Anılmak İstediler

 

                                                                                                                           Emekçi- işçi kadınlara ve Cortazar’a

 

     Sanki
Kurumuş yapraklar
Kurumuş yapraklar ardında
Buz sarkıtları arasında

   Dans ediyorlar rengârenk,

      Dünyayı umursamadan
Yaşa!

Der gibi…

Altmış yaşına girdiğim bu yılda, beş yaşındaki torunumla, büyükannelerden kalma, asırlık taş konağa gitmek istediğimi söyledim oğluma.

 

Fotoğraf makinesi boynumda, Azad’ın elini tuttum, yürüyoruz.

 

Taş binamızın perspektifi ile binamızla birleşikmiş gibi görünen arka görüntüdeki taş binaların renk uyumunun korkutan bir yanı var; bulutlu gökyüzünün griye çalan rengiyle bulutların arasından inen ışık huzmesi, etrafın dokusunu farklı gösteriyor; bina bu görüntülerle fabrikayı andırıyor.  

 

Gökyüzünün grisi ile konağın kül rengi taşları denge-uyum içinde.

 

Yolun solundaki çınar ağaçları, sağındaki çam ağaçları, ritim ve doku fotoğrafı için oldukça elverişli. Çevre, kompozisyon öğelerinin neredeyse her birini barındırıyor, bu öğeleri göze taşıma isteği gönlümde iyice artınca, fotoğraf çekmeye başladım.  Azad,  “A bak anneanne,” derken, çınar ağaçlarının altında, zamana yenik düşmüş, hırpalanmış, meşe kasası olan dedelerin at arabasını işaret etti; irdelemek istedi sanki geçmişi; o sordu ben anlattım…

 

Bir saat önce piste inen uçağın hızla ilerlediğindeki sarsıntısı, taşlı yolda giden at arabasının sarsıntısını anımsatmıştı!

 

Oldukça büyük, çiti olmayan, beton zemini siyaha çalan, dış bahçeli konağın; iç bahçeyi çevreleyen yüksek taş duvarlarının ortasındaki pas tutmuş demir kapıyı, eski tip anahtarımla açtım. Karanlık koridordan ilerliyoruz. Solumuzdaki holden büyük taş fırını olan mutfağa ulaşıp yanımızda getirdiğimiz kumanyayı bırakıp meşe kapıdan geçip gri baklava desenli taş zeminli, uzun dar ikinci koridordan, koridorun sol tarafında, camları yan bahçeye açılan, L şeklinde sıralanmış beş odanın büyük yatak odasına gidip orada dinleniyoruz. Sonra yatak odasının yanındaki koridordan dışarı açılıyormuş hissi veren kapı ve kapının ardındaki yukarı doğru kavisler çizen meşe merdivenler, taşları islenmiş huniyi andıran kuleye götürüyor bizi. Girmemize pek izin verilmeyen müze kuledeyiz. Azad yanından ayıramadığı oyuncağıyla yere oturdu, oynuyor. Camdan dışarı baktım, denizin ufku belli belirsiz görünüyor, martıların sesleri az da olsa duyuluyor. Kule odada, ceviz ağacından yapılma kitaplık, kitaplığın önünde masa, masanın yanında ön ayağı kırılmış, güç alırcasına duvara yaslanmış ağaç bir sandalye var. Masanın üzerinde; gül ağacından el işçiliği ile yapılmış, gonca motifli sigara tabakası hala tütün kokarken, arkasına [1830] rakamı kazınmış, dedelerden kalma köstekli saat 22.00 de durmuş.  Camı kırılmış siyahi gözlüğün, kitabın ve diğerlerinin simetrisi her zamanki gibi…

 

Pencerenin yanındaki eskimiş kanepenin her motifinde büyükannenin izi var ve izler çalınmış hayatlar gibi hüzün kokmakta…

 

Azad’ın zoruyla geldiğim, el değirilmemiş bu müze odanın, tozlanmış raflarındaki sıcaktan kavrulmuş kitaplarına, bakıyorum. Azad alt rafın kitaplarını karıştırırken bulduğu, yaprakları sararmış, küçük mor bir defteri düşürüyor. Alıp bakıyorum, günlüğü andırıyor, iki ayrı kalem iki ayrı elle yazılmış sözler, yazılar var.  “Çocuktun oysa on üç-on dört saat bıkmadan, usanmadan, yorulmadan dikiş dikerdin. Azminin, güzelliğinin, aşkının büyüsüne kapılıp direndim aileme… Sınıf farkı, dediler, dinletemediler. Ben de sana dinletemedim. Orada olmamalıydın. Olmayı seçtin. O kapılar hiç açılmamasına sürgülü kalacak” Büyük harflerle SON yazılıp devam edilmiş son sayfaya ; “Annen olmadan yapamam!”

 

Mırıldanıyorum; kendinden vazgeçmiş zavallı saplantılı dede!..

 

Sırlar er ya da geç gün yüzüne çıkarmış. Azad ile gelme nedenim buymuş demek ki; büyüklerin nasıl öldüğü.

 

“Acıktım anneanne”, dedi Azad

 

Mutfaktayız; taş ocağın yanındaki tezgâha bıraktığım erzakları çantadan çıkardım, geçen seneden kalan çıra ve odunları üst üste yanacak şekilde dizdim, kibritin ateşini verdim çıraya… Gece oldu. Mutfaktan yatak odalarına doğru, sağımızda kalan açılmamış kapıların olduğu odalara uğrayamadan, yürümeye başladık. Çocukluğumdan beri merak edip dururdum, o suskunluğun odalarını.  Hiç açılmadı. Açılmasına izin verilmedi. Anahtarı da yok.

 

Köşedeki büyükannenin antika dikiş makinesi, sağlam duruyor.  Şiirler yazıp söyleyen annemin, makinenin yanındaki, küçük yuvarlak masasına oturdum, eski günlerdeki gibi. Günlüğümü çıkardım. Ben yazarken, odayı aydınlatamayan ampulün ışığında, Azad uyudu. Oyuncağı elinde, tatlı tatlı gülümsüyor. Sarılasım geldi.  Az ışıklı ampulün anahtar düğmesini kapattım. Mor ışık veren gece lambasını açtım. Uzandım torunumun yanına. Aldım koynuma, evlat kokulu torunumu. Ortalık ıssızlığa bürününce uzaktan gelen martıların sesi ve köpeklerin ulumaları duyulur oldu. Gözlerimi kapadım. Uyudum.

 

Açılmayan kapıların en büyük salonundayım. Duvardaki, rengi atmış, sararmış, kavrulmuş siyah beyaz fotoğraflardaki işçi kadınların yüzleri isli. Duvarlardaki isimler,  tarihler, duvarlara kazınmış şiirler sözler belli belirsiz, silinmek üzereler. Martı resminin kazındığı resmin altındaki şiiri okumaya çalışıyorum. Yazı tanıdık gibi. Benim mi? Olamaz! Hiç giremedim ki…

 

 

Mart-ı

Sekiz mart bin sekiz yüz elli yedi katliamında
Kül olmuşsa yüz yirmi dokuz işçi martı
Nasıl kutlarım sekiz martı

Yeryüzü savaşlarında
Havada bedenlerin yanık kokusu hala

Durmamışsa;
Nasıl kutlarım sekiz martı

Ellerinde kalemleriyle
Yarının kadını olamayan
Adsız kız çocuklarının çığlıkları

Durmamışsa;
Nasıl kutlarım sekiz martı

Martılar, martı olduklarına mahcup
Martıların çığlıkları
Deniz-leri ağlatırken

Nasıl kutlarım sekiz martı

 

Zincire bağlanmış kurt köpeği zincirini kırdı atladı üstüme doğru. Bana mı atladı yoksa özgürlüğüne mi?  Bana atlar mıydı? Yaşadığım sürece dostuyum ben onların.  Dost olarak kalmaya da devam edeceğim. Orasını anlayamadım. Çekildim. Yok oldu. 

 

-Saniyeler geçti mi, geçtiyse ne çabuk, saniyeler rüyanın işgüzarlığı mı?

 

Yüksek tavanlı çelik kirişlere asılı, eğrilmiş yünler, zemine kadar uzanmış. Yünlerin arasında irili ufaklı martılar.

 

Martıların çığlıkları susmuş, sesleri kısılmış.

 

Camları kırılmış pencerelerde, karabaşlı isketeler sıralanmış.

 

Dışarının sesi içeriye, içerinin sesi dışarıya doğru uğulduyor. 

 

Yanan renkli yünlerin arasındaki taş masa, duvarların taşıyla aynı renkte. Uzanmışım, gencim; çocuk yaşta,  arkaya kalemle tutturulmuş saçlarım; kızıl, yüzümdeki yanıklar taze;  kırmızı, giysim kefeni andırıyor;  beyaz, yumuk güzlerim;  ela, beyaz pelerinleriyle çevremde dolaşan,  derin çizgileri olan, saçları ağarmış, çikolata renkli Kızılderililerin en yaşlısı; yüz altmış yaşında.

 

Alevler yükseliyor… Orada uzanan büyükanne mi?  Etrafında onlarca grup hareler çiziyor…

 

Belli belirsiz sesler kulağımda…

 

“Gecelerin rüyası gündüzlerin gerçeğini anlamak içindir.”

 

Öleceksin, … Dedi, öldüm.  Ama duyuyordum onları, olanları

 

“…yanında götüremeyeceksin.” “Neyi götüremeyeceğim?”

 

Duyuramıyordum ki…

 

“Yardım etmeye devam et. Şimdilerde yardım etmek unutuldu. Sen demedin mi daha dün, buz sarkıtlarının arasındaki kuru yapraklara fotoğraflarla hayat verirken? Dünden bu güne ne kaldı anılardan başka diyen.”

 

Buzlar eridi, su dolmaya başladı salona; insan bedenlerinin yanık kokusuyla birlikte…

 

“Kalk canlan. İşin çok.  Kimilerinin başaramadığını sen mi başaracaksın, demeler derdin olmasın. Başar!” dediler, yardım etmeden gittiler.

 

Yanan yünler söndü…

 

Kalkamıyorum, çok soğuk. Soğuk içimdeki yangını bastıramıyor. Önce yüz yirmi dokuz martı geldi. Sonra sekiz martı. Gagalarıyla su damlacıklarını yüzüme taşıdılar. Suyun saflığıyla gözlerim açılmaya başladı. Sonra da taşıdılar beni dışarıya. Kırık kanatlarını çırparak uzaklaştılar.

 

Hava dönmüş! Göğün ışığı gecenin karanlığını aralıyor. Gök gürültüsü duyuluyor.

 

-Uyanığım. Kıpırdayamıyorum. Ölü müyüm?  Diri miyim? Anlayamıyorum.

 

Karabasan bastırdıkça bastırıyor.

 

Kalkabildim, pencereyi açtım, temiz havayı içime çektim. Rüyanın içime bıraktığı yangın devam ediyor,  orada daha fazla kalamazdım. Torunumu aldım, güneş doğmadan yola koyuldum. Yolda doğdu güneş, yolumuzun üstüne…

 

Evimdeyim.

 

-Bu nasıl rüya görmek, anlat anlat bitmiyor, bu nasıl rüyaydı, rüya içinde rüya; roman gibi.  Ne taş konağımız var, ne beş yaşında torunun ne de gittin. Öğlen uyursan… Dedi oğlum.

 

-Rüya bu oğul, bugün sekiz mart; demek ki martılar, anılmak istediler! Bak, gök gürlüyor, şimşek çakıyor, yağmur başladı.

 

-Azad!

 

-Evet, Azad var. Sekiz gün önce, Beykoz’da, deniz kenarında, gördüm onu, sevdim dokundum ona, gülen kara gözlerine baktım onun,  konuştum onunla,  o; patik, lif gibi şeyleri örüp onları az Türkçesiyle, az parayla, sokaklarda satmaya çalışan genç kadının beş yaşındaki güzel oğlu.

 

Bir dize de Azad’a yazmak istedim rüyayı öyküye dönüştürürken ya da aynı anın üç ayrı zamanını…

 

 

 

 

 

Azad

Güneş doğdu Azad!
Bu günün sabahında

güneşin kızları 
yüz yirmi dokuz martı, 
sekiz martı ile el ele tutuşup
yolumuzu aydınlatmakta.

Yüz otuz yedi martı
gökyüzüne
güneşin rengiyle

 not yazmakta!

 

 

 

Güler Demir

8.3.2017/01.03 – 3.3.2021/19.29

Resim: Ogün Kızmaz

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir