Kaybolan Çocukluğumuz … “ROSEBUD” larımız…
Bu yazıda size belki bildiğiniz belki de anımsarken hüzünle karışık gülümseyeceğiniz, bütün sinema okullarında okutulan, Amerikan Film Endüstrisi tarafından Amerikalı yönetmenlerin yapmış olduğu tüm zamanların en iyi filmi olarak ilan edilen Citizen Kane yani Yurttaş Kane, adlı bir kült filmden söz etmek istiyorum.
Cane hakkında elbette söylenmemiş söz yoktur. Çok yazılmış ve çok çizilmiştir. Amatör fotoğrafçılığa yeni başlayanların martı fotoğraflarını ilk kez kendileri çekiyor sanıp heyecanla “olsun! ben de çekerim belki de hala dünyanın en güzel martı fotoğrafı henüz çekilmemiştir” hevesi ile -sanki Yurttaş Kane hakkında ilk kez ben bir şey söylermişim gibi- hayran olduğum Orson Welles’i ve en önemli filmi Yurttaş Kane’i kendi gözlemimle size sunmak istedim. Filmi seyretmemiş olsanız bile aslında Orson Welles ve Yurttaş Kane hakkında bir yazı okumak, güzel bir tad bırakacaktır dimağınızda…
Ah! Orson Welles, insan daha yirmi beş yaşındayken kendini bu kadar aşan film yapar ve herkes tarafından çocuk dahi olarak ilan edilirse ve o insanın ruhunun içi fokur fokur kaynarsa ilerde yapacakları kilitlenirdi elbette ve kilitlendi de… Daha sonra ne yaparsa yapsın o artık sinema tarihinde en önemli filmi, Citizen Kane ile anılacaktır…
Citizen Kane, Orson Welles’ in 1940 yılında, daha yirmi beş yaşında iken, gözlerindeki o deli kara bakışların henüz, ne istediğini bilen bakışlara dönüşmediği yaşlarda çektiği ilk uzun metrajlı filmidir. Ve bu filmi ile dahi çocuk ilan edilmiştir. Yurttaş Kane, bana göre, sadece Amerika için değil tüm dünya için geçmiş ve gelecek zamanların en önemli filmi olma özelliğini daima koruyacak hatta gelecekte çok daha anlamlı ve önemli bir klasik yapıt olma özelliğini sürdürecek gibi görünüyor. Defalarca izlediğim halde, her izlediğimde başka bir ayrıntıyı yakaladığım oldukça iyi işlenmiş ve dâhice çekilmiş bir filmdir.
Film bir radyo anteninin görüntüsü ile başlar, kamera demir tel örgülerin ortasında notrespassing (içeri girilmez) levhasına gelir ve durur. Yani izinsiz ve davetsiz kimse giremez, kamera hareket etmeye devam eder ve demir işlemesi muhteşem olan bir bahçe kapısına doğru devam eder. Kamera bahçe kapısının üstünde Kane adının baş harfi K harfine odaklanır. Bu arada karenin sağ üst köşesinde korku filmlerindeki gibi muhteşem bir şato görünmekte ve arkada gizemli ağır bir müzik çalmaktadır. Aslında filmin böyle başlaması sanki bütün filmin özetini vermektedir. Yurttaş Kane’in ( Orson Welles) kendisi de, kimsenin evine girmesini istemediği gibi, sanki kendi içini ve ruhunu da kapalı bir yere hapsetmiş hatta filmde göreceğimiz sembollerden biri olan kar küresinin içine hapsetmiş ve içeri girilmesine asla izin vermemiştir.
Film içeri girilmez sembolü ile başlar, bu birinci semboldür. Kane kendisini asla anlatmaz. Biz Kane’i kendisinden dinlemeyiz. Onu, kendisini tanıyan beş kişiye anlattırır. Biz yap- boz bilmecelerinde olduğu gibi başkalarının ağzından Yurttaş Kane’nin kim olduğunu öğrenmeye çalışırız. Ancak filmin sonunda yine içeri girilmez sembolüne kamera odaklanır ve biz Yurttaş Kane’nin kendi iç dünyasını, kendi ağzından kim olduğunu öğrenemeden filmi bitiririz.
Yurttaş Kane, ilk kez kullanılan film teknikleri ile sinemasal ilkleri yapan bir film olması dışında, insanın iç dünyasını psikolojik olarak ağır ve yoğun bir biçimde didikleyen oldukça gerçekçi bir filmdir. Filmdeki ikinci sembol; kardan küre, kristal biblodur. Sağa sola doğru hareket ettirildiğinde, karların yağdığı ve karlı bir dağ evinin bulunduğu camdan küre biblo. Kamera muhteşem şatonun kubbe şeklindeki penceresinden içeri girerken cam küreye geçer. Bu cam kürenin içinde karlarla kaplı sevimli basit ve küçük bir dağ evi bulunmaktadır ve biblo yatakta yatmakta olan adamın elindedir. Tam bu sırada kamera adamın dudaklarına gider ve kıpırdayan dudaklardan bir sözcük dökülür. Bu sözcük “Rosebud”dır. Son sözcükten sonra kamera eline doğru yürür ve elindeki karlı, dağ evli cam küre düşer ve de kırılır. Hemşirenin içeri girişi bu cam küreden yansıtılarak gösterilir. Hemşire ölen adamın yüzünü kapatır. Amerika dünyanın en ünlü basın imparatoruna ağlamaktadır.
Bu basın imparatoru Charles Foster Kane- dünyanın en ünlü üçüncü altın madeninin (The Colorado Code) ve dünyanın en büyük sekizinci servetinin sahibidir. Aynı zamanda otuz yedi gazete, iki radyo istasyonu, fabrikaları, ormanları, limanları, ‘Xanadu’ adlı; içinde on müze için yeterli dünya hazinesi bulunan heykeller, ağaçlar, kocaman bir hayvanat bahçesi olan muhteşem bir eğlence merkezine sahip bir şatosu bulunmaktadır.
Bir taraftan özel mülk geleneklerine saldırması nedeni ile koministlikle suçlanmış diğer taraftan ise birileri tarafından faşist ilan edilmiştir. Hem zengin, hem sosyal hak savunucusu hem de bütün serveti iten, gazeteci olan bu adam kimdir? Film baştan sona Kane’nin kim olduğunu irdeler. Öylesine güzel işlenmiş bir filmdir ki, onun kim olduğunu öğrenme serüveni seyircide inanılmaz hoş bir tat bırakır. Kane’nin kim ve nasıl biri olduğunun işlendiği filmde ölürken söylediği, Rosebud’ın gizli bir sevgilisi ya da başka biri mi olduğunu araştırması için bir gazeteci görevlendirilir. Gazeteci, Charles Foster Kane’in bu önemli sırrını araştırmak üzere onu en yakından tanıyan hamisi, bankacı Thatcher, ikinci karısı Susan Alexander, arkadaşı Jediah Leland, gazete müdürü Bernstein ve uşağı ile konuşur. Herkes Kane’i kendi bildiği ve algıladığı şekliyle anlatır. Filmin oturduğu bilmece camdan küre ve Rosebud’ ın öyküsü ise filmde yine düzenli olmayan bir kronolojik sırayla yani kırık kırık verilir. Kane ölürken elinden düşürdüğü bu camdan kar küre bibloyu ikinci karısı Susan’ın evinden almıştır. İçinde küçük dağ evinin bulunduğu bu karlı cam küre onun kaybolan ya da biten çocukluğunun simgesidir.
Kane’nin annesi bir hizmetçidir. İhtimal ki dünyanın üçüncü altın madeninin bulunduğu maden yataklarının sahibi ile ilişkisi olmuş ve nasıl olmuşsa Kane bu servetin asıl sahibi olmuştur. Müthiş servetin Charles Foster Kane’e kaldığını öğrendiklerinde Kane sekiz yaşındadır. Banka bu kadar müthiş bir serveti idare edebilmesi için sekiz yaşındaki Kane’e bir memur görevlendirmiştir. Bu kadar büyük serveti ancak banka kontrol etmelidir. Kane annesi ve üvey babası ile yaşadığı küçük bir dağ evinden bir gün, Thatcher Banka memuru ve kendisinin hamisi olan bir adamın eve gelip kendisini götürmek istediğinde o; karlarla kaplı mutlu ve barış içinde yaşadığı dağ evinde Rosebud adını verdiği kızağı ile kaymaktadır. Evine geldiğinde kendisine kısa bir açıklama yapılarak bundan sonra Thatcher ile yaşayacağı ve yirmi beş yaşında sahibi olacağı servetine hazırlamak için, iyi okullarda okutmak üzere onu annesinden koparıp götüreceği anlatılır. Kane henüz doyamadığı ailesine çocukluğuna, mutluluğuna, Rosebud’ını da karlar altında bırakarak veda eder. Artık onun kaybolmuş çocukluğunu dünyanın en büyük serveti bile geri getiremez. Thatcher onu alıp götürdükten sonraki ilk yılbaşında Kane’e yeni bir kızak hediye etmiş olsa da filmde bu bir kez görünür. Kucağında kocaman süslü bir kızak getirir adı bu kez Crusader’dır. Ancak Crusader Rosebud kadar masumiyet içermemektedir. Baskıcı adamla yaşadığı kötü bir dönemin simgesidir artık o… Film boyunca Rosebud’ın ne olduğunu kimse bilemez ancak kendisi öldükten sonra annesinin evindeki depoda duran eşyalar yakılırken şöminede Rosebud adlı bir kızağın yandığı görülür ve bunu seyirciden başka hiç kimse öğrenemez…
Çok yıllar sonra dünyanın en zengin adamı olarak, annesinden ve çocukluğundan kalan eşyaların depolandığı yere doğru giderken Susan Alexander’la karşılaşır. Susan Kane’in annesini hatırlatır. Annesi kadar basit ve mütevazı yaşamı olan bir kadındır. Kane’in zenginliğinin ve gücünün farkında değildir. Charles Foster Kane kendisini tanımayan bu basit, sıradan Susan’ın evinde kendini karmaşık talepleri olan dünyasından kurtulmuş, özgür ve iyi hisseder. Susan’ın evinde gördüğü, içinde karlarla kaplı dağ evinin bulunduğu biblo ona en mutlu olduğu çocukluk günlerini anımsatır.
Amerika başkanlığına aday olduğu sırada evli olduğu için Susan’la ilişkiye girmesi ve baş rakibinin bunu bir skandal olarak ilan etmesi üzerine başkanlığı kaybeder. Susan’ı inkar etmesi karşılığında başkan olabileceğini bilmesine rağmen karısından ayrılır ve Susan’la evlenir. Ancak Kane’in Susan’ı ilan etmesi aşkını koruması nedeniyle değildir elbette. Susan’ı da ilk karısı Emily Northon’u da mutlu edemez. Suzan için şehrin en büyük opera binasını inşa eder. Susan’a en ünlü hocalardan şan dersleri aldırır. Ancak Susan yeteneksizdir ve sesi çok kötüdür. Susan’ı çalıştıran ünlü şan hocası Signor Matista “bu kadını çalıştıramam, maskara olurum” “İnsanların ne düşüneceğini umursamıyor musunuz?” dediğinde Foster Kane “Ben bir otoriteyim. New York ile Şikago arasındaki bütün gazete işletmeleri benim. İnsanların ne düşüneceğini ben belirlerim” der. Bütün gazetelerinde Susan’ın iyi bir soprano olduğunu anlatmaya çalışır. Ancak Susan o kadar perişandır ki halkın karşında hissettiği başarısızlığı kendisini hasta eder. Kane ile birlikte kaldığı muhteşem Xanadu şatosunda yalnız ve mutsuz bir kadın olarak vaktini yap-bozlarla eğlenerek geçirmeye çalışır. Kane’e “Heykeller ve resimler dışında kırk dokuz bin dönümlük alanda tek başıma yaşıyorum. Yüz binlerce dolara aldığın heykelle benim bir farkım yok. Onları da alıp bir yere koyuyorsun bir daha yüzüne bakmıyorsun. Sen beni kendin için seviyorsun, ne yapıyorsan kendin için yapıyorsun” der Susan. Kane işte tam bu sırada çok sinirlenir ve Susan’a bir tokat atar. Susan, Kane’i terk eder. Kane annesi gibi Susan’ın da kendisini terk etmesinden sonra yıkılır. Evdeki her şeyi kırıp dökmeye başladığı sırada işte o çocukluğunun bitmeyen sızısı kardan cam küreyi görür. Susan’ın terk edişi o karlı dağ evinin önünde annesinin terk edişi gibidir. Bir zamanlar annesi onu ters yüz etmiştir. Şimdi de Susan onu terk etmiştir. Charles Foster Kane artık hiç birisini geri getirecek kadar güçlü değildir. Hizmetçilerin gözü önünde sadece içinde karlı dağ evi bulunan camdan küre bibloyu alır ve çıkar.
Kane kadınlarını mutlu edemediği gibi birlikte yol aldığı arkadaşlarını da mutlu edemez. Yakın arkadaşı Jediah Leland da onu terk eder ve Şikago gazetesinde çalışmak üzere gider. Jediah Kane’e “İnsanları onların seni sevmesi için ikna ediyorsun. Sonra sevgilerinin sana geri dönmesini istiyorsun. Sadece kendi koşulların altında sevgiyi istiyorsun. Senin yolunda oynanan bir oyun gibi bir şey. Her şey senin kurallarında olsun istiyorsun” der. Gerçekten de Kane, hayatındaki diğer insanları sürekli kontrol etmek ister. Xanadu adını verdiği şatoya topladığı yüzlerce heykeli de, bu takıntısı nedeniyle topladığı düşünülür. Aslında heykel ve obje alma fikri, kaybettiği çocukluğunun öcünü kendisini hiç terketmeyecek pahalı objeler alarak gidermeye çalışır. Kane kendini o kadar köksüz hisseder ki sadece sahip olmak için eşya alır. O yalnızdır. Kim kendisine samimi ilgi gösterse onu kendisinden uzaklaştırarak ve sevgilerini kontrol altına almaya çalışarak daha çok kaybeder.
Gazete müdürü Bernstein onun için “dünyanın en büyük ( diamond ) elmasına sahip birisi, elmas biriktiren birilerini biriktiriyordu” der. Kendisinin rehberliğini üstlenen Thatcher ise” Kane’ nin kendisine ait sırları vardı. Kimseye sırını vermezdi. Kendisine karşı çok cömertti ama sadece kendine inandı. Charles Kane dışında hiç bir şeye inanmadı. Charles Kane’in kendi hayatında olmasından başka hiç bir şeye inancı yoktu. Herkesin ölürken bir şeye inancı olur geride bıraktıklarına inancı olur en azından. Ancak Charles Kane geride kendisini bırakamadığı için sanırım onsuz öldü. Mutlu olmayan bir şekilde “ der. Kane’nin aşk için evlendiğini, politikaya da aşk için girdiğini ancak yeterli olmadığını ifade eder. Bütün oy verenlerin kendisini sevmesini istediğini, yaşam dışında bütün istediğinin aşk olduğunu ve kaybettiğini belirtir. “Bu Charles Kane’in hikâyesi, nasıl kaybettiğinin hikâyesi. Görüyorsunuz ki verecek aşkı yoktu.”
Peki, Kane gerçekte hiç sevmemiş miydi? Sevmişti, elbette sevdi ve içtendi ancak nasıl seveceğini bilmiyordu”.
Sonuçta Kane bir insanın, her Amerikalının rüyasındaki her şeye sahip olmasına karşın mutlu olamamıştı. Annesinin kendisini Thatcher ile göndermesinden sonra geçmişe doğru büyümeye başlamış, gardiyanına hiçbir zaman olumlu duygular duymamış, inanılmaz bir servetin ve gücün sahibi olsa da duygusal güvenliği olmayan bir adam olarak ortaya çıkmıştır. Bu güven yokluğu onun gelişmesini engellemiş ve otoriteye karşı kızgınlık duymasını sağlamıştır. Temelinde böyle bir boşluk çok zenginlikle birleşince hiçbir şey için motivasyon ve istek gelişmez. Kendini dünyanın merkezinde görür. Başlangıçta idealist görünse bile bunu politik ve sosyal çevreyi kontrol etmek için yapar. Bu durum onun karizmatik algılanmasına yol açar. Sonuçta Kane, yaban, yerinde duramayan, doyumsuz, hiperaktif, bencil ama oldukça güçlü bir adamdır. Yakın arkadaşları ve kadınlar bu nedenle ondan korunmak için uzaklaşmayı tercih ederler. Gerçi yönetmen, Orson Welles Kane’i daha utangaç ve daha sevimli göstermiştir.
Peki, ne olmuştur da dünyada istediği her şeye sahip olan bir insan doyumsuz ve mutsuz olmuştur. İşte Orson Welles bu sorulara 1941 yılının Amerikasının genel yapısından, Yurttaş Kane’nin özel yapısına doğru muhteşem bir kurgu ile irdelemiştir.
Thatcher ve Berstein’ın, Kane kriz nedeni ile bazı kâğıtlar imzalamak zorunda oldukları bir sırada “Hep bir şeyler aldın, paranı iyi yerlere harcamadın” demeleri üzerine “Eğer zengin olmasaydım çok büyük bir adam olabilirdim” der. Thatcher’ın neler yapmak isterdin sorusuna “Nefret ettiğiniz her şeyi!” diye yanıt verir.
Bu filmde harikulade geçişler, muhteşem kareler, usta kamera hareketleri ve derin alanlar bulunmaktadır. Güçlülük, kameranın alttan çekimiyle yüksekten, zayıflık ise aşağıdan verilir. Zaman şimdiki zamanın içinden tek karede birden yirmi yıl atlar. Ya da gazete çalışanları ile çektirdikleri bir fotoğrafa kamera yoğunlaşırken aniden fotoğrafın çekilmiş olduğu ana geri döner. Kane, sık sık Avrupa’ ya gider ve heykeller, objeler satın alır. Her Avrupa gidiş dönüşlerinde bir sansasyonu vardır. Bir keresinde Avrupa dönüşü bıyıklı ve beyaz bir elbise ile gelir ve ‘küçük bir sosyal duyurum var’ diye söze başlar. Dört yüz altmış yedi çalışanının kendisini karşıladığı gün, Amerika başkanlığına aday olduğunu söylediği kareler. Avrupa dönüşlerinden birinde ise sırtında vizon bir kürkle geldiği kare oldukça ilginçtir.
Karısı Susan’ı eğlendirmek için düzenlediği pikniğe giden araba konvoyu komik görüntülerdir. Oysaki karısı sadece basit bir ilgi istemiştir. Her şeyi çok abartılı ve doyumsuz insanların gösterilerine döndürmekte Kane’in üstüne yoktur.
Avrupa’daki iş dünyasındaki koşulları nasıl buldunuz? Sorusuna, “Çok büyük zorluklarla buldum” gibi kendine has bir mizah anlayışı ile yanıt verir.
Ayrıca Avrupa’dan dönmek nasıl bir şey? Diye sorulan soruya “Ben bir Amerikalıyım evime dönmekten daima mutlu olurum” der.
Başlangıçta korku filmlerini andıran, gazetecilerin kendi aralarında Rosebud’ın gizemini çözmeye çalıştıkları toplantılarda gazetecileri yukarıdan gelen ışığın altında görürüz. Gazetecinin araştırma yapmak için girdiği Thatcher’ın kütüphanesindeki sahnedeki plan ve kareler grotesk bir tablo oluşturur. Kane’in zengin ve güçlü olduğu zamanlarda kamera aşağıdan yukarıya Kane’i daha büyük ve yüksek gösterir. İkinci karısı Susan’ın kabaresinde ise üç mekân, iç içe çekimler, kameranın yukarıdan aşağıya hareketleri, kameranın sabit duran halleri, ışıklar, efektler, az müzik eşliğinde şiir gibi konuşmalar ve yıl 1941…
Yirmi beş yaşında bir genç ve güçlü senarist; Amerikan rüyasına, kadın olgusuna, Amerika’daki basın ve diğer tröstlerin davranış biçimlerine, güç ilişkilerinin doğasına, kader-karakter ilişkisine, insanın iç dünyasındaki fırtınalara, beynin inanılmaz hatırlama gücüne dair semboller ve ilişkiler kurarak son derece düzensiz ama muzip, bir yap-boz kurgusu içinde muhteşem bir film yaratmıştır.
Ayrıca belleğin hatırlama gücüne dair kareler de vardır. Örnek olarak Bernstein’ın Yurttaş Kane’in kendisine, 1896’da bir Jersey feribotunda yüzünü sadece yandan birkaç saniye gördüğü beyaz kıyafetli bir kızdan söz edip, “onu anımsamadığım bir ay bile geçirmedim “ demesidir. Bu kareler; Orson Welles’in iç dünyasının ne kadar derin ve iç yolculuğuna ne kadar önem verdiğini gösterir. Bu film; sinemasal açıdan hala bugün her seyrettiğimiz filmin bir karesinde bile etkisini göstermeye devam eden bir altın klasiktir.
Harika bir çözümleme.Alev kutlarım.
Söyle bakalım sen Rosebud’ini nerde kaybettin? Tanımlaması filmin kalbi…Kutlarım şimdi belki de 10 uncu defa bir kez daha seyredecegim.
Harika bir yorum. Sizin rehberliğinizde sinema tarihini öğrenmeye başlamaktan çok mutluyum.
Çok güzel bir yazı, elinize sağlık