BEŞİNCİ MEVSİM
Zamanın bizi eskitip eksiltmesine sessiz kaldığımız, kendi yalnızlığımız içinde kendimize yabancılaştığımız bir mevsimdeyiz. Yaşam, vaat edilmiş bir cennetle, içimizdeki cehennem arasında umutsuz bir çaba olarak geçip gidiyor biz farkına varana kadar. Her ne kadar sayılara takılmasak da, aynaya baktığımızda gerçeği görmezden gelmek mümkün olmuyor. Önemli olan ruhun genç kalması derler ya, geçiniz efendim; elma alırken bile parlaklığına, rengine bakmıyor muyuz? Zaten belli bir yaştan sonra hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Yapay renklerle dışımızı renklendirmek içimizin karanlığını aydınlatmaya yetmiyor. Bu mevsimde son durağa doğru tenhalaşan otobüse benziyor hayatımız. Etrafımızdakiler sürekli iniyor duraklarda. Farkında olmadan yalnızlaşıyoruz. “Hangi kapıyı çalsak, evde yoklar” diyor ya şair, öyle bir tenhalık çöküyor içimize. En kötüsünü de duygularımızın ağırlığını taşıyamadığımızı fark ettiğimizde yaşıyoruz. Yaşam fazlasıyla yormuştur yüreğimizi. Öfkemiz, kırılganlığımız ve kapılarımızı kapatıp iç bükey bir yalnızlığa çekilmemiz de bu yüzden oluyor. Oysa içimizdeki kardelenler hep beşinci bir mevsimi müjdeler bize. Her mevsimden arta kalan duyguların oluşturduğu bir mevsimdir bu. Kış mevsiminin içimizi titreten soğuğunda; ilkbaharın ılık heyecanı, yazın yakıcı tutkusu, sonbaharın o tuhaf hüznü kendine bir yer buluvermiştir. Hem çocuk, hem genç, hem yaşlıyızdır artık. Öyle olduğu içinde çelişkiler mevsimidir, beşinci mevsim… Ölümün soğuk elini üzerimizde hissetsek de, ruhumuzun kıpırtılarına bir türlü engel olamayız. Bir gün her şeyin yarım kalacağını bilerek yaşarız bu mevsimi. Aslında hiç kimse için yarın olmasa da biz bir sıfır yenik durumdayızdır. Şimdi saklı gölümüzde fırtınalar dinmiş, sahilimize vuran yaşam tortuları, can kırıkları, sevda artıkları ve daha ne varsa temizlenmiştir artık. Sakin ve sessiz kendi yalnızlığımız içinde huzurlu bir yaşam sürerken, kış günlerinin o sisli puslu günlerinden birinde aniden güneş çıkar. Yaşanan o yalancı bahar havasına kapılıveririz. Özlemişizdir o sıcaklığı. İçimizi sarıveren isimlendiremediğimiz duygularla doluveririz… Duygularını denetim altında tutabilen kaç kişi vardır ki zaten? Aklımızla üstesinden gelemediğimiz duygularımızı… İrademizi yok eden, zaaflarımızı tuzağa düşüren, saklı kalmış beklentilerimizi su yüzüne çıkaran duygularımızı… Onların mantığımızı sıfırlayacak bir nedenleri her zaman vardır. Ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacaklarına kendileri karar verir. Ve biz daima hazırlıksız yakalandığımızdan, bize sadece onu yaşamak düşer. Bizi savurduğu yere gönüllü bir savruluş başlar içimizde. Hani şair, “Ey ömrün en güzel türküsü aldanış / Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış” der ya; biz de içimizdeki kışa aldırmadan, aldanıveririz içimizi ısıtan güneşe. Öyle bir güneştir ki bu, o güne kadar yaşanılanların bir yanılsamadan ibaret olduğuna inandırır bizi. Oysa bu bir döngüdür. Güneş üzerimizden çekildiğinde bunun da bir yanılsama olduğunu görecek, yaramızın üzerindeki kabuk bir kez daha düşecek ve canımız hiç olmadığı kadar yanacaktır. Hiçbir şey yaşanmadan bilinemiyor elbet. Bu yüzden, unuttuğumuz ama belli ki farkında olmadan özlediğimiz duyguların uzak bir geçmişten geri döndüğünü hissettiğimizde açıveririz kollarımızı. Hafif bir esintiyle saklı gölümüzün dip suları hareketlenir yeniden. Ayaklarımızı yerden kesen bir heyecan ve dudaklarımızın kenarına takılan kocaman bir çocuk gülüşüyle dolaşırız etrafta. Mutluluğun hazzını yaşarken ne büyük bir aldanış içinde olduğumuzu anlamayız. Sadece çok mutluyuzdur. Detaylarla ilgilenmez, kendimizi sorgulamayız. Aslında istediğimiz içimizdeki çölü aşıp saklı gölümüzün sularında biraz olsun serinlemektir. Ama ilk adımı attıktan sonra açıkların çağrısı gelir kulağımıza. Derinlere doğru yürümeye başlarız. Sular yükselmeye başlar ve sürükleniriz. Memnunuzdur bu sürüklenişten. Henüz geriye dönme şansımız varken, kendimizi dip akıntılarının coşkusuna bırakıveririz. Farklı kıyıların büyüsü içinde tadılmamış hazlar bizi bekliyordur. Dudaklarımızın kenarındaki o tanıdık gülümsemeyle bırakıveririz kendimizi dalgaların götürdüğü bilinmeyen kıyılara. Aslında sadece tadılmamış hazlar değildir bizi bekleyen. Düş kırıklıkları, aldanışlar, yanılsamalar küçük dalgalar halinde bizden evvel kıyıya vurmuşlardır. Çok geçmeden küçük yassı çakıl taşlarının arasına gizlenmiş bir midye kabuğuna basar ve kanatıveririz yüreğimizi… Bir yürek nasıl kanar bilir misiniz? Nasıl ince bir sızı yayılır tırnak uçlarınızdan saç diplerinize kadar… Yanlış kıyılarda yürümenin bedelidir bu! Yanlış ikindilerde yanlış savruluşlar yaşamanın bir bedeli olacaktır elbet. Ve beşinci mevsim, canının yandığında asla şikayet etmemeyi öğretiyordu insana. Sessizce kabullenmeyi de! Sanırım her şey kendimizi ifade edemeyişimizden kaynaklanıyordu, farkında değildik. Bu ifadesizlik iç huzurumuzu bozarak bizi edilgen bir nihilizmin derinlerine itiyordu. Kendimize dokunduğumuzda canımız yanıyordu. Ve milyonlarca cam kırığı aynı anda batıyordu tenimize. Cam kırıklarıyla birlikte yaşamayı seçiyorduk. Yüreğimize batanları ise çoktan unutmuştuk… Acılardan çok altında yatan gerçeklerdi canımızı yakan. Eğer yüreğimizin üzerine düşmüşsek, yaralandığımız için değil, bizi iten elin acımasızlığı yakıyordu canımızı. Nietzsche bile, “Her yerde acıların yanında boy atmış bir mutluluk bulunur” diyorsa, mutluluğu görmezden gelip acılarla yaşamanın anlamsızlığına sığınmak ne kadar doğruydu? Kaldı ki yaşam bu kadar kısayken… Ve her şey avucumuzun içinden kayıp giderken… Ve nihayet, yaşamın her dönemecinde karşımıza çıkan acıdan kaçış olmadığını öğreniyorduk beşinci mevsimi yaşarken. Acıyla mutluluğun birbirini doğurduğunu, mutluluğun bir yüzü olmasına karşılık, acının hep farklı yüzlerle ortaya çıktığını da… Nietzsche, olanca karamsarlığına rağmen bize mutluluğu işaret etse de bir türlü kurtulamıyorduk içimizdeki nihilizmden. Zira bizler istediğimiz gibi değil, istenildiği gibi yaşamaya yazgılıydık. Biz sorgulamasak da içinde yaşadığımız toplum bizi sorguluyordu. Kurallar dışına çıkamıyorduk. “Çoğum gitmiş, azım kalmış, umurumda mı dünya?” demek lüksümüz yoktu, sevgili Nazım’ın söylediği gibi. Ötekiler, başkaları hep umurumuzdaydı. Bu yüzden mutluluklarımızı hep yarım, hep eksik yaşadık. Ve çoğu kez kendi içimizdeki sürüklenişleri yine kendimize tutunarak sonlandırdık. Ve hatta en güzel hikayelerimizi de. Hepimizin yaşadığı bir hikayesi vardır, oysa aşk bir şiirdir! Onun için herkesin bir şiiri yoktur! Ama benim oldu. Dünya üzerinde yazılmış en güzel şiir belki de buydu.
Yazıldı, okundu ve bitti…
|
|
Ne güzel özetlemişsin, bana da tercüman olmuşsun, kalemine sağlık Sevgili Melek…Ve biten şiirlerin ardından elimizde kalan hiçlik duygusu ne kadar yorumuymuş meğer…
Ah sevgili Fatma, 5.mevsimi yaşamak böyle bir şey… en azından benim için. Okuyup yorumladığın için gönülden teşekkürler.