ANGEL

Banyo siyah beyaz granitlerle kaplıydı. Tavandan sallanan bir kement parmaklarının ucuna kadar uzanan yüzükler vardı. Terden sırılsıklam olmuştu. Lavabonun üzerindeki aynada kendini görmek istedi, göremedi. Eliyle buğulanmış aynayı sildi. Her silişinin ardından, aynanın yüzeyindeki buğu daha da yoğunlaştı. Buğuyu çıplak elle yenemeyince soyundu, simsiyah bir şah oldu. Aynı şeyi fanilasıyla tekrarladı. Ne yaparsa yapsın olmuyordu. Buğu geçilmez bir zırhtı. Son hamlesini yaptı, aynayı olanca gücüyle yumrukladı. Lanetli ayna kırılmadı bile. Sadece tam ortasında küçük bir boşluk oluştu. Boşluğun içinden bir cenin çıktı. Cenin embriyoya, embriyo bebek kafasına dönüştü.

Ürktü, köşeye sindi, sırtını duvara yasladı, dizleri büküldü. Minik bebek yalvarıyordu hadi baba. Nefes alışı hızlanmıştı. İçi bulandı, gözleri karardı, bedeni yaprak gibi titremeye başladı. Bebeğin kafası kan topu olup patlayınca parçaları klozete düştü, yok oldu. Korkudan gözleri fal taşı gibi açıldı. Göz bebekleri yuvasından çıkıp kirpiklerinin ucu kaşlarının altına yapıştı, her yerine kan bulaştı.

Gölge oldu doğruldu. Can havliyle musluğu tuttu. Musluğun soğuk metali ellerini yaktı, yanan elleri suya kavuştu. Avucundaki suyu yüzüne götürdü, su yüzüne değdi, parmakları kayarak düştü. Düşen parmaklarını yakaladı. Parmak uçlarından kan damlıyordu. Aynaya bir daha bakınca kendini buldu. Buğu açılmış, yüzü kan içinde kalmıştı. Musluktan akan su değil kandı. Koşarak kaçtı.

Arabasının silecekleri telaşlıydı. Önündeki araç aniden durunca çarpma sesi kulaklarını doldurdu. Başı dikiz aynasına vurdu, gözleri kapandı.

Birkaç saat sonra sekreteri onu kafasında sargıyla görünce, ‘önemli bir şey yok’ diyerek, kadını savuşturdu. Odasına girdi, telefonu çaldı. ‘Randevularımı iptal et, evine git’ dedi.

Koltuğuna oturup başını masanın üzerine koydu. Bir dergi yere düştü. Düşen dergiye uzaktan baktı, ön kapağında  ‘Ağlayan çocuk’ tablosu vardı.

Queen Mary Hukuk Fakültesi’ni bitirdiği 1984 yılının sonbaharında, The Sun gazetesi, Margaret Thatcher’ı ve onun neo-liberal politikalarını desteklemekten fırsat buldukça, İtalyan ressam Bruno Amadio’nun, tüm dünyaya yayılan, ‘Ağlayan Çocuk’ tablolarını kendine iş edinmişti. Gazete edindiği diğer işler gibi, bu konuyu da iyi şişirmiş, birkaç itfaiyeciyle yapılan haberlerle, yanan evlerde, yanmayan tek şeyin ‘Ağlayan Çocuk’ tabloları olduğu dedikodusunu, kısa zamanda yaymayı başarmıştı. Bunu ülkenin, hatta dünyanın farklı yerlerinden gelen, birbirinden inanılmaz haberler takip etti. Neredeyse herkes, evinde bu tabloları bulundurmanın, felakete sebep olacağına inanmıştı. The Sun okuyucularına yaptığı duyuruyla, ellerinde bulunan ‘Ağlayan Çocuk’ tablolarından kurtulmak için bir kampanya başlattı.

1985 yılının Cadılar Bayramı’nda, bu tablolardan kurtulma cesareti gösteremeyen, binlerce The Sun okuyucusunun yolladığı, ‘Ağlayan Çocuk’ tabloları,  gazete binası önünde yakılarak, lanet, evlerden ve iş yerlerinden defedilmiş oldu.

Düşen dergiyi yerden kaldırdı. Masasının üzerindeki telefona uzanıp numarayı çevirdi. Uçtu, sevgilisinin penceresine kondu…

Ondan gelen telefon çalmadan önce, Sophie kahvesini alıp ağır adımlarla balkona çıkmış, iskemlesine henüz oturmuştu. Ruhu yorgun, gözlerinin altı mosmordu. Yerinden güçlükle kalkıp çalan telefona cevap vermek için salona geçti.

Sophie onunla konuşurken, o kendi sesini duydu.

‘Doktorla randevun kaçta?’ diye sordu

Sophie,

‘Biraz sonra evden çıkacağım’ dedi.

O sırada gece yatağını paylaşan kedi yavrusu sessizce, Sophie’nin açık bıraktığı balkon kapısından geçerek masanın üzerindeki kahve fincanını yere düşürdü.

Sophie telefonu gelişi güzel kapatıp aceleyle balkona koştu. Minik kedi yere dökülen kahveyi yalarken, sabahki sağanakta ıslanan kuşlar, yaprakları dökülmeye başlayan ağaç, bahçe çitini onaran yaşlı adam, bir anda Sophie’nin bulutlu gözlerinden süzülen yağmurun altında kaldı.

Dışarıdan gelen çocuk seslerinden irkilip yavaşça iskemlesine oturdu, karnına dokundu. İçindeki canı hissetti. Minik kedi aniden, kahveye bulanmış patileriyle sıçrayıp kucağına çıkınca, iskemlesinden çabucak kalktı. Kirlenmiş elbisesini değiştirmek için kapıya doğru giderken, kırılmış porselen parçacıkları ayağına battı, kanadı. Karnına sıkıca sarılıp ağlayabildiği kadar ağladı.

Daha fazla dayanamadı. Uçtu, ofisine geri döndü…

Telefon kulağına yapışmış gibiydi. Uzaklardan, kuş sesleri arasında Sophie’nin hıçkırıklarını duyabiliyordu. Dizlerinin bağı çözülünce, yere çöktü. Dergideki ağlayan çocuğun gözlerine bir kez daha baktı. Çocuk, ‘Hadi baba, yalvarırım hadi’  derken, gözlerinden yaş değil, kan damlıyordu.

Güçsüzdü.  Annesini aradı. Annesinin sesini duyunca kendini güvende hissetti. Damdan düşer gibi, ‘Hamile olduğunu öğrendiğinde sevinmiş miydin?’ diye sordu. Annesi hiç duraksamadan, ‘Bu nasıl soru? Seni beklerken günler geçmek bilmedi’ dedi. ‘Ya babam’ kadın güldü. ‘Ah şu erkekler!  İlk duyduklarında, nerdeyse korkudan dehşete düşüp kendilerini, altlarını ıslatmış çocuklar gibi suçlu hissederler. Yüzlerine aptal ve şaşkın bir ifade yerleşir. Dokuz ay boyunca ben seni taşırken, baban her gün doğurdu. Kucağına aldığındaysa, İskender gibi mağrurdu’.  Kadın birden durup ‘sen bunları neden soruyorsun?’ diye çıkıştı. Cevap vermedi. ‘Diğer hattım çalıyor’ deyip, telefonu kapattı. Tekrar Sophie’yi aradı. Telefon açık kaldığından sürekli meşgul çalıyordu.

Başı önüne, gözyaşları yere düştü. Çabucak kalktı, koltuğun üzerindeki ceketini alıp dışarı çıktı. Yoldan geçen ilk taksiye bindi. Trafik sıkışınca inip koşmaya başladı. Kliniğin önüne yaklaştığında, uzaktan Sophie’yi gördü. Geciktiğini anladı, taş oldu, durdu.

Dünya devrildi, zaman büküldü…

Ayağına tüylü bir şey değdi, gıdıklandı. Çok geçmeden küçük bir dilin sağ şakağını yaladığını fark etti. Miyavlamalar arasında, oğlunun sesi kulağına geldi. ‘Hadi baba, uyan hadi! Yalvarırım uyan. Bugün basketbol oynayacağımıza söz vermiştin’

Gözlerini açtı, yatağının içindeydi. Stockholm’den geç vakitte dönünce, üzerini çıkartmadan uyuyakalmıştı.

Angel yanı başında, oğlu elinde basketbol topuyla, ayakta bekliyordu. Onu kolundan tutup yatağın içine çekti, sıkıca sarıldı, öptü.  Çocuk, ‘hadi geç kalıyoruz. Sen hala yataktasın’ deyince, gülümseyip onun saçlarını okşadı.

Kalkıp doğruca banyoya gitti. Lavabonun üzerindeki aynada kendine baktı, saçları darmadağın, kıyafetleri iyice kırışmıştı. Az önce gördüğü şüphesiz bir kâbustu, yaşanmış bir kâbus.

Parmağındaki yüzüğü çıkarmadan çabucak duşunu aldıktan sonra eşofmanlarını giyip mutfağa indi. Oğlu masanın etrafında basketbol topunu zıplatırken, ekmek kızartan karısının arkasından yaklaşıp beline sarıldı. Öpüp ‘günaydın’ dedi. Buzdolabından çıkardığı sütün bir kısmını kedinin önündeki kâseye, bir kısmını da oğlunun bardağına doldurdu. Çocuk, ‘ben artık büyüdüm, çocuklar süt içer’ diye huysuzlanınca, kediyi göstererek, ‘aynı yaştasınız ama o hala içiyor’ diye karşılık verdi. Oğlu, yüzünü düşürüp, ‘o kedi ama…’ diye itiraz edecek oldu. ‘Hayır, hayır o kedi değil. O bir melek’ diye düzeltti. Çocuk sokaktan gelen araba gürültüsünü fırsat bilip pencereye koştu. ‘Yaşasın James ve babası geldi. Hadi acele edelim’ deyip, basketbol topuyla birlikte dışarı fırladı. Oğlunun peşinden gitmek isteyen karısını tuttu, içeri çekti. Onu kollarının arasına alıp boynundan öperken, kulağına ‘o gün randevuya geciktiğin için Tanrıya şükürler olsun’ diye fısıldadı.

Sophie kapıdan henüz çıkan kocasını uğurlarken, ayağına sürtünen kediyle göz göze geldi. Yerdeki kediyi kucağına alıp kocasının ardından, ‘bir teşekkür de Angel’a borçluyuz’ dedi. Adam ardına dönmeden, kollarını iki yana açıp neşeli bir sesle, ‘sana söylemiştim, nedimelerinden biri o olmalıydı’ deyince, kedi onaylar gibi miyavladı.

 

 

 

2 thoughts on “ANGEL/ Bülent Buyruk

  1. Öykü Yazarı dedi ki:

    Çok güzeldi. İnsanı böyle tersyüz eden hikayeleri seviyorum. Buzzatti Cortazar Poe daki gibi heyecanlandırdı beni hikayeniz. Elinize sağlık.

  2. Bülent Buyruk dedi ki:

    Yorumunuz için teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir