Peyami Safa’nın Yaşam Öyküsünde Acılı Bir Dönem: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Bugün sizinle bir sesli kitap deneyimimi paylaşmak istiyorum.
Peyami Safa’yı ölümünün 60. Yılında Panzehir Dergi sayfalarında anma ödevini üstlenince uzun yıllardır hiçbir kitabını okumadığımı fark ettim. En son 2002 yılında final sınavları ile uğraşan kızımın edebiyat ödevini kolaylıkla yapabilmesi için Fatih-Harbiye romanının özetini çıkarmıştım. Aradan tam yirmi yıl geçmişti. En baştan başlamaya karar verdim ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile Sözde Kızlar adlı romanları sesli kitap uygulamasından arka arkaya dinledim. Tiyatro sanatçıları tarafından okunan bu edebi metinleri dinlemenin de bizzat okumak kadar etkileyici olduğunu düşünüyorum.. Üstelik gözlerim yorulmadan, uykum gelmeden sadece dinleyerek kitabın tadına vardığımı belirtmek isterim.
Peyami Safa’nın ölümsüz eseri Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, aslında yazarın öz yaşam öyküsünden bir kesiti anlatmaktadır. Otobiyografik bir romandır. İlk baskısı 1930 yılında yapılmıştır. Yazarın bugüne kadar en fazla basılan eseri Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan 100 Temel Eser listesinde de yer alan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanı olmuştur.
Roman önce 7 Kasım-10 Aralık 1929 tarihleri arasında, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş; ilk baskısı 1930 yılında, Resimli Ay matbaasında yapılmıştır. Peyami Safa bu ilk baskıyı o dönem yakın arkadaşı olan Nazım Hikmet’e ithaf etmiştir. Ölümsüz şairimiz Nazım Hikmet’te bu roman için şu değerlendirmeyi kaleme almıştır:
“ Ben, Peyami’nin bu son romanını üç defa okudum. Otuz defa daha okuyabilirim ve okuyacağım… Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu, Çalıkuşu’na ağlayanların anlaması kabil değildir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, on bin, yüz bin, bir milyon satardı. Eğer ızdırabı, azabı ve neşeyi coşkun bir ciddiyetle duyan öz ve halis halk kitleleri okuma ve yazma bilselerdi”.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu aynı isimle 1967 yılında beyazperdeye uyarlanmıştır. Yönetmenliğini Nejat Saydam‘ın yaptığı, başrollerini Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet paylaşmıştır.
Bu roman aynı adla televizyona da uyarlanmıştır. Salih Diriklik‘in yönetmenliğini üstlendiği 4 bölümlük televizyon dizisi TRT 1 kanalında yayınlanmıştır. Romanına ana karakteri ve anlatıcısı olan genci Oğuz Tunç canlandırmıştır.
Peyami Safa da sekiz yaşından itibaren kolunda başlayan kemik veremi nedeniyle çok çile çekmiş, on yedi yaşına kadar bu hastalıkla boğuşmuş, kolunu kaybetme noktasına kadar gelmiştir. Yaşadıklarını Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı ünlü romanına neredeyse bire bir taşımıştır. Romanda adı olmayan 15 yaşındaki biri delikanlı bacağındaki kemik veremi ile cebelleşmektedir.
Peyami Safa’nın bu romanı ile hemen hepimizin ortaokul-lise yıllarında Türkçe ve Edebiyat dersinde “roman inceleme ödevi” olarak tanıştığımızı düşünüyorum. Türk edebiyatının ilk psikolojik roman örneklerinden olması ve roman kahramanının gözlemlerini esas alan ilk Türk romanı olması bu eserin bir başka özelliğidir.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, hasta gencin 1915 yılındaki olayları anlattığı bir hatıra defteri şeklinde kaleme alınmıştır.
Roman kahramanının bir adı yoktur, Ana karakter olan 15 yaşındaki genç aynı zamanda romanın anlatıcısıdır. Bacağındaki bir türlü iyileşmeyen, her gün daha da kötüye giden kemik veremi hastalığının verdiği derin acıları, tedavi sürecini, yakın çevresindeki kişileri, onların hastalığına bakışlarını, onlarla ilişkilerini ve iletişimini kendi gözünden anlatmaktadır. Bir okur olarak bu acılı delikanlı ile beraber acı çeker, onunla birlikte toplumdaki sosyal sınıflar arasındaki keskin ayrımın farkına varırız. Hastalığı nedeniyle çekmek zorunda kaldığı fiziki acılara ve korkulara, endişelere onunla beraber üzülürüz.
Hastanın bacağındaki yaranın sık sık temizlenmesi ve yeniden sarılması gerekmektedir. Pansuman sırasında iltihaplı yaranın üzerinde birkaç gün kalmış olan gazlı bezin çıkarılmasını anlatan satırların muazzam etkisini paylaşmak istiyorum: “Fakat asıl mesele gaz bezinin çıkarılmasıdır: Yaralı et, iki obur dudak gibi gaz bezini emer, bırakmaz ve bu dudaklar kurumuş ifrazatın tutkalıyla birbirine yapışmıştır. kitlenmiştir”.
Sizin de canınız yandı mı okurken?
Hastanın ya da yazarımızın annesi ile ilişkilerindeki duyarlılığı, annesinin daha fazla üzülmesini istemediğinden ve karşılıklı birbirlerinin acılarından beslenmemek için hastalığının kötüye gidişini annesi ile paylaşmaya yanaşmamasının anlatıldığı bölümler çok etkileyici. Kitaptan bir bölüm alıntılamak istiyorum: “Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil, annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş (çarpılmış, darp edilmiş) olur: çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.”
Roman kahramanımız yani Peyami Safa on beş yaşında ciddi bir hastalığı olan bir gençtir. Koltuk değneği kullanmamak için inat etmekte ve hasta bacağını sürükleyerek, doktor kontrolü için hastaneye bir başına gitmektedir. Yarsının pansumanı için de düzenli olarak hastaneye ya da eczaneye girmek zorundadır. Tüm fiziki ve psikolojik acılara bir başına katlanmaktadır. Üstelik çevresinde olup biteni gören, anlayan ve yorumlayan duyarlı bir yapıya sahiptir. Hastane koridorlarını, bu koridorlarda bir çare umuduyla bekleşen hastaların ve hasta yakınlarının sabırlı sessizliğini bu kadar yalın, bu kadar yakın, bu kadar derin anlatıldığına daha önce hiç rastlamamıştım.
“Beklemesini onlar kadar bilen yoktur.” Peyami Safa bu basit ve kısa cümle ile hastane koridorlarında sıra bekleyen hastaları tarif etmektedir.
Romandan hasta kardeşliğine vurgu yapan bir cümle alıntılıyorum: “iki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur, hasta olmayanlar bizi ne kadar az anlayacaklar”.
Yazarın hastanenin bahçesinde muayene olacağı bölüme doğru ilerleyişini anlattığı cümle okurun kalbini en duyarlı yerinden yakalamaktadır: “Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.”
Hastanın üzüntülerini, bacağının kesilmesi olasılığından duyduğu korkuyu, evhamlarını, yarasının bir türlü iyileşmemesi nedeniyle artan tedirginliğini okurken, bizler de onunla birlikte derinden üzülürüz, tedirgin oluruz, endişeleniriz. Peyami Safa bir kere daha kısa bir cümle ile durumu en etkili şekilde anlatacaktır: “Kendimi çok sevdiğim an, kendime çok acıdığım an.”
Roman kahramanı genç, eski İstanbul’un sur içindeki semtlerinin birinde annesi ile birlikte yaşamaktadır. Bacağının yeniden ameliyat edilmesi, hatta bu ameliyat sonucunda biraz kısalacağı haberi ile hastaneden dönüşünde evin sofasını anlattığı bölüm romanın en çarpıcı, en yetkin bölümlerinden ilkidir.
Birlikte okuyalım: “Bu sofa dört köşelidir. Ortada sokak kapısı, iki yanında birer pencere. Pencerenin yanında bir ot minderi. Minderin yanında yemek masası. Masanın yanında iki sandalye. Bu sofada oturulur, yemek yenir, misafir kabul edilir. Ve baktım: minderde üs tüste konmuş iki yastık (demek annem biraz rahatsızlanmış ve buraya uzanmış). Masanın yanında rafın önüne çekilmiş bir sandalye (demek annem en üst raftan bir ilaç şişesi almış). Ha… İşte masanın üstünde bir şişe: kordiyal (demek annem bir fenalık geçirmiş). Minderin üstünde ıslak, buruşuk bir mendil (demek annem ağlamış). Benim de bu şişeye, iki yastığa ve bir mendile ihtiyacım var, ben de kordiyal alacağım, uzanacağım ve ağlayacağım”.
Romanın kahramanı doktorların açık havada bulunmasını, iyi dinlenmesini ve iyi beslenmesini salık vermeleri üzerine yaz tatilinde uzaktan akrabası Paşa’n Erenköyü’ndeki konağına gider. Erenköy’deki köşkte misafir olduğu günlerde Paşanın kızı olan çocukluk arkadaşı Nüzhet’le aralarındaki duygusal yakınlık güçlenir. Nüzhet kendisinden dört yaş büyüktür ama buna rağmen kahramanımızın kendisine duyduğu tutkulu aşka duyarsız değildir. Bazen geceleri gizlice buluşmakta, öpüş ve okşayışlarla yakınlaşmaktadırlar. Gündüzleri köşkün arkasındaki bağda üzüm asmalarına kükürt atmak bahanesiyle kaçamak buluşmalar yaşamaktadırlar.
Genç aşığın bu günlerdeki duygularını yansıtan satırlara bir göz atalım: “Birbirimize açıldıkça kapanıyorduk.”
Yazarımız gençlerin yaşamakta olduğu bu çiçeği burnunda aşkı öyle güzel ve samimi anlatmaktadır ki: “Zaman geçtikçe birbirimizi daha çok tanıyacakken, birbirimize karşı yenileşiyorduk. (bütün bunlar aşka benzer şeylerdir, o vakitler bunu anlamıyordum.)”
Aynı günlerde Doktor Ragıp Nüzhet’e talip olur; bu olay birkaç gün kahramanımızdan gizlenir. Romandan okumaya devam edelim: “Paşa’nın çapaklı sesi. Nüzhet’in dizlerinde titreme. Nurefşan’ın gözleri, aynalı dolap kapısının gıcırtısı. Ve bu ses, bu dizler, bu gözler, bu kapı gizli şeylerin diliyle bana neler söylüyorlar! Bazan etrafımızda o kadar esrarlı bir hadise olur ki ince teferruatına kadar bunu sezeriz, fakat hiç bir şey idrak etmeyiz; ruhumuzun içinde ikinci bir ruh her şeyi anlar, fakat bize anlatmaz, böyle korkunç işaretlerle bizi muammanın derinliklerine atar ve boğar.”
Nüzhet’in annesi evliliğe taraftardır ama Paşanın endişeleri vardır. Durum ortaya çıktıktan sonra Paşa delikanlımıza fikrini sorar. Kahramanımız Doktor Ragıp ile Nüzhet’in yaş farkına dikkat çeker. Görüşünü şu cümle ile vurgular: “Devir değişti. Nüzhet sefalet görmüş bir kız değil ki, rahat etmek, iyi giyinmek onun için bir saadet olsun. O, zaten rahat. O başka şeyler ister… Kendine yakın bir insan ister”.
Gencin olumsuz düşüncelerin açıklaması Nüzhet’in annesini kızdırır. Hasta genç ile aralarındaki yakınlaşmayı önlemek için kızına, hasta gençten mikrop kapabileceğini, uzak durması gerektiğini söyler. Bu konuşmayı duyan genç kırılır.
Kitaptan okumaya devam edelim. “Nüzhet bana yalan söyledi. Bunu onun yüzüne vurmak istiyorum. Hakikat, yalana karşı mücadeleye beni memur ediyor. Mukaddes bir iş. Bunu yapacağım. Bütün hayatımı buna hasredebilirim. Dünyanın hiçbir Nüzhet’i yalan söylememelidir”.
Dr. Ragıp Bey’in de davetli olduğu yemekte Paşa’nın Fransa ve Fransızca hayranlığını eleştiren gencin Paşa ile de arası açılır.
Yazarımızın alıntıladığım cümlesi yemek masasındaki ortamı çok iyi anlatmaktadır: “Sofradaki münakaşanın çirkin bir çocuğu doğdu. Sükut. Ruhlar acılaşmıştı ve güzel bir mevzua girilemiyordu”.
Hasta gencin Nüzhet’e duyduğu tutkulu aşka karşın Nüzhet’in gel-geç hevesi yorucu ve kırıcıdır. Gencimiz duygularını şu cümle ile anlattır: “Keşke futbol oynasaymışım; belki de bacağımı Nüzhet’in aşkı kadar yormazdı“.
Kahramanımız yaşına rağmen çok olgundur, insanları dikkatle gözlemlemekte, onların karakterlerini, duygu ve davranışlarını başarıyla çözümlemektedir. Kitaptan son bir örnek vermek istiyorum: “Ben Nüzhet’in kahkahalarından ürkerim, bu, bir silahtır ki Nüzhet onu başkalarının zaafları üzerine merhametsizce boşaltır.”
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, anlatımındaki sahicilik, akıcılık, zengin ve renkli bir dil kullanımı ile çok kolay okunmaktadır. Yüz on sayfa uzunluğunda olan bu romanı okurken nerdeyse her cümlenin altını çizmek ve alıntılamak hevesine kapılmak olasıdır.
Betimlemeler çok başarılıdır, Hiç bir betimleme cümlesinde ağdalı bir dil, süslü tanımlamalar kullanılmamıştır. Kişilerin fiziki görünümleri ve kişilikleri birkaç cümle o ile kolaylıkla çizilmiştir. Yazarın anlatım dili çok güçlüdür. Anlatımın görsel niteliği olağanüstüdür. Tüm romanı baştan sonra sahne sahne beyaz perdede izlemekte olduğunuz düşüncesine kapılmanız olasıdır.
Romanı okurken, ya da benim gibi dinlerken bu on beş yaşında olmasına rağmen kendini çok iyi yetiştirmiş olan gencin duygu ve düşüncelerini yaşına göre fazla olgun bulabilirsiniz. Ancak, romanın bütününde bu ifadeler yerli yerine oturmakta ve okurun aklına bu cümlelerin genç birine ait olmadığı, aslında yetişkin bir kişi olan yazarın ifadeleri olduğu düşüncesi takılmamaktadır. Kim bilir, belki de okur, yazarın 15 yıl önce bu duyguları bizzat yaşadığını bilmekten gelen bir eşleştirme yapmaktadır.
Peyami Safa’nın psikolojik romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu okullarımızda altıncı sınıftan itibaren 100 Temel Eser listesinde yer alması ve yüz on sayfadan ibaret olması nedeniyle kısa olduğu için kolay okunur düşüncesiyle Türkçe Edebiyat derslerinde okuma ödevi olarak verilmesini doğru bulmuyorum. Kitabın kısa olması, kahramanın on beş yaşında olması 11-14 yaş aralığında okunabileceği anlamına gelmediğini düşünüyorum.
Bacağında ortaya çıkan kemik veremi ile uğraşan fakir ve kimsesiz gencin derin ümitsizliğini, çıkış yolu görünmemesi, bir acı ve ümitsizlik hikâyesi olmasını bir yana bıraksak bile, yaranın temizlenmesi, yeniden kapatılmasının anlatıldığı ayrıntılı satırların gencin çektiği fiziki acıların ve korkuların anlatıldığı satırlar bu yaş grubu için sevimli ve çekici olmayabileceğini düşünüyorum. 15 yaşındaki hastalıklı ve fakir gencin kendisinden dört yaş büyük Paşa kızı Nüzhet’e duyduğu tutkulu aşkı ve aralarındaki ilk cinsel uyanışların anlatıldığı paragrafların da ortaokul öğrenciler için uygun olmadığını düşünüyorum. Henüz duygu ve düşünceleri yeterince gelişmemiş, olgunlaşmamış çocukların ilk karşılaştıkları Peyami safa romanının ağır fiziki ve psikolojik acılarla dolu bir roman olması, çocukları Peyami Safa’nın başka bir eserinden de uzak tuttuğunu düşünüyorum.
İyi edebiyat, güzel Türkçe ile birkaç saat geçirmek için Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu öğrenciliğinizden sonra bir kez daha okumaya ne dersiniz?
Pişman olmayacağınıza, duru bir roman anlatımını özlediğinizi hissedeceğinize, abartısız ama gerçekçi ve yeterli tasvirlerle güzel edebiyata doyacağınıza inanıyorum.
Birsen Karaloğlu