Bella’nın Ölümü

Kitaba ismini vermesine rağmen kitapta anlatılan Bella’nın hikayesi değil, onu öldürmesinden şüphe duyulan kişinin, Spencer Ashby’nin hikayesidir.

Roman, cinayetin işlendiği gece Spencer’ın yapıp ettikleri ile başlar. Spencer bunları daha sonra, saat saat detay vererek hatırlamak ve anlatmak zorunda kalacaktır. Bella on yedi yaşlarında Spencer’ın eşinin bir arkadaşının kızıdır ve bir aydır onlarla beraber kalmaktadır. Onunla ile ilgili bildiklerimiz bundan öte değildir. Yazar Bella’nın yaşamı ile ilgili detay anlatmaz.

Söz konusu gece Spencer eşiyle birlikte briç partisine gitmeyip evde kaldığı ve yan odada Bella öldürüldüğü için tüm şüpheler Spencer üzerindedir. Roman, bu şüphelerin Spencer’ın yaşadığı ve yirmi üç yıldır cinayet işlenmemiş küçük kasabadaki insanların, komşu ve öğretmen arkadaşlarının, eşinin Spencer ile ilişkilerine yansıması, bunların Spencer üzerindeki etkileri ile devam eder. Sayfalar ilerledikçe Spencer’ın geçmişine dair sırlar ortaya çıkar. Spencer kendine dengeli düzgün bir yaşam kurduğunu düşünürken, tüm dengeleri bozulmaya başlar ve yavaş yavaş çöküşe doğru gittiğine şahit oluruz: Anne babası ile sorunlu ilişkileri, diğer kadınlar/karşı komşusu ve cinsellikle ilgili yaşadığı sorunlar katman katman açılır. Aslında normal görünen her şeyin o kadar da yolunda olmadığını anlarız, özellikle eşi ile ilgili yaşantısında.

2012 yılı Danimarka yapımı Jagten (Onur Savaşı) isimli çok sevdiğim filmi anımsadım zaman zaman bu kitabı okurken. Bu filmde küçük bir kız çocuğunu istismar etme olasılığı ile yargılanan anaokulu öğretmeni bir adamın dramı, yaşadığı küçük kasabadaki ilişkiler anlatılıyordu.

Kitabın polisiye edebiyat kategorisinde yer almasına rağmen Kafka’nın Dava’sına, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sına göz kırpan psikolojik bir roman olduğunu düşünüyorum. Gerilim unsuru biraz daha arka planda bırakılmış. Yazar küçük kasabadaki orta sınıf ahlakını mercek altına alıyor. Cinayetten bir hafta sonra Spencer’ın, karısının ısrarı ile gittiği kilisede yaşananlar buna bir örnek.

 “Gazetelerin sorguları yazdığı gibi konuşuyordu papaz, üstü kapalı bir anlatımla… Ama söyledikleri bir o kadar açık oluyordu…

Topluluk sağlam ise, kötücül ruh durmadan dinlenmeden, doğru kişilere duyduğu kini söndürmek için her türlü kılığa girerek dolaşırdı ortalıkta.

Bu kötücül ruh muğlak bir şeytan falan değildi. Herkesin kendini koyvermeye her zaman hazır olduğu bir varoluş biçimiydi; yaşamın karşısında, yaşamın kurduğu tuzaklar karşısında benimsenen tehlikeli bir davranıştı; bir takım hazlar, baştan çıkarıcı birtakım iç kışkırtıları karşısında bir gevşemeydi…

Ashby artık tümceleri, sözcükleri duymuyordu; sadece geniş ses dalgalanmaları, harmonyumun kabarıp dinmeleri gibi dört duvara çarptıktan sonra gelip kafasında tınlıyordu.

Spencer çevresindeki herkesin papazın sözlerini can kulağıyla dinlediğini biliyordu. Gerçi papaz onları tehlikeye karşı uyarıyordu ama gönüllerine bir güven salıyordu. Kötücül ruh güçlü de olsa, ara sıra yener gibi de olsa, zafer yine de doğrucu kişilerindi.

Kötülük kötülerin ölümüne yol açar.

Onlar güçlü, temiz olduklarını hissediyorlardı. Yasa olduklarını, adalet olduklarını hissediyorlardı. Başlarından geçen her tümce onları büyütüyordu; buna karşılık ortalarında duran Ashby daha da kırılganlaşıyor, daha yalnız kalıyordu.”

Bir alıntı da Spencer’ı sorgulayan başsavcı Ryan’dan bahsedilen kısımdan yapmak istiyorum.

“Ryan vicdanının derinliklerine bakınca pek böbürlenebilecek bir adam değildi. Evlenmiş olmasaydı mesleğinde bugün varmış olduğu yerde olabilecek miydi? Ne gerekliyse onu yapmıştı her zaman; evlenmesi gerekli insanla evlenmişti; her zaman hangi yanı tutmak gerekirse onu tutmuş, gülmek gerekince gülmüş, öfkelenmesi istendiği zaman öfkelenmişti.

Bu kadar ağırbaşlı görünmek ona ara sıra güç gelirdi herhalde; dipdiri, canlı kanlı bir insandı, canı pek çok şeyler çekse gerekti. Canının çektiklerini rahat rahat elde etmenin bir yolunu bulmuş muydu?”

Biraz da kitabın yazarından bahsedelim. 1903 Belçika doğumlu Georges Simenon, Paris’te yaşamış ve sık sık seyahat etmiş, ABD ve İsviçre’de uzun yıllar kalmıştır. Çok üretken bir yazardır; iki yüz roman, binlerce öykü ve sayısız makale yazmıştır. Ülkemizde dilimize çevrilmiş ne yazık ki pek az sayıda eseri bulunmaktadır. Yazarın Komiser Maigret serisi çok ünlüdür. Polisiye eserlerinde atmosfer yaratmakta ustadır. Olayın oluş şekli ve cinayetin çözümünden daha çok suçun işlendiği yerdeki kişilere ve onların psikolojik durumlarına odaklanır. Suç nedir, iyi nedir, kötü nedir, normalin sınırı nedir, nerede başlar gibi pek çok soru sormamıza yol açar.

Bella’nın Ölümü, Georges Simenon, Çeviren: Bilge Karasu, Kabalcı Yayınevi, 2008 1. basım

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir