanmaz gözlerle izledi.  Çizgisiz avucuna tekrar tekrar baktı. Her şeye inanabilirdi insan ama avuç içindeki çizgilerinin kaybolduğuna inanabilir miydi?

Çırılçıplak yatağa attı kendini. Yorganı kafasına çekti. Gözyaşlarına boğuldu. Bir taraftan da yakarıyordu “ Affet Allah’ım, ne olur affet…”

O ağlamak ve af dilemekle meşgulken, vücudunun her zerresi aklanıp paklandı. İlk gençliğine; yirmi üç yaş dirimine geri döndü…

Dua ve aklanma zamanı dolduğunda yataktan bambaşka biri olarak çıktı. Boy aynasında, ilk kez görüyormuş gibi baktı kendisine. Oldukça yakışıklı biri olduğunu düşündü. Gülümsedi. Daha da yaklaştı, yanaklarını çekiştirdi bir iki kez. Kollarını kaldırıp indirdi. Pazılarını sıktı. Göğsünü şişirip indirdi. Nasıl da unutmuştu içindeki delikanlıyı. Ağız dolusu bir gülüş patlattı. Vay be!

Gardırobun kapağını açtı. Yıllanmış ve ahlanmış giysileri askıdan bir bir indirip baktı. Üzerine tuttu. Hiç biri yeni bedenine uygun değildi. Diğer kapağı açtı. Üst kısımda asılı duran giysi torbasını indirdi.  İçindeki damatlık ceketini, siyah pantolon ve beyaz gömleğini çıkarıp yatağın üzerine bıraktı. Alt rafta duran kutunun kapağını açtı. Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. Ayakkabıları hayal ettiği gibi, ışıl ışıldı…

Komodinin üst çekmecesinden bir külot ve atlet çıkardı. Giydi.

Alt çekmeceyi açtı. Çorap demetinin arasında giyilmemiş, bir çift ipek çorap buldu. Minnetle gülümsedi.  Gömleğin yanına koydu.

Salonun penceresinden süzülerek tüm koridora yayılan ışık huzmeleri, içindeki heyecanı körüklüyordu. Acele etmeliydi…

Yatağa bıraktığı gömleği ve pantolonu çabucak giydi.

Banyoya geçti. Uzayan tırnaklarını kesti. Uzun zamandır kullanmadığı saç jölesiyle saçlarını geriye yatırdı. Ah gençlik!

İpek çoraplarını, rugan ayakkabılarını giyerken heyecanını kontrol etmekte zorlandı. Aynada son kez baktı kendine. Hazırdı!

Ansızın kafasının içinde bir boşluk duyumsadı. Adını arandı. Bulamadı. Ne önemi vardı. Odayı dolduran beyaz ışığın daveti geri çevrilemezdi. Ceketini giydi. Kapıyı açtı. Üzerine yağan aydınlığa doğru gülümseyerek yürüdü…

 

6 thoughts on “BEYAZ LEKE/  Aysel KARACA

  1. Aysel Özalp Akıllı dedi ki:

    Bu güzel öykülerin devamını nereden okuyabiliriz

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Aysel canım, adı üstünde öykü. Devamı okurun hayal dünyasında. Yakında bir romanım yayımlanacak. O zaman daha uzun bir hikayeyle baş başa kalabilirsin. Çok sevgiler ve teşekkürler…

  2. Gülnur Türkmen dedi ki:

    Süper bir öykü canım kalemine yüreğine sağlık ❤️

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Gülnurum ne zarifsin, çok teşekkürler…

  3. Ayşe Eser Kuşata dedi ki:

    Aşkın sonsuzluğu….
    Kalemina sağlık Canım

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Ayşecim teşekkür ederim. Sevgiler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir