1977
Roman belki de novella demeliyim, yazarın ikinci kitabı. Atilla Buğra reklam yazarlığından gelen, yazın sanatının hiç de uzağında olmayan bir isim. Sektörde yaşanan sıkıntılar ve yaşamsal sorumluluklar birbirine eklenince kurumsaldan el ayak çekip şehri terk edenlerden. Şehirden uzak kalması sanattan ve edebiyattan uzak kalması anlamına gelmiyordu elbette, önce e dergi yayıncılığına girişen yazar (Öyle Olsun Dergi) ardından edebiyata yönelir. İlk romanı Bir zamanlar Ben, 2019 yılında Parana Yayınları tarafından yayınlanır.
Elimizdeki ikinci roman 1977 ise bu yılın Şubat ayında raflarda yerini aldı. Yazarın ilk romanını da hızla ve heyecanla okuyup bitirmeme karşın üzerine bir şeyler yazma fırsatım olmamıştı. Ancak bu ikinci roman yaşadığımız çağa tanıklık eden, oldukça trajik bir süreç olan 1977 yılını merkeze alan bir metin olduğundan, yazmasam olmayacaktı. Atilla Buğra da, ben de yetmiş kuşağı çocukları olmamıza karşın ikimizin de çocukluğu ve gençliği; yetmişlerin sonlarına doğru yaşanan siyasi kutuplaşmaların ve çalkantıların neticesinde yaşanan kaos, ölümler ve nihayetinde gerçekleşen 80 darbesinin gölgesiyle geçti. Hele de Buğra’nın 1977 doğumlu olduğunu düşünürsek, insanın doğduğu yıla mercek tutması; orada olanların gölgesini yaşamı boyunca boynunda bir muska gibi gezdirmesinin sonucunda böyle bir metin ele alması kaçınılmazdı belki de. Yani kazan doğurmuş; yazar tutmuş doğduğu yılı yazmıştı…
Hikâye seksen yaşında, huzur evindeki odasından dışarı çıkmak istemeyen, huysuz bir ihtiyarın cümleleriyle başlar. “Burada herkes ölmemi bekliyor. Bunu gözlerinden anlıyorum… Belki de bu sadece benim kuruntumdur, bilmiyorum. Sonuçta yaşlıyım ve yaşı insanlar çok mızmızlanır.”
Bu başlangıç bana nedense Yeraltı adamı dediğimiz roman kahramanının mızmızlanmalarını çağrıştırdı ilk sayfalarda ve ona benzer bir hikâye anlatılacağı hissine kapılmama yol açtı. Ancak sayfalar ilerledikçe bu huysuz ihtiyar gençleşmeye, hikaye 1970’lerin Türkiye’sine doğru yol almaya başladı. Çoğumuzun oldukça romantik ve nostaljik bulduğu, imrendiği 70’li yıllar…
“Yere oturup sırtımı Taunus’un arka tamponuna dayadım. Makinemin vizörünü gözüme yapıştırıp önümdeki arabalardan birine odakladım ve lensimi ayarladım. Neyi kaçırdığımı bilmiyordum ama bundan sonrasını kaçırmaya niyetim yoktu… Taunus’un tavanını kolumla destek alıp fotoğraf çekmeye başladım. İki el silah sesi daha geldi…”
Kemal, 1950’ler Türkiye’sinde doğmuş, orta sınıf bir ailenin çocuğudur. Gazetecilik eğitiminden sonra sıradan bir gazetede muhabirlik işiyle başlar çalışma hayatı. Sonrasında kurmaca gerçeğe, roman kahramanları ete kemiğe bürünmeye başlar. Kahramanımız Milliyet gazetesinde işe girer, üstelik yazı işleri müdürü Abdi İpekçi gibi ölümsüz bir isimdir. Roman ilerledikçe çocukluğumuz boyunca duyduğumuz ve sonrasında da bazısını okuma fırsatı bulduğumuz değerli gazetecilerin isimleri ortalığa dökülmeye başlar.
“Yardımıma koşan… İstanbul Üniversitesinden arkadaşım olan Refik Altan’dı… Refik o zamanlar Milliyet gazetesinin yazı işleri müdürü Abdi İpekçi’nin sağ kolu olan Turhan Aytul’un da sağ koluydu.”
Kemal muhabirlikten, köşe yazarlığına oradan da müdürlüğe kadar yükselir ancak kazandığı paralar yazık ki ailesini gönül rahatlığıyla geçindirecek derecede bir miktar değildir. Her ay cep delik cepken delik kıvamında gezer, kimi zaman müdüründen avans isteme pozisyonuna düşer. Yetmişli yıllara gelinmiş olsa da ortada ne kredi kartı ne de kredili mevduat hesabı vardır. Maaşlar her ay muhasebeden zarfla ödenmektedir. Bu arada geçirdiği bir trafik kazası neticesinde hastanedeki hemşire Türkan’a âşık olan Kemal, Türkan’ın babasının itirazlarına karşın sevdiğiyle evlenmeyi başarır. Ancak yetmişli yıllar halkına hemen hiç huzur vermeyecek denli kaotik ve travmatik yıllardır. Ülke siyaseti ve ekonomisi allak bullaktır, ne yağ ve tüp kuyruğu ne sağ sol çatışması bitmek bilir. Üstelik 1977 1 Mayıs yürüyüşü bir provokasyona kurban gider ve halaylarla başlayan toplaşma, meydanda çatılardan üzerine kurşun yağdırılan çıkışsız bir distopya evrenine dönüşür. Yazık ki 34 kişiden 29’u kurşunla değil ezilerek ölür. Yağan kurşunlar sadece beş kişiye isabet etmiştir. Yani amaç öldürmek değil kaos yaratmaktır. Amaca ulaşılmıştır. Ülkeyi darbeyi sürükleyecek fişeğin fitili alevlendirilmiştir.
“Yeniden ‘Faşizme geçit yok’ sloganları başlamıştı ki uzaktan bir ses geldi. Hemen önümde duran adamın korku dolu gözlerle arkaya baktığını gördüm. O an herkes sesin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yanılmayı çok istesem de bu sesin ne olduğunu gayet iyi biliyordum. İşte o an ilk kez gerçekten korktum. Bu kalabalıkta silah ateşlemek, elinde bir meşaleyle barut dolu bir depoya girmek demekti…”
Buğra romanın adını 1977 koyduğundan 77 sonrasını pek anlatmaz okura. Bunun yerine kahramanın kişisel yaşamına yönelerek, hikâyeye polisiye bir damar eklemeyi seçer. Kemal kendi çocukluk travmasına benzer bir haber yakalayınca onun peşine düşer: Bir marangoz cinnet getirmiş ve ailesini katletmiştir. Fakat ailenin küçük yaşta bir oğlan çocuğu vardır ve cesetler arasında onunki yoktur. Yaşlı bir komşu kadının dediğine bakılırsa olay gecesi evden koşarak kaçmış, bir daha da dönmemiştir. Sherlock Holmes misali olayı kovalayan ve çocuğu bulmak için evdeki huzurunu bile kaçıran Kemal, 1 Mayıs olaylarının ve 77 yılının kanlı gölgesinde kayıp çocuğu, aslında parçalanmış ruhunu bulma çabasına girişir…
Romanı; özellikle gazete ve 1 Mayıs katliamının yaşandığı bölümleri okurken Oğuz Atay’ın ODTÜ kuşatmasını anlattığı Eylem Bilim’i okuyorum hissine kapıldığım zamanlar oldu. Orada da otoriteye direnen devrimci öğrencilerin başına gelen haksızlıklar karşısında hocalardan birinin duruma el koymasıyla gelişen olaylar, buradaki sürece ve Kemal’in ailesiyle arasında yaşanan çelişkilerle ister istemez paralellik gösteriyordu. Ne yalan söyleyeyim hoşuma gitmedi değil. Elbette bir Oğuz Atay olmak için hepimizin kırk fırın ekmek yemesi gerekiyorsa da metnin zaman zaman diğer metni anıştırması has edebiyatseverler için başka bir okuma lezzeti yaratıyor.
Atilla Buğra, edebiyat dünyamızda uzun süre var olmaya devam edecek ve üretken bir yazar olmayı sürdürecek izlenimi veriyor. Umarım bu kehanetimde yanılmam ve daha pek çok kitabını okuma şansımız olur.
Bu arada romanı, özellikle Türkiye tarihine pek de hâkim olmayan otuz yaş altı gençlere özellikle tavsiye edeceğim. Tarih, tarih kitaplarından öğrenilmez. Tarihi öğrenmenin ve anlamanın en iyi yolu elbette edebiyattır diyelim. Herkese keyifli okumalar…
Aysel Karaca
Diğer kitap yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.