SEVGİLİ ROSA

  Soğuk bekleme salonunda çığ altındayım, üşüyorum Rosa. Kadın diyor ki, “sayemizde para kazanıyorlar,” diğer kadınlara çocuğunun öğretmenini şikâyet ediyor. Çocuğu iyi ki sakat yoksa biz aç kalacaktık. Bu ayıp değil mi Rosa? Üzerimdeki koca çığ eriyor beni ateş basıyor, “sizin eşiniz işyerinde bedavaya mı çalışıyor? Öğretmen işini yapıyor, ücretini alıyor. Kimse açken çalışmaz ki.” İki haftadır çocuğunu yıkamadığını sana söyleyemeyen öğretmen kibar biri; suçu ne? Çocuğa temizliği öğretelim, diyesiymiş. Aslında o öğretmen iki aydır kurumdan maaşını düzgün alamıyor. Bir aylık hiç ödenmemiş, artık çoğu işyeri böyle; çok sıkıntıdalar, ekonomik kriz hiç bitmiyor, arada biraz para ödeniyor. Ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlar. Merak etmeyelim, düzelecek biraz toparlanınca ödemeler yapılacak. Ne zaman? Belki bugün, yarın, öbür gün… Bekleyin biraz, ölmediniz ya, işiniz var hazır… Çalışanların kredi kartı borcu var, işten çıkamıyorlar ya işsiz kalırlarsa? İyi ki işyerleri var, istihdam…

  Kadın bana yan gözlerle bakıyor, bir şey söyleyecek cümlesini kuramıyor. Yanımdaki çarşaflı kadın “problemini niye öğretmeniyle konuşmuyorsun?” diyor. Kadınların çoğu kara çarşaflı, buraya alışamadım Rosa; yabancı bir yerde gibiyim. Teyzelerim dindardı onları biliyorum, eşarplıları biliyorum ben. Yanımdaki çarşaflı sohbeti seven biri, onun sayesinde eteğimi çekiştirmeyi bıraktım. “Hocam çekiştirmeyin görünmüyor!” Komik bir kadın, torunu hasta haftada iki gün onu buraya taşıyor.

  Burası başka bir dünya Rosa. Karşımda grup öğretmeni Gülşah oturuyor, son zamanlarda onun yerine başka bir öğretmene görev veriyorlar. Komik çarşaflı kadın kocasından bahsediyor; her gece her gece zor oluyormuş. Böyle açık saçık olmasa da çoğu kadın aile sırlarını anlatır, artık şaşırmıyorum. Sır bu kime söylenir ki Rosa? Karşımda oturan Gülşah’ın da sırlarını biliyorum,  bir giydiğini bir daha giymeyen güzel bir genç kadın. O küçükken yoksul ailesi şehre göç etmiş, okula başladığında annesi bezden bir beslenme çantası dikmiş ama en çok diğer çocukların renkli beslenme çantalarına özenirmiş. Bir sabah gündelikçi çalışan babasının cebinden bozuk paraları almış, akşam olunca annesine “yolda buldum,” diyerek vermiş. Annesinin sevindiğini görünce hırsızlığına devam etmiş,  anne her gün bulunan paradan şüphelenince durum açığa çıkmış. Gülşah’ın paylaştığı her şeyi anlatamam, sırlar anlatılmaz ki Rosa.

  Komik kadın bir şeyler anlatırken Gülşah başka âlemde mavi gözleri uzaklara dalmış, mini eteğine aldırmadan oturuyor. Zaten zayıf olan bedeni giderek eriyor, yemek yemiyor, saçları dökülmeye başlamış. Kardeşler büyüyünce hepsinin eli iş tutmuş, kendisi de meslek lisesinde çocuk gelişimi okuduğundan özel eğitim merkezlerinde çalışmaya başlamış; artık yoksul değiller ama Gülşah dertli. Dışarı çıkmayı düşünürken, Gülşah’ın eteğinden bir şeyleri alarak saçına kondurduğunu görüyorum. Çok garipti ama inan gördüm bunu Rosa, o dökülen saçlarını yerine koyuyordu.

  Dışarı çıkınca binanın arkasındaki küçük bahçede sıraya oturuyorum. Buraya çalışanlardan başka kimse gelmiyor. Bir apartman binasında yer alan özel eğitim kurumunun en sakin yeri burası, binadan hasta sakat çocukların sesleri geliyor. Buraya gelen çocuklar hem öğrenimden geçiyorlar hem de fizik tedavisi alıyorlar. Bir önceki saatimde hasta çocuğum gelmediği için etrafta gezinmiştim, birazdan son saatimde yeni bir hasta çocuk gelecek. Dosyasına göre sekiz yaşlarında bir kız çocuğu, yürüme engelli başka bilgi yok. Dersten çıkan öğretmenler yanıma geliyor. Ben Gülşah’ı düşünürken üç harflilerden konuşuyorlar. “Cinlerden mi bahsediyorsunuz?” diyorum, içlerinden biri başı açık olan, bana çarpılacakmışım gibi bakıyor.  “Ben cinlere karıştım, haberiniz yok!” elimde değil, gülüyorum. Yeni çocuğum için tedavi salonuna gidiyorum.

  Sadece gözleri görünen kara çarşaflı bir kadın kız çocuğuyla içeri giriyor.  Çocuklarla halının üzerinde çalıştığım için anneden galoş giymesini rica ediyorum. Kadın umursamıyor, kızını getirip yatağa yatırıyor. Acaba burada namaz kılıyorum deseydim ayakkabısını çıkarır mıydı? Başım açık inanmazdı sanırım. Kadın kızını yatırıp kapıya doğru giderken çocuğu ile ilgili bilgi almak istiyorum. Kızının hastalık öyküsünü anlatmak yerine ne yapmam gerektiği konusunda direktifler vererek çıkıyor. Böylece işimi öğrenmiş oluyorum. Sanırım beni süslü bir günahkâr olarak görüyor. Kapıdan çıkmadan kızına dönerek, “öğretmenin sözünü dinle!” diyor.

  Küçük kızın doğumdan önce mi sonra mı hastalandığını, doğumun nasıl olduğunu, ne zaman tedaviye başladıklarını, gelişmesinin nasıl olduğunu öğrenemeden, yanına gidiyorum. Onunla konuşurken hareketlerine bakıyorum. Ellerinde bir arıza yok,  bacakları iyi durumda değil ama ayakları çok kötü bir çelik kadar sert. Uyluk-bacak kaslarında kasılma var ve harekete izin vermiyor, çocuk yürümeye çalışırken parmaklarının üzerinde yalpalıyor.

  Çocuğun ismi Kevser, “nenenin ismi mi?” diye soruyorum, değilmiş annesi Kuran’dan bulmuş. Kevser’in ileri derecede görme bozukluğu var, dosyasında bilgi yok ama sadece gölge gibi görebildiğini fark ediyorum. Konuşkan bir kız, iletişim kurabileceğimi zannederken yanılıyorum. Konuşurken çemberini düzelterek ilahi söylemeye başlıyor. Bana ilahi bilip bilmediğimi soruyor. “Çocuk şarkıları biliyorum, söyleyelim mi?” Biraz merak ediyor, “do, bir külah dondurma…” Beğenmiyor, ilahi değil. “Senin televizyonun var mı?” diye soruyor. Ayağını çalıştırıyorum, ayağı, elimi gerili yay gibi itiyor. Beraber çalıştıralım istiyorum, aksileşiyor. Tedirgin haliyle başka bir ilahiye başlıyor, cehennem ateşinden bahsediyor. Ona ulaşabilirim umuduyla anneannemden hatırladığım, Benim Adım Dertli Dolap ilahisini söylüyorum. Ama bu ilahi değil ki? Başka bir ilahi hatırlıyorum, “Sordum Sarı Çiçeğe, annen baban var mıdır…” bunu da beğenmiyor. “Gıybet günahtır,” diyor. Yunus Emre’nin ilahi listelerinde olmadığını anlıyorum. Daha ilk çalışmamız, tedavi hareketleri için çok zorlamamaya çalışıyorum. Bildiği ilahileri radyodan öğrenmiş, şarkı- türkü söyleyen istasyonları açmıyorlar çünkü çok günah. “Senin televizyonun var mı?”

  Annenin kapı penceresinden bizi izlediğini görüyorum, aslında ben onun umurunda değilim, nasıl çalıştığımızı denetliyor. Ben bir yol gösterici değil de eğitmenim, o ayağı eğitmem gerek; ben bir ayak bükücüyüm. Ama o ayağın sahibi ben değilim, beni dinlemiyor; ait olduğu bedenin beynini dinliyor. Küçük kızın gerginliği var olan kasılmayı artırıyor yay gibi geriyor. Çocuklarını koleje hazırlayan annelerin hırsına sahip Kevser’in annesi bunu biliyor mu?  “Topla oynayalım” diyorum, “o oyuncak değil, pilates topu!”  diyerek beni düzeltiyor. Geçen hafta babaannesine gitmişler, orada televizyon varmış, “senin televizyonun var mı?”

  Bu çocuğa bir televizyon alınırsa biraz gevşeyecek ama bunu söylersem başıma neler geleceğini bilmiyorum. Günah bir şeyden bahsedeceğim. Günah! Kevser’e ayak destek cihazını giydiriyorum, destekle yürüyebiliyor. Tedavi hareketleri ile daha iyi olacağını biliyorum, işimin zor olduğunu da. “Gıybet günahtır,” diyor. Çocuğa sevap kazanacağı şeyleri gösterebilir miyim, bilmiyorum. Bir melek kondurabilir miyim omuzuna, çocukların günahsız olduğunu söyleyen, bir melek. Sınırlarımı zorlamamalıyım, sınırları zorlayıp kahraman olanlar sadece sinema salonlarında izlediğimiz filmlerdeki kovboylar. Ben sadece terapistim, atı ve silahı olmayan bir kadınım. Melekler bahçesi nerededir onu bile bilmiyorum ki, Rosa.

  Anne kızını almaya geldiğinde, daha ben “galoş…” derken ayakkabılarıyla içeri dalıyor. Beni umursamıyor, kızına iyi çalışıp çalışmadığını soruyor. Kimsenin gülmediği espriler yapan biri gibiyim Rosa, arkalarından bakıyorum. Komik kadına da Kevser’le nasıl anlaşabileceğimi soramam ki çünkü küçük kız bir sır. Kevser bir sırrı taşıyor, çocuk olduğunu bilmiyor.

  Dışarı çıktığımda hava kararmış, servis minibüsleri anneleriyle çocukları taşıyor. Şehrin bu kıyı mahallesi çok hüzünlü Rosa, yeni yapılan dikine evlerin dış cephesinde süslü ayetler yazan hüzünlü bir yer. Burada Allaha sığınan, Allah’ın unuttuğu işçiler yaşıyor. Sessiz sokaklarında beş vakit ezan duyuluyor.

  Akşam haberlerinde televizyon; evlerine arama yapmak için gelen polis tarafından öldürülen çok güzel genç bir kızın görüntüsünü veriyor. Öldürülen kızın annesi “komşularla evin önündeydik, Dilek polislerin eve öylece dalmasını istemedi, sadece ‘galoş giyin,’ dedi. Elli yaşlarında bir polis kızımı vurdu. Kızımın tam arkasındaydım önüme yığıldı, polis neden beni vurmadı ki?” diyor.

  Gıybet günahmış, Rosa.

 

 

*Rosa Luxemburg

Son not: Dilek Doğan  18 Ekim 2015’te evlerini basan polisten galoş giymesini istediği için vuruldu.

2 thoughts on “SEVGİLİ ROSA/ Onsun Meryem

  1. halil çamay dedi ki:

    çok beğendim hocam… iki defa okudum… ellerinize yüreğinize sağlık..
    “Gülşah’ın eteğinden bir şeyleri alarak saçına kondurduğunu görüyorum. Çok garipti ama inan gördüm bunu Rosa, o dökülen saçlarını yerine koyuyordu.”

  2. Sülbiye Yıldırım dedi ki:

    Bu kadar ağırlığı yürekte taşımak ne kadar zor. Kaleminize sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir