DUVARIN ARDINDA

Derin bir nefes aldı Açelya. Heyecanı ve mutluluğu adeta gözlerinden okunuyordu. Bu, onun için bir ilkti. Onca zamandır oturduğunu hayal ettiği o sandalyeye artık oturmuş, yönlendirme sesini bekliyordu. Sonunda, sağ kulağının arkasına yerleştirilen cihazdan,            ‘ışıklar kapatılıyor’ sözünü duydu. Yumuşak ve sakin bir sesti bu, annesinin sesiydi. Daha rahat olması için bu şekilde ayarlanmıştı.
Karanlıktan korkmuyordu, yine de boynundaki yeşil yapraklı kolyesine gitti eli. Gözlerini kapattı. Gerginken hep böyle yapardı.
Gözlerini açtığında kahverengi, ıslak ve yumuşak bir zemindeydi. Karşısında yüksek bir duvar, duvardaysa beyaz bir kapı vardı.
Kapıyı açtı, karşısında kızıla boyanmış uçsuz bucaksız bir yer görünce afalladı. Kalbinin, kirasını alamamış ev sahibi gibi güm güm vurduğunu hissetti. Tam o anda, hafifçe esen rüzgâr dokundu yüzüne. Bu dokunuş, aldı götürdü heyecanı, yerine içten bir tebessüm bıraktı.
Birden, annesiyle teyzesinin aynı şekilde gülümsedikleri duvara asılı olan fotoğraf geldi gözünün önüne, evet, burası gelincik tarlası olmalıydı.
Neşeyle geçti gelinciklerin arasından. Bir gelincik ilişti gözüne. Diğerlerinden farklıydı bu. Kırmızı değil, beyazdı. Yanına gitti. Aslında beyaz değil, tozpembe olduğunu gördü bizim yabancı gelinciğin. Eğildi, annesi çiçeklerin güzel koktuğundan bahsederdi hep, koklamak istedi. Güzel bir kokusu yoktu aslında. Pembe gelinciği koklarken kırmızı gelincikleri koklamadığını fark etti, hemen yere oturdu. Etrafındaki gelincikleri koklamaya başladı. Fark yoktu, hepsi aynı kokuyordu. ‘Bu çiçeklerin kokusu yok, ama annem yanlış hatırlıyor olamaz, diğer çiçekler mutlaka kokacaktır.’ diye geçirdi içinden Açelya. Başka çiçekler aramaya başladı gözleri. Yavaşça süzüldü gelinciklerin arasından. Açelya, bu kırmızı denizden ne kadar ayrılmak istemese de, başka çiçekler aramakta kararlıydı.
Kafasındaki birtakım düşüncelere dalmış, sonu olmadığına inandığı tarlayı geride bırakmıştı. Doğmakta olan güneş tam karşısında, Açelya’yı yanına çağırıyordu. Gözleri, henüz parlayamamış güneşe dalmıştı küçük kızın. Düşünceleri birden dağılıverdi. Yemyeşil bir kırdaydı şimdi. Papatyalar süslemişti yeşili. Kuşların şarkısı duyuluyordu. Artık keyfine diyecek yoktu. Sağ taraftaki pembe ağaca baktı. Ağacın çiçekleri vardı. Hızla koştu, ağacın altındaki kaya parçasına çıksa, en alçak dala uzanabilecekti. Öyle de yaptı. Sol eliyle ince bir dalı hafifçe eğerken, diğer eliyle de ağacın gövdesinden destek alıyordu. Burnunu çiçeğe yaklaştırdı. Kokusunu içine çekti. İşte bu! Harika bir kokusu vardı. Kapıdan girdiği ilk andaki heyecan tekrar sardı içini. Artık kuşların sesi daha da güzel geliyordu kulağına. Derken, kulağında annesinin sesi duyuldu yine. Annesi, ‘süre doldu’ diyordu. Üzülerek, dalların arasından görünen güneşe son kez baktı. Hüzünlüydü Açelya. Erguvanı öptü çiçeğinden, bahara veda etti.
Açelya, kaya parçasından indikten sonra geldiği yöne tekrar gitti. Duvarın diğer kenarında sarı bir kapı belirdi. Acaba kapının arkasında hangi mevsim vardı?
Bu sefer kapının önünde çok beklemedi. Kapıyı açtığı anda vücudunun ısındığını hissetti. Hemen anladı. Yaz mevsimindeydi.
Kumsaldaydı. Karşısındaysa eski filmlerdeki okyanus dedikleri mavi sonsuzluk vardı. Evet, bundan emindi, okyanus sonsuzdu. Gelincik tarlasından çok daha büyüktü.
Açelya’nın ayakları kızgın kuma daha fazla dayanamadı. Canının yandığını anlayan küçük kız, suya yaklaştı. Kum, burada ıslaktı.
Okyanus çok büyüktü, ama bu, onu korkutmadı. Çünkü su berraktı. Suyun altındaki küçük balık sürüleri ve deniz kabukları görünüyordu.
Çekinmedi, suya girdi. Yüzme biliyordu fakat ilk kez doğal bir suya girecekti. Düşünmeden atladı. Yüzebiliyordu. Tek fark, suyun tadının tuzlu olmasıydı. Nefes almak için yüzeye çıktı. Epeyce ilerlemişti. Su, artık omuzlarına geliyordu. Ne kadar ilerlediğini anlamak için arkasına döndü. ‘En az beş metre ilerlemişim.’diye geçirdi içinden. Sonra, bir gariplik sezdi. Devasa duvarın beyaz kapısından geçerek inmişti sahile. Ama ne duvar vardı karşıda, ne de kapı. Onun yerine, uzun uzun ayçiçekleri uzaktan Açelya’ya bakıyorlardı.
Sudan çıktı. Ayçiçeklerine doğru koştu. Çiçekler tepedeki güneşe dönmüşlerdi. Açelya gülümsedi güneşe. ‘Ne çok ısıtıyorsun sen öyle’ demek istedi, fakat duyacak mıydı güneş? Çiçeklerin sapına dokunmak istedi. Tüylüydü. Biraz da elini acıtmıştı. Sanki, küçük küçük milyonlarca tüy şeklinde dikenleri vardı.
Açelya, çiçeğin birinin boynundan tutabildi sonunda. Onu, yüzüne yaklaştırdı. Ortasındaki siyahlığa dokundu. Dokunduğu anda yere küçük taneler düştü. Çekirdekti bu. Yine annesi anlatmıştı çekirdeğin ne olduğunu. Hemen ağzına attı. Beklediği gibi sert ve tuzlu değildi, yumuşak ve sütlüydü sanki. Açelya zeki bir kızdı. Çekirdeklerin biraz daha sertleşmesi gerektiğini düşündü. Sonradan işlenirse de tuzlu olacaktı.
Tarlada gezerken, içini bir hüzün kapladı Açelya’nın. Bunca güzellikten mahrum bırakmıştı ataları onu. Ne düşünmüşlerdi ki? Ağaçları yok edip yerine gökyüzünü delip geçen binalar dikmek… Bir de bunu yaparken daha güzel bir hayat vadetmek… Buna engel olmak isteyen öngörülü birkaç grup dışında, insanlık bunu nasıl etik bulabilmişti? Akıl alır gibi değildi. Daha fazla düşünüp kafasını yormak istemedi, bu kadar düşünce bile onu ağlatmaya yetmişti. Hem, hisleri kayıt altına alınıyordu. Annesi, küçük kızının üzüldüğünü görürse, bir daha bu simülasyona girmesine izin vermezdi.
Gözyaşlarını sildi. Solundaki henüz kardeşleri kadar uzayamamış minik günebakana sarıldı nazikçe. Diz çöktü. Çok büyük bir sır verir gibi sessizce, ‘görüşmek üzere yaz’ dedi ve karşıdaki duvara doğru yürüdü.
Bu duvarın kapısı kırmızıydı. Açelya, hiç düşünmeden attı adımını. Birden rüzgâr, küçük kızın saçlarını dağıttı. Açelya yüzüne yapışan saçlarını düzeltti. Saçları gözlerinin önünden çekilince, ağzı açık kaldı. Kırmızılı, turunculu, sarılı birçok ağaç vardı burada. Gökyüzüne baktı, gök, bu sefer griydi. Başı döndü. Bir orman yolundaydı şimdi de. Mevsim sonbahardı. Yürümeye başladı. Kurumuş yaprakların çıtırtısı ninni gibi geldi. Üşümüştü ama dert değildi. Aksine bu, çok hoşuna gitmişti.
Kestanenin dikenli yemişi dikkatini çekti. İçini açtı, incelemeye başladı. Çok sertti. Bu nasıl yenebilirdi? Birden sırtında bir şeyin yürüdüğünü hissetti. O şey her neyse omzundaydı, dizine atladı. Kızın elindeki kestaneyi aldı. Kemirmeye başladı. Sevimli bir canlıydı bu. Kendisinden büyük, yumuşacık bir kuyruğu vardı. Açelya dokunmak istedi ama küçük canlı minik elleri ve ayaklarıyla tekrar ağaca tırmandı, gözden kayboldu.
Açelya, rüzgârla ağaçların melodisine ayak uydurmuştu. Bir yandan sekerek şarkı söylüyor, diğer yandan yolun iki tarafındaki her ağaca sarılmadan geçmiyordu. Dilinden düşmüyordu, annesinin öğretti çok eski, duygusal bir şarkı. Tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana, dönmeli yurdumda…
Yağmur başladı, hep görmek istediği bir şeydi bu. Fakat nedense gökyüzüyle birlikte o da hüngür hüngür ağlıyordu. Kafasından bir türlü atamadığı şarkının etkisinden midir, yoksa bu güzelliklerin zamanında insanlar tarafından yok edilmiş olması gerçeğini düşündüğünden mi bilinmez, birden bağırmaya başladı. Yuvadır  kuşlara, örtüdür toprağa, can verir doğaya, ormanlar yurdumda…
‘Mevsimlerin arttırılmış gerçeklik simülasyonu sonlandırıldı’ sesiyle uyandı. Bayılmıştı üzüntüden. Gözlerini açtığında annesi başındaydı. Konuşmak istedi Açelya, annesi buna izin vermedi. Annesi de sadece ‘başka bir zaman kışı görmek için yine geliriz’ diyebildi. Kapıdan çıktı. Kızının onu ağlarken görmesini istemiyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir