ÜÇÜNCÜ SAYFA

Üstünden kalkan adamın ağır ekşi kokusu sanki tenine yapışmıştı. Adam odadan çıkar çıkmaz ıslak mendillerle derisini soyarcasına sildi uzun uzun… Sildikçe kızaran tenine bakıp  “Hâlâ kızarabiliyorsun ha Rüya! Orada bir yerlerde duruyormuş ar damarın!” Aklına balıkçılar çarşısına gideceği geldi, elindeki yığını attı yatağın dibinde duran çöpe. “Abla, bu akşam beni idare et, işim var önemli!” diyerek çıktı bok sarısı boyaları yer yer dökülmüş binanın kapısından. “Arka fonumuz hayatımızın renginde! Uyum önemli!”

İzmarit ve mercanlara bakarken balıkçıların önünde konuşan insanlara takıldı gözü; yaşadıkları hayatlara… Durup dinledi yanı başından akıp giden hayatı, buruk bir tat yerleşti içine… “Adam sende! Neyin hayalini kuruyorsun be Rüya!”

Üstündekilerden el çabukluğuyla kurtulup ev kıyafetlerini geçirdi üstüne. “Balıkları ayıklayıp pişirince bir su dökünürüm” diye geçirdi aklından, ama olmazdı! Balık dediğin tavadan masaya… Tadı kaçmasın! “Tadımız kaçmasın; çok da tadında ya her şeyimiz!” Rafı çıkık, dolap kapakları sarkık mutfakta bir şarkı tutturdu kendince; keyiflendi, keyiflendirdi şirazesi kayık mutfağı. Salata yapacağı sebzeleri yıkamak için plastik arandı sağda solda. “Hay dibine kibrit çaktığımının plastiği! Kırk yılda bir işe yarayacaksın…” Kapağı düşmüş dolaba usturuplu bir tekme savurup küfürleri dizdi ardı ardına… Şarkının neresinde kaldığına takıldı aklı, durdu, düşündü. “Adam sen de! Hayde! Vardar Ovası…” sözleri aktı sigarayla kalınlaşmış sesinden. Keyfini hiçbir şey bozamazdı bugün. Oğlu askere gidiyordu, birkaç güne teslim olacaktı birliğine. Akşama balığı hazır edecek, bir de rakı koyacaktı masaya. On beş yıl önce defolup giden mendebur kocası yerine oğlunu askere uğurlayacaktı. “Allah belasını veresice mendebur! Sen bile kaçıramazsın bugün keyfimi. İyi ki defolup gittin! Senin gibi bir ayyaşın elinde büyümedi oğlum, seni örnek almadı kendine. Adam gibi adam oldu! Okumadı gerçi, olsun.” Lisede bıraktı okulu, sanayide çalışıyordu. Eli becerikliydi Kemal’in. Ustasının “Aslan Kemal”i! Hele şu askerlik bir bitsin; tezkeresini hayırlısıyla alsındı eline sağ salim. Küçük bir tamirhane açacaktı oğluna, Hüseyin Usta yol yordam gösterirdi; severdi oğlunun ustasını, iyi adamdı! Kemal’in haberi yoktu bu dükkân işinden; hele o vakit gelsin, anahtarını verecekti oğlanın eline.

“Ne o kız! Sende ağlayacak gözyaşı kaldı mıydı? Topla şu fırt fırt çeşmenin zıvanasını! Az daha oyalanırsan oğlan gelmiş olacak, senin sofra güme gidecek. Hayde Zehra, haydeee!”

Rokaları ayıkladı, maydanozlarla birlikte dizdi kenarı kırık kaseye, bir de soğan keserdi yanına son dakika; of mis mis… Balıkları unlamak için eski gazete arandı ortalıkta, sandıklı divanın çekmecelerinde birkaç tane buldu. Gazetelerin üçüncü sayfasını sevmezdi hiç, okumazdı da. Çekti aldı karşı sayfasıyla iki kat, serdi mermeri ortadan çatlamış tezgâha. Balıkları una bulayıp dizdi özenle. Açık mutfak penceresini sıkıca kapatıp banyoya yöneldi. Şipşak bir su dökünür, güzelce giyinir sonra kızartmaya başlardı balıkları. Kemal sağ olsun, iki ay önce şofben almıştı annesine, elektriklisinden. Kapkara koca gövdeli odunlu kazandan kurtulmuşlardı; odun derdi, kiri pası, su ısındıydı ılıdıydısı yoktu bunun. Gerçi elektrik parası biraz artmıştı; o kadarlık olsundu. İstedikleri vakit sıcak su vardı! Komşu Fadime, “kısıkta çalışır bırak, o zaman çok yakmıyor” diye tembihlemişti, öyle yapıyordu Zehra. Banyoda sabunu aceleyle life sardı, derisini tabaklar gibi sabunlandı. Ne yapsa çıkmıyordu hayatın kiri vücudundan. Hep kokuyor gibi gelirdi ona, bol bol lavanta kolonyası dökünürdü bu yüzden.

“Anam, canım anam! Sen başkasın be anam!” demişti rakılarını tokuştururken oğlu Zehra’ya. “Helal et hakkını!” Sarılmışlar, kucaklaşmışlar, helâlleşmişlerdi… Kemal’in küçüklüğünde yaptığı yaramazlıkları hatırlatıp birbirlerine ağız dolusu gülmüşlerdi doya doya. Ana oğul kendi yüreklerinde birbirlerini ağırlamışlardı son defa…

Sabahleyin Zehra -oğlu öyle biliyordu- giyim atölyesindeki vardiyasına; Kemal de sanayiye… Oğlunun saçına kondurduğu öpüşü sevdi Rüya çatlak aynanın sırrı kaçmış yüzeyinde; oğlunu sever gibi…

“Rüyaaaa, kız! Rüyaaa! Hacer karısı seni çağırıyor; köpürmüş yine telvesi taşmış kahve gibi! Nerede o Rüya orospusu? Ayıracam bacaklarından, çabuk bulun gelin bana diye kıçını yırtıyo kızzz!” “Çatlamasın, geldik! Napcakmış beni? Bulgurlu’ya gelin mi vercekmiş?” Gevrek gevrek gülen Yıldız’a bakıp,  “hayırdır, hoşuna gitti bakıyom. Sen de mi gelcen Bulgurlu’ya?” “Kız Rüya, nerden buluyon bu lafları? Bayılıyom sana…” “Hadi hadi bırak ayılıp bayılmayı da düş önüme! Bulgurlu’nun erkekleri bizi bekler! Hacer acele ediyor gerdek için!” Gülüşerek kızların toplandığı salona indiler. Serap koltuğa yayılmış gazete okuyordu ağzında cak cak sakızla. Alev üzerindeki kırmızı dantel geceliği nereden aldığını anlatıyordu öbürlerine. Okşan üfleye üfleye ojelerini kurutmaya çalışıyordu Alev’i dinlerken. Yeni gelen Kader, köşedeki koltuğa sinmiş diğerlerini izliyordu korkunun titrettiği gözlerle… Hacer tüm boyaları sürünmüş yine de çirkinliğini saklayamamış yüzüyle kapıda belirdi. “Cilvelenin, cilveleşin bakayııımmm! Buzdolabı isteseler evlerinde karıları var, size ne hacet! Hadeeee, kapıya dayandı abazalar yığını! Şenlenin, şenlendirin ortalığı!”

Günlük hareketleri başladı bok sarısı boyalı evin. Ortalık kalabalıklaştı birdenbire. Gürültülü hareketler sardı salonu, koridorları… Cilveli kahkahalar, alttan alta duyulan Arap müziğiyle abartılı kıvırtmalar… Edepsiz bakışlar… Açılan kapılar, kapanan perdeler, arada coşmuş erkek nidaları… Hayat Ev’in kalp atışları…

Yanında dikilen Alev’in kıkır kıkır sesiyle Hayat Ev’in kalp atışına döndü Rüya “Ne kıkırdak çıktın be Alev!” “Allahım, sana geliyorum. Tutmayın beni, gidiyorum. Kız aşık oldum Rüya! Hayatımın erkeği geliyor, vallahi bak, bana geliyor! Kız Rüya, sulanma, sakın diyeyim bak, benim bu çıtır. Gözünü oyarım Allahıma!” Şöyle umursamazca kafasını kaldırdı Rüya, geleni görmek için. Gözleri iki kara közle yandı, köz buza kesti, göğsüne düştü! Buz yanığı yaktı geçti ciğerlerini… Kemal’in kara çakmak gözlerinde öldü Rüya… Üçüncü sayfaları okumazdı da hiç!

***

*Zehra kadın! Yıllar önce aldığı, bir türlü öldürmeyen bıçak yaralarını getirdi koydu hayatıma… Oğlu Kemal’i… Üçüncü sayfaya haber olan hayatını, ölümden dönüp taşımak zorunda kaldığı zor yükleri… Şikayetçi olmadığı oğlu, yüzüne bakmıyormuş o günden beri… “Sağ olsun, sıhhatte olsun; varsın bakmasın yüzüme, varsın anam demesin! Vallahi daha hafifim artık, saklayacak bir şeyim olmayınca… Yaşım geçti, ancak pavyonlarda konsomatrislik veriyorlar, o da eski günlerin hatırına… Sen şu göğsüme denk gelen bıçak yarasına bir çare bulurmuşsun; öyle dedi pavyondaki Sude. Faça düzeltmede üstüne yokmuş! Hayatım boka sarık, façamız az derli toplu dursun!”

O uzun bıçak yarasını sarmaşık gülleri ve kelebeklerle öyle güzel kapattım ki aynada kendine bakan Zehra göz yaşlarını tutamadı. “Boktan hayatıma getirdin cenneti koydun, helâl sana be!”

Elif Füruzan Uysal

Ben Fatmazel Memnun Oldum kitabından.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir