Ayşe Kulin’in İzinde
Birsen KARALOĞLU

Bir gece sürdü Ayşe Kulin’in 2015’de yayınlanmış olan “Tutsak Güneş’ini okumak.
Ertesi gün geçen yıllarda okuduğum Handan’ı ikinci kez okudum.
Neden mi ikinci kez?
Çünkü “Tutsak Güneş’in ilk sayfalarındaki yazarın özgeçmişinde, Ekim 2014’de yayınlanan “Handan” adlı romanının; İTÜ Endüstri Mühendisliği Kulübü’nün Ocak 2015’te düzenlediği 22. Öğrenci Sempozyumu (İTÜ EMÖS) etkinliğinde verilen “Yılın En Başarılı Kitabı” ödülünü aldığını okudum. Doğrusu çok şaşırdım.
“Acaba ben neyi kaçırdım” diye baştan bir daha okudum ve ülkemizdeki edebiyat ödüllerinin geldiği noktaya ayrıca üzüldüm.
Yazarımızın sayısız ödülü var ama kendisinin de hem anılarının ikinci cildi olan Hüzün’de yazdığı gibi hem de yapmış olduğu söyleşilerde vurguladığı gibi, aldığı en ciddi edebiyat ödülleri Foto Sabah Resimleri adlı öyküsü ile kazandığı 1995 Haldun Taner Öykü Ödülü ve dokuz yeni öykü ekleyerek oluşturduğu Foto Sabah Resimleri adlı öykü kitabı ile kazanmış olduğu 1996 Sait Faik Öykü Armağanı.
Gene özgeçmişinden öğrendiğime göre; 2007 yılında, Veda adlı romanın için Türkiye Yazarlar Birliği tarafından verilen “Yılın En Başarılı Yazarı” ödülünü ve 2008 yılında Avrupa Konseyi Yahudi Cemaati tarafından Nefes Nefese adlı kitabı için verilmiş olan Roman Ödülünü anmakta yarar var. Ayrıca; İtalyancaya da çevrilmiş olan Nefes Nefese adlı romanı için 2016 yılında Roma’da verilen, Çeviri Dalında En İyi Roman Ödülü’nü özellikle vurgulamak isterim. Bence, İstanbul Kültür Üniversitesi tarafından 2004’de verilen, Yürekli Kadın Ödülü en sevimli olanıdır.
Gelelim Tutsak Güneş adlı yeni okuduğum romana…
Tutsak Güneş gelecekteki bir ülkede baskı rejiminde yaşayan insanların uyanışını, örgütlenişini ve başkaldırışını anlatıyor. Yazar için teknolojinin çok ilerlediği gelecek günleri tanımlamak zor olmuş anlaşılan. Artık ortaokul çocuklarının bile daha iyi anlatabileceği teknolojik gelişmelerle uğraşırken, öyküdeki bağlantılar kaymış, karakterler “çöp adam” kıvamında çizilmiş. Baştan sona sinema gözüyle yazılmış gibi. Hele de sonu tam bir yarım kalmışlık hali.
Belki bu kadar kişi ve olay aynı hamur teknesine atılmasa ortaya daha yenilir yutulur bir hikâye çıkabilirdi.
Bazı yazarların; belli bir formülle, piyasayı, gündemi gözeterek yazdığını artık hepimiz fark etmekteyiz. “Ben de oradaydım, çağıma tanıklık ettim” demeye getiriyorlar. Toplumu etkileyen güncel olayları kitaplarının bir yerine sıkıştıranlar bu gruba giriyor. Yazdıkları aslında sabun köpüğü dizilerin senaryosu kadar samimi maalesef.
Yaşadığı toplumun içinden geçtiği süreci derinlemesine irdeleyen ve yarınlara ayna tutan yazarları saygıyla selamlıyor ve bu konunun dışında tutuyorum.
Sonra düşündüm biraz; “Popüler Kültür ve “Popüler Edebiyat” üzerinde.
1997’de yayınlanan ve bugüne kadar 80 baskı yapan biyografik-roman “Adı Aylin” ile tanıştım yazarla. Kitap, daha doğrusu Aylin’in yaşamı günlerin ortamında çarpıcı gelmişti. AB Koordinasyon Üst Kurulunda görevliydim ve zarif iş arkadaşım Tayibe’nin öz teyzesinin gerçek hayat hikâyesiydi anlatılan.
Elifim ortaokul öğrencisiydi. Hemen okudu Aylin’in öyküsünü. Galiba, birden fazla kez. Ardından, yazarı sevdi ve kitaplarını takip etmeye başladı. Sevdalinka, Füreya ve Nefes Nefese adlı dönem romanlarını almış ve bir solukta okumuştu.
Ben galiba en çok Veda ile Nefes Nefese’yi beğenmiştim. Yazarımızın yarı biyografik romanları ve dönem hikâyelerini anlattığı kitaplarını takdirle okumuştum. Tarihi olayları belli bir içerikle ve detaylı olarak okuru boğmadan anlatıyor, romanın arka fonunu sağlam kuruyordu.
Sonra, Elif’in “Kulin rafını” zenginleştirmek için satın almaya devam ettiğim diğer kitaplarını da okudukça durdum, durakladım ve beğenmediğimi fark ettim.
Tamamen hayal gücüne dayalı, kurgu olan kitapları çok zayıftı. Olay akışında, kolay okunmasında sorun yoktu ama ne karakterler güçlüydü, ne de anlatılan konu ve olaylar yeterince incelenmişti.
Özelikle eşcinsel aşkın anlatıldığı; Gizli Anların Yolcusu, Bora’nın Kitabı Dönüş ve Handan dörtlemesi gündemi yakalamak ve ticari beklentiyle çalakalem yazılmıştı.
Yazarımız, bir hikâyeden 4 kitap çıkarmak için gerekli beceriye sahip ama olmuyor işte. Derinlik olmayınca anlatılan öykü de, karakterler de, kitap da sahici ve samimi olamıyor. Okur olarak özdeşlik kurmanız olanaksız. Bu kadar çok yazmak, sürekli üretmek akla tatilde plajda okunması için alelacele yetiştirildiği düşüncesini getiriyor.
Yazarımız bence yazarken bu kadar acele etmemeli, hikâyelerini demlenmeye bırakmalı.
Yazarımızı bir yandan anlıyorum da. Bir söyleşisinde ifade ettiği gibi; “fazla vaktim kalmadı, yaşlılık günlerimde çocuklarımdan bir şey istemeden, kendi birikimlerimle hayatımı devam ettirmeliyim” diye düşünüyor.
Ama bu anlatı yeteneğine yazık etmesin istiyorum. Çayın demi olmalı. Çünkü o bunu hak eden çalışkan ve başarılı bir kadın.
Örneğin; hikâyenin sahiplerinden kendisine gelen öneriler üzerine yazmış olduğu; Türkan, Kardelenler, Köprü gibi kitapları daha sahici, çok daha samimi.
Ayşe Kulin’in çok sayıda yabancı dile çevrilmiş kitapları var ama bunlar dönem hikâyesi olan yarı biyografik romanlar. Evet; güçlü kalem, akıcı anlatım ve romanın çerçevesi de bizatihi konunun kendi gerçekliğinden belirlenince, başarı da beraberinde geliyor,
Yaşamının ayrıntılarını tatlı bir övünme ile (bence hak etmiş) anlattığı anı kitapları Hayat ve Hüzün adlı kitaplarını ilgiyle okumuş olduğumu da eklemeliyim.
Aklımda kalan ve beni etkileyen bir anısını paylaşıyorum:
‘Galiba; kendisini yakın arkadaşı ile aldatan ikinci eşinden ayrıldığı sıralarda; Yeniköy’de kayınvalidesinin yazlık olarak kullandığı tarihi köşkte iki oğlu ile yaşamaya devam ederken, para darlığı çektiği dönemde, reklam filmi yönetmeni bir arkadaşı onu sete “çevre düzenlemesi” yapması için davet ediyor. Bir ev tekstili üreticisinin masa örtülerinin tanıtılacağı reklam filmi için mizansen olarak üç farklı sofra (kahvaltı, zengin akşam yemeği ve çay-simit sofraları) kurulması gerekiyor.
Büyüdüğü ve yaşadığı ortam nedeniyle bu tür bilgiler Yazarımız için günlük yaşamından bir kesit aslında. Kurduğu masa düzeni öyle çok beğeniliyor ki, kendisine yeni bir iş alanı açılıyor ve uzun yıllar, tam on beş yıl boyunca film, dizi ve reklamlarda çevre düzenlemeleri ve sanat yönetmenliği yaparak bol para kazanıyor. Hatta bu dalda Tiyatro ve TV Yazarları Derneği tarafından verilen (1988-89 yılı) televizyon başarı ödülünü kazanıyor.
İşte; o gün, ilk ücretini aldığında, köşke komşu olan esnafa (bakkal, kasap ve manav) olan borcunu ödedikten sonra kalan parasıyla iki kalem pirzola alıyor ve eve geldiğinde, köşkün hizmetlileri karı kocaya, “pirzolaları ilkokul çağında olan iki oğlu için pişirmelerini, kendileri için pilavın yeterli olacağını” söylüyor.’
Yazarın bu anısını hem anılarının ikinci cildi “Hüzün’de, hem de bir söyleşisinde okumuştum. Detaylarda bazı küçük farklılıklar olmasına rağmen mealen aynı şeyi ifade ediyordu: Kendisini gelini olarak istemeyen kayınvalidesinin antika eşyalarla dolu ama çatısı akan, kaloriferi olmayan, muhteşem manzaralı tarihi köşkünde “Şahane Züğürtler” hayatı…
“Şahane Züğürtler” tanımı da, sevgili yazarımıza ait.
1917 Devrimi sonrası Rus asillerinin göç ettikleri ülkede aç kalmamak için yapmayı en iyi bildikleri şeyden para kazanma öyküsü. Parasız ama aristokrat çift, zengin ama görgüsüz bir ailenin köşküne hizmetçi ve uşak olarak işe başlar…
Ah! O “Şahane Züğürtler” ki; TV’de izlediğim yabancı örneklerinin yanı sıra, siyah beyaz film olarak uşak rolündeki Ayhan Işık’ın ve sahnede aynı rolde izlediğim Haldun Dormen’in performanslarını asla unutamam.
İkinci gece hızımı alamadım anıların 3. cildini Hayal’i okudum. Yazma hevesini, kitaplarının yayınlanma serüvenini okurken, üretkenliğine, özgüvenine, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji (Robert Kolej) ve aile çevresinin renkliliğine, arkadaşlık ilişkilerini sürdürme becerisine imrenmemek mümkün değil.
Bu arada yukarıda ikinci kez okuduğumu söylediğim Handan’ a haksızlık olmasın diye romandan biraz bahsetmek istiyorum.
Her ne kadar yazarımızın betimlediği karakter bencil, doyumsuz, hırslı ise de aile bağları konusunda duyarlı. Politik görüşü ve duruşu yok, düzenle uyumlu, kendi tekerinin dönmesi dışında hiç bir konuyu umursamıyor ve düşünmüyor. O kadar ki; Miami’de erkek kardeşinin hastane odasında sadece özel istekleri karşılansın diye, sorumlu hemşireye verdiği çikolata ve kolonya vb. ufak tefek hediyelerden söz ediyor ve yeni bir isteği karşılamadığında da hemen verdiği hediyelerden pişmanlık duyuyor.
Biz, bu memleketin insanları bu tür armağanları ‘rüşvet’ olarak mı veriyoruz, yoksa ‘kalbi teşekkürlerimizin bir ifadesi’ olarak mı?
Ayrıca, Handan karakterinin aşk tutku ve hırs kavramlarının içi boş. Handan; şımarık ve yüksek egolu, kendini fazla önemseyen bir genç kız/genç kadın olarak tüm kitap boyunca aynı tempoda anlatılmış.
Handan; ortaokul yıllarından itibaren ilk aşkı olan Nedim, burslu öğrenci olarak ABD’ye giderken, kendisine evlenme teklif edip, söz/nişan yapmadı diye büyük aşkından çok kolay vazgeçebiliyor.
İlk aşkının uzaklara gitmesinden sonra, Handan’ın, İstanbul’da mimarlık okuduğu sırada, orta yaşlı proje hocası ile aşk yaşayıp, hamile kaldığı için hızla evlenmesi ve aynı hızla boşanıp, okulunu değiştirip, Ankara’ya Grafikerlik bölümüne geçiş yapması ve tüm bu olaylar için sadece bir yıl harcamış olması da pratik olarak mümkün değil.
İşte, tam da bunun gibi ayrıntılar zaten sadece olay akışına dayalı bu ‘kolay’ romanlardaki hikâyelerin gerçeklik duygusunu zedelemektedir.
Bir diğer çelişki ise; bu kendini çok alımlı bulan, istediği erkeği elde edebilen yüksek özgüvenli kadın hakkında, dörtlü serinin diğer romanlarında, son sevgilisinin ve diğer karakterlerin Handan’ın arkasından iri yapılı olması nedeniyle “dana, kadana, koca deve, itici vb.” aşağılayıcı tanımlamalar kullanması gerçekten yadırgatıcı…
Handan’ın iş ortağı da olan, son sevgilisi (Baba karakteri İlhami) serinin dört kitabında da yakışıklılığının yanı sıra kültürlü, seçkin, zevkli, sakin, dikkatli ve nazik bir erkek olarak tekrar tekrar anlatıldığı halde, yatağını paylaştığı, işini birlikte geliştirdiği kadın için “dana” sıfatını kullanması “İlhami” karakterinin tüm asaletini yerle bir ediyor.
Gezi direnişi sırasında Miami’den birlikte geldiği 18 yaşındaki yeğeni gözaltına alınan Handan, avukatının da önerisiyle mahkeme gününe kadar İstanbul’dan uzaklaşır ve yazarımızın da yazlık evinin bulunduğu Urla’ya gider.
Urla’da, tesadüfen bir kitapçıda İlhami’nin kızı Derya ile karşılaşan Handan; ayaküstü sohbette, serinin üçüncü kitabında (Dönüş) geçen olayları Derya’dan dinler ve babasının bağ evindeki akşam yemeğine katılması davetini kabul eder.
Handan’ın bir sonraki paragrafında aradan bir yıl geçtiğini öğreniyoruz. Gezi Parkındaki zorlama anı pikniği sırasında, Handan’ın yeğeni ile konuşurken sarf ettiği tek bir cümleden, “geçen sene, bağ evindeki akşam yemeğinde; pek de iyi anılara sahip olmadığı eski ortağı ve eski sevgilisi “Baba” karakterini yani İlhami’yi kendi şarabını üretmek konusunda ikna ediverdiğini ve henüz haziranın ilk günlerinde (Gezi’nin yıl dönümünde) oldukları halde, her nasılsa üretilmiş olan şarapların tanıtım işini üstlendiğini ve birkaç gün içinde tanıtım dosyasının son halini alacağını öğreniyoruz.
Gezi direnişi sırasında simgeleşen kırmızı elbiseli kadına gönderme yaparak, yeğeninin de aynı olaylarda kırmızı elbise giymesini öne çıkararak, romanın akışını zayıflatmasından acaba hiç söz etmeseydim mi?
Ama İlhami’nin odasına her girişinde kapıyı “kedi tırmalar” gibi çalan Handan’ın, İlhami’yi sinir eden bu özel tınılı hareketinin “Gizli Anların Yolcusu” adlı romanda 3-4 kez geçtiğini hatırlatarak, yazarımızın kişisel anılarında, annesi Sitare Hanım’ın kızı Ayşe’nin odasına girerken kapısını “kedi tırmalar” gibi çaldığını öğrendiğimde bir parça bozulduğumu söylemeliyim. Belki romanda defalarca tekrarlanmamış olmasa, anıları okuduğumda bu kadar dikkatimi çekmeyecekti.
Bu noktada kişisel deneyimlerimi paylaşmak isterim. Aynı projenin farklı boyutlarında görev yaptığımız sırada, Ayla Kutlu ile bir kaç kez toplantı masasında karşılaşmıştım. İlk seferinde; sevdiğim bir kadın yazarla, üstelik Mülkiyeli de olan hanımefendi ile karşılaşmaktan çok heyecanlanmış, sevinmiştim. İşle ilgili doğrudan hiç muhatap olmamız gerekmedi. Ancak; toplantılardaki tavrından, bir tür korunma kalkanı arkasına çekilmesinden, yapıcı ve çözüm odaklı olmamasından etkilenmiş ve üzülmüştüm. Bir süre sonra bizim projeden ayrıldı. Bir daha da karşılaşmadım ama kitaplarını da bir daha okuyamadım.
İkinci örneğim ise Mehmet Eroğlu’nu UMAG yazma seminerinde Hocam olarak tanımamla ilgilidir. Bu konu ayrı bir yazı gerektireceği için şimdilik şunu söylemekle yetinmek istiyorum: O tarihe kadar yayınlanmış tüm romanlarını okumuş olduğum sevgili yazarımın kurgusal metin (roman, öykü) yazmak için olmazsa olmaz formüller önermesine çok şaşırmıştım. Mutlaka metinlerin içine konuya yakışan mitolojik bilgi, gökyüzündeki yıldızların adı, müzikteki makamlar, klasik müzik alanından ünlü eserlerin adlarının yerleştirilmesini öneriyordu Hocamız. Ayrıca; “süslü/ilginç/anlamlı cümle” merakı da vardı Mehmet Eroğlu’nun. Zengin anlamlı ilginç cümleler kurmamızı, bu tür cümlelerden oluşan listemizin, yazacağımız metinlere yerleştirmek üzere derin anlamlı cümlelerden oluşan depomuzun olmasını öğütlüyordu. Bir cümlenin tüm metni kurtaracağını iddia ediyordu.
Bir edebi metnin içine bu tür bilgiler sıkıştırmayı en hafif deyimle, “ukalalık” olarak yorumluyorum. Ama siyasi duruşunu sevdiğim için, romanlarının erkek kahramanlarının sadece adı değişerek, kişilik olarak tıpatıp aynı kalan kitaplarının ilk baskılarını okumaya devam ediyorum.
Şüphesiz romanlarının eski sihri bu arada kaçmış oldu. Derslerde önerdiği formüllerin uygulanmış halini her yeni kitabının sayfalarında buldukça, kurgusal bir metin yazmak için var olan cılız hevesimi de kaybettim.
Gençlikte tanıdığım ve kişiliğine hayran olduğum bir kadın şairimiz ile ellili yaşlarımı bitirirken, yeniden buluştuğumuzda, o duyarlı mısraları yazan kadını bulamadım ve benmerkezci, yorgun kadına üzülerek de olsa uzak durdum.
Bu deneyimlerimden sonra, sevdiğim edebiyatçılarla tanışmamam gerektiğine karar verdim. Beni sözcükleriyle, anlatımıyla, hikâyeleriyle büyüleyen yazarlarımın kişiliklerini ve yaşanmışlıklarını çok fazla bilmeme hiç gerek yoktu.
Galiba Ayşe Kulin’in de hem dönem romanlarında (Nefes Nefese, Veda, Umut) ailesinden söz etmesi, hem 3 ciltlik anı kitabı yazması, hatta Nazım’a saygı kitabının bile anılarından oluşması beni etkiledi.
Anılar nerede bitiyor, edebiyat nerede başlıyor, bilemez oldum.
Keşke; anılarını yazıp, iyice yaşlandığında son kitapları olarak yayınlasaydı. O zaman kurgu kitapları, dönem romanları daha etkileyici olabilirdi. Benzer ayrıntılara rast geldikçe; “Ah ben bunu daha önce de okumuştum” duygusu gelip çörekleniyor kitapla aranıza. Bir edebi eserde olması gereken “özgünlük” hissi yitip gidiyor.
Handan’da ilginç olan tek husus; Halide Edip Adıvar’ın Handan adlı romanı ve hikâyenin başkarakteri ile paralellik kurulması olmuş.
Aslında; ünlü roman kahramanlarının veya vefat etmiş yazarların güncel bir romana davet edilmesinin yazınımızda başka örnekleri de var. Üstelik anılarında ifade ettiğine göre, bu konuyu işlemesi, yayın temsilcisi tarafından önerilmiş.
Kurtuluş Savaşımızın onbaşısı Halide Edip Adıvar’ın; Osmanlı’nın son günlerinde yaşayan bir genç kadının iç dünyasını anlattığı romanda; “Handan” karakteri, kadının cinsel istek ve iştahından ilk kez söz eden ve aynı zamanda en yakın arkadaşının-kuzeninin kocasına âşık olunca, iffetini korumak adına, kendini ölüme bırakan akıllı, kültürlü bir kadın olarak betimlenmiş.
Bizim söz ettiğimiz Handan romanındaki en tutarlı ifadeler de, Halide Edip’in romanından çıkıp gelen Handan’a ait zaten.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir