Merhabalar yeniden, ilk bölümün son cümleleri tam olarak yanıtları bulunamamış, bir yerlere ilişkilendirilememiş ‘nasıl ve neden yazıyorlar’ cümlelerim ile son bulmuştu. İlk bölümün sözleri akıp dururken az çok fikir sahibiydim ancak yine de işin sırrına erişemediğim, soyut bir dünya gibi geliyordu yazma eylemi… O nedenle yazma ve okuma işini beraber ele alıp, kafalarda soru işareti, merak ve ilgi oluşturmaktı amacım.
Her zaman işimi zamanından önce bitirir, üzerinde düşünmek için fazladan zaman kalsın isterim. Son dakikaya kalan her şey bende panik, olmamışlık duygusu yaşatır. İlk bölüm ile beraber aslında ikinci bölümü de bitirmiştim kabaca; kabaca demem o ki pek çok yazarın anlatımlarından edindiğim ve kendi kişisel özelliklerim (obsesif olmak zor efendim) nedeniyle, biriktirdikleriniz ve kafanızda oluşan kurgu, çala kalem dökülür kağıda. Bazı cümleler yarım kalır, bazı cümlelerin yanına kendime notlar alırım: Hülya bu cümleyi değiştir, şunları ekle, vurucu bir sözcük bul! gibi gibi… Sonra işin cila kısmı gelir, üzerinde tekrar tekrar düzeltmeler…
Ardından çay demler gibi az zamana bırakırım. Kafamda hep o vardır ve gider gelir eklemeler, çıkarmalar yaparım. En son sıkı eleştirmenlerim olan, iki dostuma ki onlar kendilerini iyi bilirler ‘ya beğenmezlerse’ sızısı, çarpıntısı ile yollarım. Heyecanlanırım çünkü bu ilk gözlemdir, bundan da öte bir okul gibi öğretici ve eğiticidir. Bazı cümlelerde tartışsak, aynı fikirde olamasak bile benim için hazine niteliğindedir.
Evet, aslında bu bölümü de kabaca bitirmiştim. Ama ilk bölüm yayınlanınca yazı öncesi hep olan bir huzursuzluk ve kuşku çöktü üzerime. Eksik bir şey var hissi, başka nasıl olabilirdi burgusu…
Rastlantıların mucizevi yardımı ya da algıda seçicilik her okuduğum yazma üzerineydi. Bu bende daha önce okuduklarımı da geri çağırdı; hatırlananlar, eski okunanlar ve yeni iz sürmelerle tahminimden çok ve de ilginç bilgiler edindim. Böylelikle daha önce yazdıklarım yeniden kaleme alındı ve de konu üzerine artık net olarak söyleyebileceğimi düşündüğüm saptamalarım oldu ki bundan sonraki bölüm daha çok bunları paylaşma üzerine olacak.
Şimdi kendi huzursuzluklarım ve okuduğum yazarların söylemine göre bu iki kavramı açmak isterim.
Huzursuzluk ve Kuşku sanıyorum ve artık biliyorum ki yazma eylemi için gerekli malzemeden ikisi.
‘Huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu düşünürüm’ der Orhan Pamuk. İnci Aral ise, ‘İçimde yerleşik, gizli, kemirici bir sıkıntı vardır ve her boşsayfa karşısında huzursuzluk, panik, heyecan yaşarım.
Yine Oktay Akbal, ‘Yazı yazma – yazamama sıkıntısıbeni alır, uçurumun kenarına götürür’ şeklinde ifade eder.
Olumsuz bir duygu gibi algılansa da yazıya başlamaya iten bir duygudur huzursuzluk. Hoş, yazarlara baktığımızda tüm bu olumsuz durum, koşul ve duyulardan beslendiklerini görmekteyiz. Dostoyevski’nin hayatı ‘Tanrı bana bütün hayatım boyunca eziyet etti’ dedirtecek kadar acı, hastalık, yoksulluk ve yoksunluk içinde geçmiştir. Sürgünde iken yazdığı ‘Ölüler Evinden Anılar’ ı adeta Rusya’nın lacivert göğünden aşağı kor gibi düşmüş ve dönemin çarını dahi ağlatmıştır. Yazdığı eserler aynı dönem yazarlarından, Tolstoy’ u kıskançlık krizlerine düşürmüştür. Yıllar sonra Zweig, otobiyografisini yazarken hiçbir yazarda olmadığı kadar zorlanmış, tam üç yıl süren bir çalışma sonunda dehasına, geniş iç gözlem yeteneğine ve çektiği tüm sıkıntılar ile parıldayan eserlerine hayran olmuştur. Yine Zweig, Kafka, Nietzsche, Stendhal, Oğuz Atay ve diğerleri ‘en çok bilenler en çok acı çekenlerdir’ sözünü doğrulamışlardır. Bilgi, daha çok bilgi düşünmeyi, sorgulamayı ve kuşkuyu yanında sürükler. Bir şeylerden var olan doğru veya yanlışlardan şüphelenmeden kuşku duymadan araştırmak, düşünmek ve yeniden yorumlamak, yaratmak da mümkün olamaz.
‘ İnsanın yaşamında bir an gelir ve sanırım bu yazgısal bir andır; kaçamazsınız, o anda her şeyden kuşkulanırsınız. Bu kuşku yalnızdır da aynı zamanda ve çoğu kimse bu söylediğime katlanamaz, sanırım, hemen sıvışır oradan. Evet. Aradaki fark burada. Gerçek bu. Başka bir şey değil. İnsanı yazmaya yöneltir bu kuşku devinimi, kuşku, yazmaktır. Dolayısıyla yazardır da’ der Marguerite Duras. Sanırım şunu söyleyebilirim huzursuzluk ve kuşku kardeştir, yazma eylemi için itici güç oluşturur ve gereklidir. ‘Yazmak günlük bir uğraşıdeğil, uzun bir yol hayalidir’ der, İnci Aral. Daha önceki eserlerde yakalanan çizginin altına düşme kâbusu, çizgi üzerinin baş döndüren gerilimli arzusu, kendini tekrarlama endişesi ve sözü tüketme korkusu yazarın yakasını asla bırakmaz… Öncesinde ve sonrasında farklı şekilde ortaya çıksa da her an bu iki duygu yazara yılmadan eşlik edecektir. Çünkü her boş sayfa, doluluğa gebedir…
Bir diğer koşul ise, yalnızlıktır. Ancak yetmiş yaşından sonra yazmaya cesaret edebildiği, çekilen filmi ile de belleklerde kalan, kendi yaşamından kesitler olan ‘Sevgili’ romanının yazarı Marguerite Duras, ‘Yazmak’ isimli kitabında; ‘Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu ve yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Yazı yabanıl kılar insanı, zaman kadar eski bir yabanıllığa ulaşmanız gerekiyor. Tüm yazın büyücülerinin neredeyse birleştiği noktalardan biri idi. Pek çoğu gibi Dostoyevski ve Nietzsche’ de yapayalnızdı. Oysa birbirlerini çok iyi anlayabilecek bu iki büyük düşünür – yazarın arasında bir saatlik mesafe vardı ve birbirlerini hiç tanıma imkânları olamadı. Flaubert, günlerce odaya kapanır, kahramanları ile konuşurmuş. Balzac, yılda on altı kitap ve de günlük diğer yazıları yazarmış. Hal böyle olunca neredeyse tüm gün yazı için tek başına kaldığını saptamak zor değil. Hatırlarsanız, Orhan Pamuk, nobel ödülünü alırken -suya sabuna dokunmadan ve de dikkatleri ustaca duygusal bir konuya çelerek- sunduğu duygusal konuşmasında yazma nedenlerini; ‘içimden geldiği için, kâğıdı, mürekkep kokusunu sevdiğim için, hepinize, herkese çok kızdığım için, tek başına bir odada oturup yazmak hoşuma gittiği için, yalnız kalmak için… yazıyorum’ ifadeleri ile açıklar. Yazabilmek için yoğunlaşabilmek, yoğunlaşabilmek için yalnız olmak gerek. Arınmak, dünyayı itelemek… Karmaşa ve kaos için sadeleşmek gerek. Gündelik işleri, şeyleri – iş, pazar, çöp, eğlence, sohbet, dedikodu, ev vergisi, alışveriş – aradan çıkarabilecek kadar yoğunlaşmak, herkesten kopmak her şeyden vazgeçmek, var etmek için önce yok olmak, susmak… susmak… susmak ve sadece harflerin sesini duyumsayacak kadar her şeye körleşip… keskinleşmek, iç ses ile bütünleşmek, farklı bir boyuta geçmek… Öyle ki, yazım süreci bittiğinde belki de yazarın bile kendine yabancılaştığı, Andre Gide’e sonradan kitaplarını okurken ‘bunları ben mi yazdım’ dedirtebilecek kadar farklı bir boyut. Şunu da belirtmek isterim yazma ve kurgu anı yalnızlık gerektirir. Ancak, daha sonra bahsedeceğim gözlem yapma ki yazarın beslendiği en büyük damarlardan biridir. Bunun için, yazım anı dışında yazarlar, mekânlar ve insanlar içinde kendilerine ayrılmış veya ayrılmamış yerlerde -özellikle de çağına tanıklık etme misyonları için- olmak, gözlemek durumundadırlar. Sait Faik, İstanbul sokaklarında dolaşır, insanlarla sohbet edermiş. Yaşar Kemal’in romanları, Kar, Kıran Resimleri, vb. yörelere gidilip, gözlem ve araştırmalarla yazılmış romanlardır. Dostoyevski Almanya’ ya gittikleri dönemde hiç yazamamış, eşine ‘ben kendi halkımı görmedenyazamam’ demiştir…
Okurken de aynı şey olmuyor mu? Bir kapanma, kopma durumu sadece harflerin, sözcüklerin görünür kıldığı bir dünyada ve kahramanlar arasında yolculuk etmiyor muyuz? Okuma ve yazma işi bir bütündür, yazar ve okur arasında kuvvetli bir kan bağı vardır. Çok okuyan insan da yalnız değil midir? Hatta çok okuyan gençlerin anne babalarından – bu çocuk bir garip, normal mi acaba şeklinde konuşmalara tanık olmaz mıyız? Arkadaşları alay etmez mi?
Bilmezler ki onlar pek çok yazar ve kahramanlarıyla, aslında çok kalabalık ve zengindirler. Onlarla konuşurlar, insana ve doğaya, hayata dair pek çok şey öğrenebilirler. Üstelik onlarla bir kez tanışınca sizi asla yalnız bırakmaz, yalan söylemez ve çıkar gözetmezler, hesap – kitap ilişkisi olmayan saf ve derinliği olan bir yolculuktur onlarla yapılan.
Üretim anındaki kaçınılmaz yalnızlıkları, ayrıksı duran yanlarıyla oluşan yalnızlıkları ile nerdeyse çoğu, yaşam boyu yalnızlığa mahkûm olmuşlardır. Ama nasıl bir ilahi adalettir ki ( zamanın adaletine inananlardanım) sonraki çağlarda, okuyan, kitap seven sayısız insanın evinde, başköşesinde, ruhunun derinliklerinde, beynin kıvrımlı hücrelerinde ve duyarlı atan yüreklerde, kalabalıklarda, en derin sohbetlerde daima yaşıyorlar ve yaşayacaklar…
Biliyor musunuz yıllar önceydi, ilk gençlik yıllarımdı. Tutunamayanlar’ ı okumuş ve sarsılmıştım. Kitabın kahramanı, Selim’e mektup yazdığımı hatırlıyorum, bu bir veda mektubuydu; onu tanımış olmaktan ne kadar mutluluk duyduğumu, ne kadar özleyeceğimi, onu ne kadar iyi anladığımı yazmıştım. O dönemden sonra ben, Selim ismini hep sevdim, yakınlık duydum. Sonrasında Oğuz Atay’ın tüm kitaplarını edinip, okudum, onun hakkında bilgi topladım. Nasıl yaşadı, kaç kez evlendi, nelere üzüldü, nasıl öldü… Nefes alıp vermesinin, yakınımda olmasının pek bir önemi yoktu artık, ben onu öyle iyi tanıyordum ki… Edebiyat akrabalık kurar, bizi kardeş yapar, temelde insan olduğumuzu ve ortak acılarımızı duyumsatır.
Şimdi bir başka olması gereken beceriye dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Gözlem Yeteneği.
Yazıyı iş tutmuşsanız kendinize ve içinize girmişse eğer, gördükleriniz – renk, doku, yer, şekil vb – fotoğraf karesi gibi sabitlenir, işitilenler kaydedilir, sözler biriktirilir, saklanır. Bu bir süre sonra doğal olarak yapılır, zorlama olmaksızın, planlamadan; beyin alışır, beyin kodlar, beyin böyle çalışır. Her kokudan, renkten, sesten görünümden, duygudan, kişiden bir hikâye kahramanı doğar. Her biri başka başka zamanlardan gelebilir ama yazar bunları dönüştürür, yolları kesiştirir, büyüsel gücünü kullanır. İyi bir gözlemci olmak zorundadır. Çünkü yazı her yerdedir. Kimi, muhteşem bir içe bakış gözlemcisidir. ‘İnsanın ruhunu en iyi psikiyatrlardanbile daha iyi gözlemlemiştir’ der Zweig, Dostoyevski için. Kimi ise doğayı gözler; Yaşar Kemal’in, J. Steinbeck’ in doğa betimlemelerini aklınıza getirin hemen, bana hak vereceksiniz. Bir toplantıda, Stendhal’e alaycı bir şekilde mesleğini soran birine verdiği eşsiz ve zeki cevap şudur: ‘İnsanların kalbini gözlemlerim beyefendi’. Gerçekte de o, psikolojik betimleme yapar ve bir tutkuyu bütün olarak ele almaz, her noktaya ayrıntıları ile bakar. Elbette güneşin batışını hepimiz defalarca izleriz, hepimiz aşk duygusunu, ölüm acısını biliriz ama ince ayrıntıları farklı duyumsama ve ifade edebilme ayrıcalığı onların.
Yazının İyileştiren Gücü: Evet, çağın ötesine geçemeyen, gelir geçer yazarların dışında hemen hemen hepsi en başta kendileri için yazıya sarılmışlardır; ünlü olmak, başkaları tarafından övülme ihtiyacı en sonlarda gelmiştir. Pek çoğu gibi Stendhal de yazdıklarının içinde bulunduğu çağda anlaşılmayacağını ve okunmayacağını yıllar sonra değer bulacağını biliyordu. Öyle ki mezar taşındaki ‘Yaşadı… Yazdı… Sevdi’ yazısı rastlantı olarak dikkat çekene kadar eserleri tam kırk yıl bir sandıkta kapalı kalmış, kırk altı yıl sonra okunmuştur. O biliyordu ama yine de yazma eylemini durduramadan yazdı. Çünkü pek çok büyük yazarın söyleminden bildiğim ve hatta emin olduğum üzere yazmak; tutsaklıktır onulmaz bir hastalıktır. İşte bakın onlardan bazıları: ‘yazmadan durulamaz’ – Sartre. ‘Bir deliliğin içinden yalnızca yazarak kurtulunur’ – Duras. ‘Yazmaz ise çıldırır insan, yazarak belleğimin hayaletlerle dolu alacakaranlığına bakıyorum, baktığım her yer aydınlanıyor ve beni yeniden hayata bağlıyor’ – İnci Aral. ‘Yazmasam çıldıracaktım’ annesine söz verdiği halde yeniden yazmaya koyulmamış mıydı Sait Faik. Ertelenmiş, yok sayılmış, bastırılmış pek çok acımız, anımız için olağanüstü bir yüzeye çıkarıcı ve yüzleştiricidir yazı. Yazar bu şekilde tedavi de eder kendini, barışır kendiyle yeniden. ‘Yazarak ruhumu sağaltıyorum’ der Marcel Proust. ‘Yazma ediminin kendisi insana yenilenme gibi gelir’ cümlesi ile açıklar I. Yalom. Daha çok kadınlara düşkünlüğü ile bildiğimiz, Casanova’ nın da günlükler yazdığını biliyor musunuz? Edebi değeri yüksek olan günlüklerinde ‘İnsan asla kendini kandıramaz ve ben sadece kendim içinyazıyorum’ der.
Çoğaltabiliriz benzer cümleleri ama yukardaki alıntılar ile ne demek istediğim netleşmiştir. Okumanın da yazma gibi arındırıcı, iyileştirici gücü olduğunu düşünüyorum. Okumak ya da yazmak benzersiz eylemlerdir. Hayal edemeyeceğiniz kadar uzaklara bakmayı, geride kalmamayı, düşünce ve ruhunuzun yozlaşmasına, çürümesine izin vermez, sarar, sarmalar korur.
İyi bir işçidir yazar. Çok çalışan, çok okuyan, her zaman değişime açık, düşünen sorgulayan, acı çeken, duyarlılığı yüksek, cesur, sezgisi ve keskin gözlem yeteneği olandır. Büyücü dükkânına bilerek, isteyerek girer ve her harfin kendisinden bir bedel isteyeceğinin farkındalığı ile onları hareketlendirecek büyücülük yeteneğine sahip olur. Harflerle sevişir, kavga eder, konuşur kendi yaratsa da onların esiridir; hem yaratan hem köledir. Yazar için yazı, yazgıdır, bir kere tutulunca asla bırakılmayan, gerçek ile düş arasında yolculuktur. Yazı, sestir, ışıktır, şarkıdır, aşktır, öfkedir, acıdır havadır, sudur, yazı her şeydir yazan için.
İşte duru bir anlatım ile Elias Canetti, “yazar, sözlere özel önem veren, onların arasına karışmayı belki de insanların arasına karışmaya yeğleyen, kendini ikisine de teslim eden, ama sözlere daha çok güvenen, onları kimi zaman yerinden eden, ama sonradan daha büyük bir güvenle yine eski yerine koyan kişidir; yazar sözleri sorguya çeker, onları okşar, yontar, süsler; dahası yazar, başkalarından gizli kalan bunca şımarık davranıştan sonra, sözlerin önünde yine saygıyla yerlere kadar eğilen kişidir. Çoğu kez olduğu gibi, söze karşı cinayet işleyen kişi olarak görünse bile, bu bir aşk cinayetidir.” şeklinde tanımlar. Yazı ile yazan arasına kimse giremez, sadece sizindir, günahıyla sevabıyla sizin.
Yazar aynı zamanda, iyi bir matematik zekâya da sahip olmalı, tüm ayrıntıyı hesaplamalı, çalışmalı, belleğinde sakladığı kayıt ettiği her şeyi ahenk ile bütünleştirebilmelidir. ‘Eğer ilk bölümde ‘duvarda bir tüfek asılı’ diyorsanız ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır.’ der, Çehov. Yazıya konan her bir sözcük tartımlanarak, düşünülerek, adeta bir kuyumcu titizliğiyle konmalıdır. Burada sözcük ekonomisi, farklı üslup, şiirsel anlatım, sağlam bir alt yapı, donanım, estetik, verilen mesaj her biri ayrı ayrı önemlidir.
Her roman bittiğinde sevgililerinden ayrılır gibi acı çeker yazar. Çünkü kahramanlarıyla ile tanışmıştır, onları sevmiş, bütünleşmiştir. Işıklı parmakları ile onları ete büründürmüş, yaşam vermiştir. Tüm bu yaratı bedelini ise sevdiği, bağlandığı, içini döktüğü kahramanlarından ayrılırken öder. Balzac, otel odasında otururken, yanında olan birinin, onu denemek için –ünlü roman kahramanının adını söyleyerek – ‘Mösyo Vautrin geldi, aşağıda’ sözüne Balzac’ın, ‘buyursun gelsin’ cevabı çok çarpıcıdır.
Onlar Sisifos efsanesindeki gibi her türlü acıya ve yorgunluğa rağmen her boş sayfa ile yeniden başlarlar.
Ne düşlem, ne kelimeler ile oynama yeteneği, ne birikimler – yaşanmışlık, ne kopuş, ne de gönül verme işi bunlar hepsi birlikte olunca büyücülük ortaya çıkıyor, olabiliyor. Biri olmadan kısır kalıyor ne yazık ki. Ne kadar zorlu bir uğraş, Tanrısal bir güç!
Yazıma başlık olan, ‘En iyi hikâyeleri hayatın kendisi yazar; ne var ki yazmayı bilmez hayat’. Peter Handke’ nin çarpıcı cümlesi yine tüm bu sunuşun bir özeti olsun. Hiç birinin çığlığı ve sözü kaybolmasın. İyi ki varlar iyi ki yazıyorlar ve iyi ki okuyoruz.
Yazı için de aynı cümle geçerli yazı ve okuma birbirinden ayrı değildir, biri olmadan diğeri olamaz. Bir yayınevine savsöz olmuş şu cümle ile sizleri uğurlamak istiyorum. Okumak iptiladır, müptelalara selam olsun…
Kaleminize sağlık Hülya Hanım. Yazınızı zevkle okudum, hak verdim, bilgilendim. Tarzınız, ifadeleriniz, dokunuşlarınız isabetli. Takipçinizim.. Sevgiler.
Çok teşekkür ederim. Ülker Hanım, sevgiler