SELÇUK ALTUN OKUMAK : İTİCİ BİR ÇEKİCİLİK
(Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir- Bizans Sultanı – Buraları Rüzgar, Buraları Yağmur – Ardıç Ağacının Altında)
İki binli yılların başlarıydı. Mail grupları kurulmuş, okul arkadaşları birbirini bulmaya başlamış, yemekli toplantılarda heyecanlı kavuşmalar yaşanır olmuştu.
Biz, İstanbul Kız Liseliler de bir heves, bu cereyana kapılmıştık. Galiba biraz da benim zorlamamla hem Ankara’da, hem de İstanbul’da toplu yemekler düzenlemeye başlamıştık. Ankara buluşmalarımıza avukat olarak görev yapan etüt ablamızı da davet ediyorduk.
Yıllar sonra yeniden karşılaştığımız etüt ablamız Serpil, avukat olmuştu ve Ankara’da çalışıyordu. Küçük oğlu ve kızım tesadüf bu ya, üniversitede aynı bölümde öğrenciydi.
Kız lisesindeki etüt ablalarımız o dönemde üniversite öğrencisiydiler. Üniversite yurdunda kalmak yerine, kız lisesinde bizler gibi yatılı kalırlardı. Akşam ve sabah etütlerinde bizlerin ders çalıştığı sınıflarda gözetmenlik yapar, boş saatlerde bizlere arkadaşça davranır ve çeşitli konularda yardımcı olurlardı. Yeni yetme çağındaki bizler için dört-beş yaş büyük üniversiteli ablalar ile aynı koridorları, aynı yemekhaneyi ve aynı yatakhaneleri paylaşmak yakın geleceğe açılan pencerelerdi. Bir ayrıcalık ve zenginlikti.
Bir grup yemeğinin çıkışında birlikte yürürken, Serpil Abla “ağabeyinin yazar olduğunu, romanlar yazdığını” söylediğinde, şaşırmıştım.
‘Selçuk Altun’ adını o güne kadar hiç duymamıştım. Sene 2003 olmalı. Çünkü hemen yayınlanmış olan ilk üç romanını alıp bir solukta okuduğumu hatırlıyorum.
Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir (2001)
Bir Sen Yakınsın Uzakta Kalınca (2002)
Kurşun Lezzeti (2003)
Okudum evet ama sevmedim, sevemedim. Üslubunu saldırgan, kibirli ve rahatsız edici bulmuştum. Üsten bakışlı, kendini beğenmiş, mutsuz ve hırçın bir enerji kitaplara egemendi.
İzlenimlerimi paylaştığımda sevgili etüt ablamın bana kırıldığını anladım. Bizim kızlar grubunun toplu yemekleri de aynı dönemden olmayan, farklı yaşlardaki mezunları da davet etmem nedeniyle kısa sürede tavsadı. Üstelik birlikte okuduğum dönem arkadaşlarım da toplu yemeklere katılmakta nazlanır oldular ve buluşmalarımız sona erdi.
Serpil Ablanın hayran olduğu ağabeyinin yazarlığını beğenmeyerek, üzülmesine sebep olduğum için biraz mahcup olmuştum. Galiba bu nedenle sonraki günlerde de Selçuk Altun kitaplarını almaya ve okumaya devam ettim. “Annemin Öğretmediği Şarkılar” (2005), “Senelerce Senelerce Evveldi” (2008), “Bizans Sultanı” (2011), “Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme” (2014), “Buraları Rüzgar, Buraları Yağmur” (2015).
Karantina günlerinde kitaplığımı düzenlerken Selçuk Altun’un en son okuduğum iki kitabının (Bizans Sultanı ile Buraları Rüzgar, Buraları Yağmur) konusunu nedense hiç anımsamadığımı fark edince, “haydi bir daha” dedim ve her ikisini de bir gün içinde yeniden okudum. Bu arada yeni bir romanının daha yayınlanmış olduğunu öğrenince onu da satın almaya karar verdim. İnternet siparişim gecikince, yazarımızın “Ardıç Ağacının Altında” adlı son romanını ancak bayram günlerinde okuyabildim.
Yetmedi, izlenimleri yazarken, “Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir” adlı ilk romanına geri döndüm ve bir kez daha okudum.
Yazarımız, Doğan Hızlan ile TRT 2’de yaptığı “Karalama Defteri” adlı söyleşide “en beğendiğim kitabım” dediği için ‘Ardıç Ağacının Altında’ adlı romanı okumadan izlenimlerimi yazmak ve paylaşmak istememiştim.
Yazarın hakkını teslim etmek ilk ve en temel ilkemiz ama ilk düşüncem hiç değişmedi. Türkçeyi katleden bir yazar vardı karşımda.
Kelimeleri bozarak yazıyor Selçuk Altun. Gereksiz yere soru cümlelerini sıklıkla kullanıyor ama bunu da yersiz ve anlamsız yapıyor. Düz cümle ile anlatabileceği bir ifadenin orta yerine “mi” soru ekini yerleştirerek, vurgu ya da kendince ironi yapmak isterken, bana göre ise sadece cümle yapısını bozmakta ve okumayı güçleştirmektedir.
Sözcüklerin yapısıyla oynaması, sözcüğün içindeki bir harfi parantez içine alarak, çoğunlukla benzer, bazen de zıt anlamlarda iki farklı sözcük yaratma çabası ise edebi roman yazma iddiası olan ve kendini entelektüel olarak gören yazarımızın elini en baştan zayıflatmaktadır.
Siz hiç Emil Zola’nın, Gorki’nin, Yaşar Kemal’in şöyle cümleleri okudunuz mu?
“Kudüs’e mi giderken Konstantiye’de mola veren Haçlı Ordusu” veya “Çağlara meydan okuyan yapı(t)”.
Bu örneklere benzer şekilde, “mi” soru ekleri ve “parantez içi harfler” tüm kitaplarında çok sayıda bulunmaktadır. Bir kaç örnekle yetinelim:
“kıs(s)a”, ku(r)şun lezzeti, e(leş)tiri, def(n)olurken, doğaçlama(sal), öde(ye)meme, ge(tiri)len, dolaştı(rıl)dığım, (t)akım..vb
Yazarımız sözcükleri bilerek bozuyor ve hiç iyi yapmıyor. Gelin, bir kaç örnekle bu eleştirimizi biraz açalım: “yazarımsılar”, “tembihat”, “insanat”, “nobelistler”, “doğaçlamasal”, “asparagasımtırak”, vb. Sahi siz nasıl buldunuz?
“Mürşide İçmeli baskılarını astığımda yeni evim bana hazırdı.”
İsterseniz, bu cümlenin üzerinde biraz duralım. Sizce bu cümle ilginç midir, yoksa deneysel midir? Ya da, Mürşide İçmeli gravürlerine sahip olduğunu satır arasına sıkıştıran birinin övünmesi midi? Yoksa, Mürşideli İçmeli’nin eserlerine sahip olmanın önemli bir şey olduğunu belirterek, okurun önüne bir hedef mi koymaktadır?
Gelen cümleyi yorumlamayı ise tamamen size bırakıyorum: “Orgazmik (daha uygun bir sözcük düşünemediğimdendir) bir zevkle okudum.”
Bu konuya girmişken, bir de şu tanımlamaya bakalım isterseniz: “Kitap müzayedelerinin orgazmik arenası”.
Yazarımız, dilimize kendi yarattığı özel sözcükler ve deyimler katma sevdalısıdır: “kitapçoksever”, “okumayazma evi”, “küresel kültürazzi”, “küresel yazarlar”, “edebiyatistan”, “aforizmal”, “oyunbazlık”, “kitabistan”, “ıskalanmış yapıtlar”, “sığlıkistan”, “ısısızlığın/sessizliğin katsayısı”, kitapyavrukurtları” vb.
Altun romanlarının bana göre en başarısız yanı, aynı romandaki farklı karakterlerin tıpatıp aynı şekilde konuşmasıdır. Romanlarda birebir aynı sözcük ve ifadelerle konuşan karakterler olduğu gibi, aynı kalıp cümle ile konuşan, benzer durumlarda tıpa tıp aynı tepkileri veren karakterlerle karşılaşmak her zaman mümkündür.
Yazarın son romanı olan “Ardıç Ağacının Altında” adlı kitapta, dört farklı anlatıcı monologlar halinde kendi hikayesini anlatır. Baş karakter Erkan Sipahi roman boyunca başta ve sonda olmak üzere iki kez söz alır, ikinci anlatıcı olan oğul Taner, babasının kaldığı yerden aynı sözcükler, aynı cümle kalıpları, aynı beğeniler, aynı ilgi alanları ve aynı yorumlarla hikayeyi anlatmaya devam eder.
Yazarın ilk romanı “Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir” de ana karakter İsviçre’de yatılı lisede okumaktadır. 53. sayfada kahramanımızın çok kitap okuduğunu gören oda arkadaşı tepkisini şu cümle ile belirtir : “Bu denli çok okuyarak ne kazanıyorsun bilmiyorum ama neler yitirdiğini çok iyi biliyorum.”
Durun henüz bitmedi.. Aynı romanın 84. sayfasında ana karakterimiz bu kez New York’ta, Colombia Üniversitesinde işletme yüksek lisansı yapmaktadır. Yurtta bitişik odalarda kaldığı Arjantinli sınıf arkadaşına da kulak verelim: “Sürekli kitap okumaktan ne kazanıyorsun bilemiyorum ama kitaplar yüzünden düzgün arkadaşlar kazanamadığını biliyorum“.
Sizce Selçuk Altun’un dikkatli bir editöre ihtiyacı olduğunu düşünmekte haksız mıyım?
Biz okurları Selçuk Altun’un “serenditipy” sözcüğünü çok sevdiğini biliyoruz. İngilizce sözlükte “Şans eseri değerli birşeyler keşfetme” anlamı taşıyan bu sözcüğü Yazarımız şöyle açıklamaktadır. “Serendipity. Farsça kökenli bir sözcük, tek başına, ‘bir güzeli ararken başkasına ulaşma’ zenginliğini ifade ediyor.” Yazar ‘serendipty’ sözcüğünü ilk romanından itibaren tüm kitaplarında birden fazla kez kullanmıştır. Hatta yaptığı söyleşilerde, Enis Batur’a da referans vererek, “kendisinin ‘serenditipy’ sözcüğünü edebiyatımıza kazandırmış olduğunu” övünerek vurgulamaktadır.
Bu noktada Yıldırım Türker’in 9 Ekim 2010 tarihli Radikal’deki köşe yazısını bu sözcüğe (Serendipity, aramazken bulunan, mutlu tesadüf) ayırdığını belirtelim ve yazının linkini yeni sözcüklere meraklı okurların dikkatine sunalım.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yildirim-turker/serendipce-1022818/
Bu arada 2016’da yitirdiğimiz yazın üstadı Umberto Eco’nun 1998’de yayınlanmış olan “Serendipities: Language and Lunacy” (Serendipity: Dil ve Delillik) adlı bir eseri olduğunu da hatırlatmak isterim.
Yok, hayır yapmayacağım, yayınlanmış otuz dört kitabı olan Ayşe Kulin üzerine altı adet izlemim yazısı paylaşmış olabilirim ama bunu Selçuk Altun romanları için tekrarlamayacağım. Sadece bu yazı ile yetineceğimi umuyorum. Çünkü her şeyden önce Türkçe dil bilgisi kurallarını bir başına değiştirme yetkisini kendisinde görmesini kabul edilemez, hatta katlanılamaz buluyorum.
Örnekler üzerinden devam edelim: “Özgülemek” sözcüğü satır aralarında adeta haykırmakta ve sanki “beni buradan çıkarın” diye yalvarmaktadır. “Resepsiyonist balkonlu odayı bana özgülemişti”.
Keşke, yazarımız sadece “odam balkonluydu” diye yazmış olsaydı.
Kendimi tam olarak ifade edebilmek için bir örnek daha paylaşıyorum: “Ulvi adlar özgülenen sokaklar..”
Ya bu cümleye ne demeli bilemedim: “Bu teatral kişiye ısınamayacağımı duyumsadım.”
Başka bir romanda ise bu cümlenin tezatı ile karşılaşmak mümkün. “Duruşu teatraldi benimsedim.”
İsterseniz bir de buna bakalım: “Beynime nakşedili aforizmaları özler oldum”.
Bozuk anlatıma başka bir örnek olarak; “Floransak rahip” dikkat çekiyor. Bu garip ötesi tamlamadan rahibin Floransalı olduğunu anlamamız gerekiyor galiba!
Yazarımızın, romanlarında günümüzde pek kullanılmayan, unutulmaya yüz tutmuş, Osmanlıca, Arapça ve Farsça sözcükleri de sıklıkla görüyoruz: “Terennüm etmek”, “nam kişi” “birkaç cümleden mürekkep paragraf” vb.
Eski sözcükler kullanmasına bir itirazımız olmaz ama aynı paragrafta yarı bozulmuş Türkçe sözcükler ve eski sözcükler bir arada olunca okumanın tadı bozluyor, sekteye uğruyor.
Romanların tamamında yazar tarafından tercih edilen bazı kelimeler; sanki bu sözcüklerin yazara ait özel patenti varmış gibi bir çeşit imza ve özel üslup olarak, hikayenin akışında olur olmaz her yerde, rahatsızlık veren ve bıktıran bir sıklıkla kullanılmaktadır: “Iskalamak, benimsemek, ısınmak, küresel, estet, sığ, bibliyoman, varsıl, “birikimli”, bibliyofil, düello yapmak, düelloya çıkmak, aforizmal, klostrofobik, teatral, hüzünbaz, çalakalem, albenili, kaleydoskopik, melodik bulmak, ikilem içinde olmak, Anglo-Amerikan ülkeler, Anglo-Amerikan edebiyat” vb.
Örnek cümleler verelim: “Radikal kitap ekinin kitabımın ABD’de listeye girmesini ıskalamamasına şaşırdım“, “Servis yapan garsonu benimsedim“, NOMO üyeleri fikri benimser oldu“, “Nedim profesör kadına ısınır“, “Londra’yı geç benimsedim” ,”Yayınevlerinin ıskaladağı yazarlar”, “küresel sahaflar”, “küresel yazarlar” vb cümleleri ve tanımlamaları kolayca sıralamak mümkün.
“Bizans Sultanı” adlı romandan da örnek cümleler sunalım: “Tarih kitapları imparatorun kaçırıldığını ıskaladılar” ile “Picadilly semtinin adını melodik bulurum“ cümleleri ilk aklıma gelenler oldu.
Altun’un ilk romanından alıntıladığım bir cümleyi de buraya ekliyorum: “Paçalarımdan içeri giren soğuğun bedenimi gıdıklamasını giderek benimsediğimi itiraf etmeliyim.”
Ayrıca Yazarımız, bir ortamı tarif ederken sıklıkla “film seti gibi”, “film platosuna benzeyen“, tanımlamaları kullanmaktadır.
Romanlarda “rezervasyonist“, “kompüter” ve “volume” gibi İngillizce sözcükler Türkçe karşılığı aranmadan rahatlıkla yer bulmuş.
“Rutubet ve sidik aromalı bodrum katları”, “klostrofobik büfeler”, “aforizmal tatlar”, “sığ ve asalak kişi”, “kaleydoskopik safariler”, “kent safarileri” gibi tanımlamalar yazarımızın üslup özelliği olarak göze çarpar.
Altun’un ilk romanından bir cümle alıntılıyorum: “Ben tüm masalar dolduğunda bile yalnızlığımı zorlamayan nitelikli müşteri profilini ve düşünmek için başımı kaldırdığımda birden erişilmezleşen o neler duymamış yüksek tavanını severdim”.
Son romanından da bir cümle alıntılayalım: “Renk cümbüşünün büyüsü beni ayrı bir ayrı bir zaman tüneline sürükler, okuma zevkinden uç bir atmosferde kaleydoskopik safarilere çıkardım“.
Parantez içine aldığı harfleler kelime yapısı ile oynamayı seven, yenilikçi yaklaşımlı bir yazar için oldukça tumturaklı ve zorlama sözcükler eklenmiş bu cümleleri okurken, doğrusu yadırgadım. Peki, siz dersiniz?
Altun’un abartılı bulduğum uslubüna bir başka örnek olarak şair Oktay Rifat tutkusunu verebilirim. Her vesileyle Oktay Rifat sevgisini “onun nice dizesi bile bir şiir şiddetindedir” cümlesine neredeyse her romanında, her söyleşisinde rastlarız.
İlk romanında 71. sayfada, New York kentinden söz eden, “kentin geometrik sokak kaleydoskopunun ana parçası Brodway caddesi..” cümlesi ile karşılaşan okuru 86. sayfada California’daki Berkeley Üniversitesinin kampüsünü anlatan şu cümle bekler: “Cüce kentsel mimari dokusu, gecekondu semtlerinin çalakalem kaleydoskopik şirinliğinden bile yoksundu.”
Kim bilir, belki de 21. yüzyıl okuru bu tür metinleri “edebiyat” sanıyordur. Muhtemelen ben ve beğeni düzeyim geçmişte kaldık.
“Buraları Yağmur Buraları Rüzgar” adlı romanda ana karakterin karısı pek de başarılı olmayan bir müzisyendir çelllo (viyolensel) çalmaktadır. Çellist sözcüğünü çok sevdiği (ya da melodik bulduğunu) düşündüğümüz yazarımızın bir başka romanındaki erkek kahramanın ABD’de yaşayan çellist bir kız arkadaşı olduğunu okuruz.
Yazarımızın mimari zevki de çok belirgin ve keskindir. Kitaplarında defalarca “kitap şeklinde bina” ve “kitap şeklinde mezar” tanımlarına, ifadelerine rastlarız. İlk romanı kitap şeklindeki binayı aramak üzere yola düşmesiyle sona erer. Bazı kahramanlar da, daha ölmeden kendi mezarını kitap şeklinde yaptırır veya en azından hayal eder.
Bir başka dikkatsizlik örneği olarak, Karacaoğlan’ın aynı dörtlüğüne romanda iki defa rastlıyoruz.
“Bir kayıkta gidiyormuşçasına rahatlamıştım.” Bu cümlede de yazarın sevdiği kalıplardan biridir. Son kitaplarında bazen iki kere ve üstelik aynı romanda farklı roman karakterleri tarafından ifade edilmiştir.
Sık sık karşımıza çıkan şu cümleyi de roman kahramanının değil, doğrudan yazarın kişisel görüşü olarak okumak gerekiyor : “İkram ısrarcılığıyla yoran kadın ev sahipleri cemaatinin can sıkıcı hali”.
Altun’un romanlarında gerçek hayattan kişiler kendi adlarıyla sık sık yer alır:
“Suna ve İnan Kıraç nam aziz çift Pera Müzesi’ni bir avuç (?) sanatsevere armağan etmekle kalmamış, servetlerinin önemli bir bölümünü de sanat ve kültür yatırımlarına bağışlamışlardır. Her Pera çıkışı özel dualarımı sunarım…”
Romanlardaki gerçek kişilere ikinci bir örnek daha verelim: “(Z)arif Özalp’ı butik müzesinde küresel boyutlu işler başardığı için de takdir ederim.”
Selçuk Altun’un hayat görüşü şu cümlede özetlenmiştir ve son dönem romanlarında en az iki kere okura dikte edilmiştir.
“Hayat bir filmdir. İyi veya kötü her karesinin tadını çıkarmalı ya da ondan bir ders alınmalıdır.”
Yazarın son üç kitabında karşılaştığımız bazı maddi hataları da kısaca sıralamak istiyorum:
Kemal Tahir’den alıntılandığını belirtilen “UIan iyi, Ulan Aferin” deyişini aynı romanda iki farklı karakterin kullanması gözden kaçmış olmalı.
Bizans Sultanı adlı romanda ABD’de yaşayan halasının evini arayan kahramanımız, sadece konutların bulunduğu semtte insansız sokaklarda dolaşırken rast geldiği bir gazete dağıtıcısına adresi sormayı başarır. Oysa sadece birkaç paragraf önce randevusunun saat 14.00’de olduğu özellikle belirtilmişti. Filmlerden bildiğimiz kadarıyla ABD’de gazete dağıtıcıları sabahın kör saatinde görevlerini yaparlar. Yoksa öyle değil mi?
Gene aynı bölümde semtteki evleri tarif ederken önce “albenili villalar” tanımını yapmışken, bir iki paragraf sonra “rüküş “evler” tanımını kullanması basım öncesi son kontrollerde dikkatlerden kaçmış olmalı. Yazarımızın zevki bir kaç saatlik ziyaretten sonrasında değişmemiş olsa gerek.
Altun’un tüm romanlarında ana kahramanların yazarın yaşam öyküsünden pek çok iz taşıdığını, yazarın zevk ve beğeni düzeyini bu kahramanlar aracılığıyla ifade ettiğini, romanların aynı zamanda yazarın gezi notları da olduğunu bilmekteyiz. Ama yazarımız bununla yetinmemekte, romanlarında kendi adından da sıklıkla söz etmektedir.
Bu konuda gelen soru ve eleştirilere şu şekilde yanıt vermektedir: “İlk romanım ‘Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir’i yazarken kendimi anlatıcının lânetinden kurtarmak için oraya bir de Selçuk Altun karakteri monte etmiştim. 2000’den bugüne sekiz roman veya novella yazdım, tüm romanlarımda Selçuk Altun ismen veya ruhen yer aldı. Bu önleme rağmen ilk romanımda kendimi anlattığım iddia edilmişti, ondan sonra bu tür yakıştırmaları umursamaz oldum.”
Altun’un kitaplarında öz yaşam öyküsünden oldukça yüklü kesitler, kişisel düşünceleri, biraz fazlaca takıntılı olduğu konular, günlük hayatından ayrıntılar hemen fark edilir.
Örneğin galiba ilk romanında durup dururken, gereksiz yere trafikteki yoğunluğun canını sıkması tumturaklı bir şekilde uzun uzun anlatılır. Hatta ikinci romanın başlangıç sayfalarında bile aynı gözlemsel deneyime bir kez daha geri döner.
Bildiğimiz gibi, Altun romanlarının ana kahramanları çoğunlukla bir şoförün kullandığı ultra lüks arabalarda yolculuk yapmayı tercih ederler. Kahramanlar kaç yaşında ve hangi ülkede olurlarsa olsunlar mutlaka kendilerine bir özel şoför bulurlar veya taksi kullanırlar.
Bu ayrıntının yazarın gerçek yaşamında neredeyse tüm hayatı boyunca makam şoförü olan arabalara alışkın olmasından geldiği düşünülebilir. Çocukluğu ve ilk gençliği o ilçe ve ildeki en yüksek makam sahibi kaymakam ve vali oğlu olarak taşrada geçen yazarımız başarılı bankacılık kariyerinde de uzun süre üst düzey makam sahibi olarak görev yapmıştır.
Bir de; İstanbul havaalanında yurt dışından gelişinde yaşadığı kendince tatsız bir anısından ilk romanında gereksiz bir hırsla söz eder. Altun romanın akışında uygun bir bölümde havaalanındaki taşıyıcıların bagaj arabalarını yolcuların kullanmasını engelleyerek, bagaj taşıma ücreti kazanma çabalarını çok abartarak kınar. Ancak, romanda, komadaki dayısını görmek için yurt dışından iki büyük bavulla dönen kişi milyon doların varisidir ve kendi şahsi milyon dolarlarını da çoktan kazanmıştır. Yazarın hamallara olan kızgınlığı bu satırlarda çok komik kalmış.
Selçuk Altun’un kişisel dünyasına ait gerçek bir karakter olan Erje Ayden hem ilk, hem de son romanda yer alır. New York’ta yaşayan, hayatı bir miktar gizemli, yetenekli bir yazar olan Erje Ayden’den ilk kitapta çok kısa söz edilirken, son kitapta hem fotoğrafı yer alır, hem de roman kahramanı (aynı zamanda yazarımız) ile olan arkadaşlığı ve para alış verişi uzun uzadıya anlatılır.
Selçuk Altun kitaplarında zengin ve çok kitap okuyan, çok gezen, edebiyat (roman-şiir), klasik müzik dinleyen, elitist oyunlar olduğuna inandığı briç ve satranç seven, hatta satrançta dünya çapında kıtalararası turnuvalara katılabilen, çok sık seyahat eden, tanınmış zincirlere ait otellerde konaklayan, sahaf dükkânlarına meraklı, müzeleri ziyaret eden ve bu eylemleri tek başına yapan bir erkek kahramanı anlatır.
Öyle ki, bir-iki kitabını okuduktan sonra, diğer kitaplarda ne ile karşılaşacağınızı, nasıl bir macera okuyacağınızı üç aşağı beş yukarı tahmin edebilirsiniz.
Romanları okurken, özellikle dökümü yapılan kitap ve yazar adlarından, büyük ve ünlü müzelerde ziyaret edilen resim ve heykel listelerinden, kent merkezinde konaklanan otellerin isimlerinden, yemek yenilen restoranların sıralanmasından romanı okumakta olan hemen her okur kolaylıkla yazarın güncesini de okumakta olduğu yargısına ulaşabilir.
Peki bu kötü bir şey midir? Bilemiyorum ama bir roman satın almışken ve bir seyahat günlüğü okumayı beklemiyorsanız, kendi yaşam deneyini ve beğenilerini bu denli önemseyen ve vurgulayan, zevk aldığı hususları okurun gözüne bu kadar sokan ve “eğer bunları yapmıyorsan, yapamıyorsan sen adam sayılmazsın” dercesine bastıran, önceliklerini ve yaşam tarzını dayatan bir yazarın anılarını ve denemelerini okumakta olduğunuz duygusunu yaşarsınız ve asla bir roman tadı almanız mümkün olmaz.
Üstelik romanlarda geçen lokanta v.b yer adları belirtilirken yapılan vurguda bile kasıntılı bir duruş hemen göze çarpmaktadır.
Örneğin romanların birinde Sabancı Müzesi binasında bulunan “Muze de Changa” adlı restoranı ortalama vatandaşın bilemeyeceğini ve orada ancak “üst sınıf bir azınlığın yemek yediği düşüncesine rastlarsınız. O zaman bu lokantanın kısa sürede iflas etmiş olması gerekirdi. Sabancı Müzesinde açılan ve ses getiren büyük sergileri ziyaret eden çok sayıda insanın bir bölümünün bu lokantada da bir mola vermiş olması muhtemeldir. İşin doğrusu neymiş meğer? Müze seven ve bir bardak şarap ile bir salatanın, ya da bir fincan çay ile bir dilim kekin bedelini ödeyebilecek herkes bu lokantayı zaten bilirmiş.
Ha! Bir de romanlarında adı geçen “küresel restoran Sunset“ var. Gerçek yaşama dönersek, İstanbul’da sıradan vatandaşın yürüyerek gidebildiği Ulus parkının hemen altında, Kuruçeşme’ye inen dar ve dik yol üzerinde Boğaz manzarasına karşı sıralanmış, aynı konumda ve pahalılıkta olan iki lokanta-bardan biridir.
Diğerinin adı da Ulus 29’dur. Hafta sonlarında yaz kış o dar yolun iki tarafı trafiği engelleyecek yoğunlukta azman boyutlu ultra lüks arabalarla, “kraldan çok kralcı” valelerle ve bir de yüzlerce boş içki şişesi ile dolar, taşar. Bilmem anlatabiliyor muyum? Parası olan herkese açık olan bir lokantadadır. Kapısından girebilmek için ünlü olmak, kültürlü olmak gerekmiyor. Para harcama kapasitesine sahip olmak işletmecisi için yeterli görülmektedir.
Bizim gibi dizi seven bir toplumun okumayı da seven üyeleri birbirine çok benzeyen roman kahramanların zenginliğin getirdiği lüksü ve her istediğine ulaşma kolaylığını, kültürlü ama o ölçüde de durgun, heyecansız ve çoğunlukla yalnız geçen bir yaşamı okumaktan sıkılmayabilirler.
Altun’un okurlarının çoğunun kadın olduğunu ve zaten ülkemizde roman satışında kadın olurun payının yüksek olduğunu biliyoruz.
Selçuk Altun romanlarını okuyanların büyük kesimi kentlerde yaşayan, sıkıcı işlerde çalışan, yaşamlarında muazzam değişiklikler olmayan ve bu tür değişiklikleri yapmayı pek de göze alamayacak kişilerden oluşmaktadır. Orta ve orta üst sınıf yaşamı olan, asgari geçim sorunu yaşamayan, plazalarda çalışan, kafelerde vakit geçiren, alışveriş merkezlerine giden ama konser ve sergilere de giden, ortalama bir Türk vatandaşına göre yüksek oranda roman okuyan bir kitleden söz ediyoruz. Bu listeye aynı profilin emekli yaşlarını sürmekte olan kadın okurlarını da eklemeliyiz.
Altun’un romanları, kırsala, yokluğa, varoşlara, garibanlığa, etrafı ile sürekli çatışma halindeki mutsuz ve umutsuz karakterlere odaklı yazın dünyasında, kentsoylu, eğitimli, kendi kendini yetiştirmeye özel önem veren ve duyguları yerine aklını ön planda tutan, “estet” kahramanlar ve onların edebiyat, sanat, tarih ve seyahatlerle dolu zengin dünyalarını anlattığı için okuruna çekici geldiği düşünülebilir.
Bir eleştiride Altun’un romanlarının “itici bir çekiciliği” olduğunu” okumuştum.
Okuduğum yoruma göre; “Yazar kentli okurunun zengin roman kahramanıyla özdeşlik kurmasını sağlayarak hikayeye ilgisini kaybetmesini önlemektedir. Yazarımız bunu gerçek yaşamda birçok insanın istediği gibi özgürce yaşamasını engelleyen zincirleri roman kahramana kırdırarak yapmaktadır. Ana karakter ya gizemli bir uzak akrabasından kalan miras ile ya da yasalara uymayan işleri kotarması karşılığında banka hesabına yatırılan yüklü miktardaki paralar sayesinde istediği özgürlükte yaşama şansı elde ediyor. Selçuk Altun yaşamak için çalışmak zorunda olan ücretli beyaz yakalı olan okur kitlesinin belki de en büyük hayalini roman kahramanı üzerinden gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla romanların zengin erkek kahramanları bu muazzam servetin tadını yurt dışında gezerek, kaliteli mekanlara giderek, güzel kadınlarla tanışarak, güzel yemekler yiyerek ve kitapların peşinde koşarak çıkarıyor. Böylelikle yazarımız, alıştığı standartları korumakta bile güçlük çeken okur kitlesini bu az bulunur keyfe bir bakıma ortak ettiği söylenebilir.”
Gerçekten de, Selçuk Altun romanlarındaki ana karakter hemen hiç çalışmadan ölene kadar rahat yaşayacak düzeyde gelir sahibidir. Öte yandan pısırık ve hımbıldır da. Ne yapması ya da yapmaması gerektiği dedesi veya dayısı tarafından talimat şeklinde belirtilen, sesini çok az çıkarabilen, kendisine çizilen sınırların dışına çıkamayan, bir şekilde kaçmayı başarsa bile alıştığı korumacı ortama kısa sürede dönmekten gocunmayan, ‘tembellik’ olarak da yorumlanabilecek bir hareketsizliğe mahküm, içe kapanık kahramanlar resmi geçidi buluruz Altun’un kitaplarında. Yazar ilk romanından itibaren hemen hiç değişmeyen aynı karakteristik özellikleri taşıyan erkek kahramana her seferinde başrolü teslim etmektedir.
Yazarımız ilk yıllarda müze gezen, seyahat eden, okuyan, kitap seven, evinde bir kitaplığı olan klasik müzik dinleyen “birikimli okur” için yazdığı, kısacası yazarken belli bir profildeki okuru hedeflediği değerlendirmelerine kısmen itiraz ederken, son yıllarda yaptığı söyleşilerde yukarıda tanımlanan okur profiline sahip olduğunu artık kendisi de kabul etmektedir.
Dört romanının adını Oktay Rifat’ın şiirlerinden ödünç aldığını söyleyen Selçuk Altun’un romanları çeşitli dünya dillerine çevrilmiştir. Annemin Öğretmediği Şarkılar, Arapça, İngilizce ve Makedonca; Senelerce Senelerce Evveldi, Arnavutça ve İngilizce; Bizans Sultanı, İngilizce başta olmak üzere Arapça, Fransızca, Hırvatça, İtalyanca, Lehçe, Makedonca, Sırpça, Urduca ve Yunanca dillerine çevrilmiştir. Yazarın son romanı olan Ardıç Ağacının Altında ise “Under The Juniper Tree” başlığı altında İngilizceye çevrilmektedir.
Bu arada bir ek bilgi olarak, İngilizce olarak yayınlanan kitaplarının çeviri ücretlerini bizzat kendisinin ödediğini, romanlarını güvendiği çevirmenlere emanet etmiş olduğunu da hatırlatalım.
Hemen burada eklemek isterim ki, yazarımızın kitaplarının türü konusunda kafası karışıktır. Kitaplarının kapağında “roman” oldukları yazılıdır ve kendisi de söyleşilerinde “romanlarım” diye söz eder. İngilizceye çevrilen üç kitabı da ABD ve İngiltere’de “polisiye” kategorisinde yayınlanmıştır. “Bizans Sultanı” romanı Amazon internet sitesinde polisiye kategorisinde, tarihi romanlara ilginin arttığı bir dönem popüler olmuş ve Türkçe baskısından daha fazla satmıştır.
Buna karşın, Selçuk Altun “romanlarının polisiye olmadığını, kitaplarında “gizem” unsurunun egemen olduğunu ve romanlarında nükte bulunduğunu” söyler. Nedense “nükte” özelliğine veya nükte motifine dokuz kitabında da rastlamadığım için nükteden anlamıyor olmalıyım.
Yazarımız kendisi de, son dönemlerde yaptığı söyleşilerde romanlarının “gizem ve gezi dokulu” olduğunu ifade etmektedir.
Selçuk Altun, kendi deyimiyle edebiyatta köşeleri tutmuş olan eski eleştirmenler tarafından ıskalandığını, Anglo-Amerikan kültür dünyasında değerinin daha çok bilindiğinin üzerinde ısrarla durmaktadır.
Tam da bu noktada Doğan Hızlan ile TRT 2’de yapmış olduğu söyleşiden bir ayrıntı aklıma geliyor. Selçuk Altun söyleşi sırasında; https://www.youtube.com/watch?v=H_iPAgw1n_c
“Türkçe romanlarının dahi ABD’nin en önde gelen elli üniversitesi arasındaki kırk üniversitenin kütüphanelerine girdiğini belirtmiş ve internette arama yaparken, bu üniversitelerin kütüphane kataloglarında kendi romanlarına rastladığını” acınası bir şekilde övünerek anlatmıştı.
Neden mi acınası dedim? Kitap ve dergi okuyan hemen herkesin bildiği, basılı kitabı olanların ise mutlaka bildiği bir gerçek vardır. O da şudur: Dünyadaki tüm büyük üniversiteler belli büyüklükteki ülkelerde anlaştıkları kişi ve kurumlar aracılığıyla, her yıl, o ülkede yayınlanan kitap ve dergiler arasından çok geniş bir yelpazede alım yaparlar ve kataloglara eklerler. Hangi kitapların satın alınacağına ilgili ülkedeki anlaştıkları kişi karar vermektedir. Bu kişi çoğunlukla o ülkenin yayın dünyasından bir oyuncudur. Yazar, yayınevi sahibi, öğretim üyesi, eleştirmen veya bibliyofil bir entelektüel olabilir.
Türkçe basılmış romanın bir kopyasının ABD’deki büyük bir üniversitenin uçsuz bucaksız kitap raflarında, milyonlarca adet olduğu bilinen kitap varlığı arasında yer alması övünülecek bir durum değildir. Kitabın derste örnek olarak okutulması, ödev konusu olması, üzerinde tartışılması ve hakkında değerlendirme yazıları ve eleştiriler yazılmış olması önemlidir.
Yazarımız bu eleştiri yazıları konusunda da dertlidir. Türkiye’de kimi gazete ve dergilerde yazan veya bir yayınevlerine bağlı olan eleştirmenlerin tarafsız olamadıklarını, kendilerinden saymadıkları yazarların kitaplarını görmezden geldiklerini sık sık vurgulamaktadır. Öyle ki, ilk iki romanının Yapı Kredi Yayınlarından, kendisinin yönetim kurulu başkanı olduğu sırada çıkmış olması nedeniyle hakkında “torpilli yazar” söylentisi olmasından da oldukça rahatsızdır.
Selçuk Altun’un ciddi edebiyatçıların kendisini görmezden gelmelerini yadırgaması gibi, biz okurları da yazarımızın internette yayınlanan okur yorumları konusundaki şu yorumunu yadırgamaktayız: “Fikirleri veya hezeyanlarını ancak trajikomik takma adlarla dillendirenlere itibar edilmemelidir derim.”
Altun’un kitaplarını para vererek satın alan ve okuduktan sonra değerlendirmelerini paylaşan okurlarına yönelik bu kaba ifadesini çok yakışıksız bulduğumu belirtmek isterim. Daha sabırlı ve saygılı olmasını, en azından suskun kalmayı bilmesini beklerdim. Kitap eki ve dergilerdeki eleştiri yazılarında çok dikkat çeken ve romanlarına maalesef sinmiş olan “her an horoz döğüşüne hazır” bir üslup kullanıyor olmasını da sevimsiz buluyorum.
Selçuk Altun’un, romanları hakkında tanıtım yazan edebiyatçıların çoğunluğu ile Yapı Kredi Yayınlarının başında görev yaparken ya birlikte çalışmış olduğunu ya da kitaplarının basılmasına onay vermiş olduğunu okuduğumda tüm iyi niyetimle şaşırdım. Her birinin basılmış kitapları olan bu eleştirmen-yazarları hakkında Altun kitap eklerine ve dergilere yazmış olduğu kısa tanıtımlarda ve çeşitli söyleşilerinde her daim övgüyle söz etmiş olduğunu da ekleyerek bu faslı kapatmak istiyorum. Yazın dünyasındaki cepheleşmeden şikayet eden Altun’un da kendi cephesini oluşturmuş olduğunu söylemek çok yanlış olmayacak.
Yazarımız, yukarıda linkini de eklediğim TRT’2 deki söyleşisinde “romanlarının “edebi gizem” kategorisine girdiğini söylemişti. Ancak gizemin edebiyattaki yeri konusundaki bu yazıyı https://halukselcuk.wordpress.com/tag/gizem-edebiyati/ okuyunca Altun romanlarının edebi gizeme yaklaşamadığı anlaşılıyor.
Sadık bir okuru “Selçuk Altun romanlarının ‘büyülü gerçeklik’ kategorisine girebileceğini ama bunun olabilmesi için Çin’in Nobel ödüllü yazarı Mo Yan’ın üslubunu benimsemesi gerektiğini” yazmış bir yorumunda. “Büyülü Gerçeklik” konusunda wikipedia’da iyi bir yazı buldum. https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCl%C3%BC_ger%C3%A7ek%C3%A7
Listede bizden sadece Oktay Anar ve Hasan Ali Topbaş’a yer verilmiş olduğunu görünce, Latife Tekin‘in “Berci Kristin Çöp Masalları” romanının da bu sıralamaya girebileceğini düşündüm.
İlk iki kitabı “Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir” ve “Bir Sen Yakınsın Uzakta Kalınca” aynı kahramanın yer aldığı devam romanlarıdır.
Yedinci ve sekizinci kitapları “Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme” ve “Buraları Güneş Buraları Rüzgar” da dede, oğul, torun ve torun çocuğunu kapsayan ama akan hikayeye sadece yazarımıza benzeyen estet karakterinin egemen olduğu ve anlatıcı rolünü üstlendiği devam romanlarıdır.
Diğer beş romanda da isimler değişse de, ana karakterin, hatta yan karakterlerin bile özellikleri asla değişmez. Çok zengin, yurt dışında eğitim görmüş, aile ilişkileri çok sorunlu, yalnız, istediği anda dünyanın herhangi bir yerine gidebilme olanağına ve bilgisine sahip, kitaplardan başka hemen hiç arkadaşı olmayan, kitap biriktirmeye meraklı, İstanbul’da ve yurt dışında sahafları gezen, çok okuyan, müzeleri ziyaret eden, ulusal ve uluslararası müzayedeleri izleyen, resim ve heykel satın alan, klasik müzik seven, özellikle barok dönem eserleri dinleyen, kadınlarla ilişkileri sorunlu olan, bir-iki roman haricinde hemen hiç birinin para kazanacağı bir işte çalışmadığı, kendilerini “estet”, “bibliyofil” ve “koleksiyoner” olarak tanımlayan gergin, mutsuz adamlar boy gösterir sayfalar boyunca.
Kahramanlar gençlik dönemlerinde kendilerinden yaşlı, deneyimli ve bilgili bir erkeğin ya dede, dayı gibi bir akrabanın ya da öğretmen v.b donanımlı bir kişinin yanında ve çevresinde büyür. O deneyimli, olgun adamlarla vakit geçirirler. Onların sofralarına konuk olur, arkadaşları ile yaptıkları sohbetleri dinler, yönlendirmelerini itirazsız kabul ederler.
Kısacası romanlarda anlatılan erkek kahramanların yaşantısı “bir eli yağda, bir eli balda” kıvamındadır ve kendilerini asla yormazlar. Çok zeki oldukları için fazla çalışmasalar da okullarda başarılı olmuş ve eğitimlerini ünlü yabancı okullarda tamamlamışlardır.
Roman kahramanlarının fiziksel özellikleri de benzer kategoridedir. “Yakışıklı” denmez, ama “büst” gibi yüzleri vardır. Etkileyici bakışları ve duruşları vardır. Bazı romanlarda ise, “yakışıklılık kotası” oğul ve torun için kullanılmıştır. Altun’un ilk kitabından itibaren roman kahramanlarının fiziki görüntüsü ile bir takıntısı olduğunu düşünebiliriz. Yeni karşılaştığı bir karakteri fiziken tanımlamak için çok sıklıkla kestirme bir yol kullanır ve ikincil, üçüncül derecedeki bu roman kahramanlarının yüzleri veya duruşları ile tanınmış bir sanatçı, yazar veya politikacı arasında mutlak benzerlik bulur ve roman karakterini söz konusu ünlüye benzeterek anlatır. Ek olarak, ana kahramanlar da fiziksel olarak bir ünlüye benzetildiklerinde bundan memnun olur ve gururlanırlar. Örnek olarak “Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir” adlı ilk romandaki ana karakter Sina, yeni tanıştığı genç bir kadının kendisini Micheal Douglas’a benzetmesinden ziyadesiyle mutlu olur.
Roman kahramanlarımız ağırbaşlıdırlar. Öyle ulu orta söze karışmazlar, koşmazlar, haykırmazlar, spor da yapmazlar. Spor karşılaşması bile izlemezler. Bazı kahramanların tuttukları bir spor takımı bile yoktur. Şimdi düşünüyorum da; romanların hiçbirinde kahramanların canlı bir klasik müzik konserine, bir operaya, baleye ya da tiyatroya gittiğini hatırlamıyorum.
Ardıç Ağacının Altında adlı romanın kahramanı Ekrem Sipahi, okuduğu kitaplar, dinlediği müzikler, gezdiği müzeler, gördüğü ülkeler, biriktirdiği nadir bulunan veya yazarı tarafından imzalanmış kitap koleksiyonu, satın aldığı heykel ve objelerin varlığı ile yetinmez ve yeterli tatmin düzeyini bir türlü yakalayamaz.
Yıllar boyunca ısrarla, toplum tarafından entelektüel olarak bilinen bir akademisyenin yazacağı bir makalede kendisinden “estet” olarak bahsedilmesi ve estet olduğunun tescil edilmesi hayalinin peşinde sabırla koşar ve sonunda başarır.
Romanın 68-73. sayfaları arasında estetik alanında genç yaşında profesör olan, kitapları ders olarak okutulan rol modeli ile Haydar Paşa Garında nasıl tanıştığını ve ilişkisini nasıl geliştirdiğini anlatır. Pahalı konyaklar, yabancı tütünler, müzik seti ve diğer mirasçıların paylarının ödenerek hocanın oturmakta olduğu evin satın alınması gibi gene paranın çok önde olduğu bir ilişki söz konusudur.
Altun’un yazı dünyasında kadınlara yer olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Romanların tamamında kadınlar değil ikinci sınıf, beşinci sınıf bile sayılmayan, hikayenin akışında rol bulamayan muhtaç, ezik ve güçlünün emrinde zavallılardır. Hatta çoğu kez yalancı, sahtekar, geçimsiz, verimsiz ve başarısızıdırlar. Yazarımızın tüm romanlarında kadınlara biçilen paha, verilen önem konusundaki tek istisnai rol ve görev, erkek kahramanın emrine amade “pahalı hayat kadını” olmaktır.
Selçuk Altun romanlarında erkek karakterler elde etmek istedikleri tüm kadınları sadece gözleri ile bile etkileyebilirler. Romanlarda hep yan unsur ve silik olarak yer alan kadınların ana kahramanın erkeksi varlığından ve duruşundan çok kolay etkilenmesine kadın cinsine karşı yapılmış özel bir aşağılama aramıyorum ama Yazarımızın tüm yazılarına sinmiş olan bu tavrından kadına bakış açısını sorunlu buluyorum.
Romanlarda başrolü parselleyen erkek karakterler; “Hiç Bir Kadın Bana Hayır Demedi” cümlesini kolayca kurabilirler. Zaten para karşılığı ilişki kurmadığı hemen hiç bir kadına yaklaşmaz, yaklaşamazlar. Hayat kadınları ile buluşmasına aracılık eden kişilerden kitaplarında “kadrolu pezevengim” tanımlamasıyla söz eden bir yazarı okumakta olduğumuzu bu arada hatırlatmak istiyorum.
Yazarımız, otel ve lokanta gibi hizmet sektöründe çalışan servis görevlilerinin, taksi şoförlerinin, güvenlik görevlilerinin tüm romanlarda ana karaktere “amir, büyük patron, çekinilecek, saygı duyulacak değerli adam” olarak davranmasına pek özen göstermiş. Roman kahramanının dağıttığı bahşişler de kuruşu kuruşuna yazılmış. 50.-TL, 50.- Dolar vb.
İlk romanından sıradan işlerde çalışan, basit hayatları olan insanlara 50’şer dolar, bazen 100’er dolar bahşişler dağıtması okurken bıktırıcı boyutlara varabiliyor. Selçuk Altun, her türlü sorunun para ile çözülebileceğini tüm kitaplarında yeniden ve yeniden benzer örneklerle vurgulamaktadır. Onun kaleminden “dayanışma, sevgi, fedakarlık, destek, cömertlik” sözcükleri nerdeyse hiç dökülmez. Bu kavramların geçtiği cümlelerde bile karşılıklı bir alışveriş, bir çıkar ilişkisi anlatılmaktadır.
Romanların ana karakterlerinin kurdukları ilişkilerde “para” hep ön plana çıkıyor.
Örneğin son romanda ana karakterimiz Tirebolu’daki dede evinin bahçesindeki Ardıç Ağacı ile konuşurken, daha doğrusu yaşamını satır satır kendi doğruları üzerinden anlattığı uzun ve sıkıcı monoloğunda, işleri yolunda gitmeyen antikacı eski sevgilisi kadın arkadaşına para desteğinde bulunduğunu, işleri yolunda gitmeyen Venedik’teki sahafa para katkısı yaparak, işine ortak olduğunu, ilk gençlik döneminde uzaktan beğendiği Jülide’yi arayıp bulduğunda tekerlekli sandalyedeki torununu ameliyat ettirdiğini Jülide’nin banka kredi borcunu ödediğini anlatır. Bu örneklerde de gördüğümüz gibi, kahramanımız ancak maddi katkıda bulunduğu kişilerle arkadaşlık ilişkisini geliştirebiliyor.
Romanda Erkan Sipahi baba-oğul ilişkileri çok zayıf olan oğlu Taner’e “nasıl bir adam olduğunu” anlatmaları için oğlunun bu kişilerle görüşmesini asistanı Ekrem aracılığıyla sağlıyor.
Roman kahramanının sadece parasal katkı yaptığı veya iş verdiği kişilerden “dostluk” anlamında medet umması, referans değeri olan bir başka akrabasının, yakının, dostunun olmaması doğal olmayan hastalıklı bir durumu işaret ettiği kolaylıkla düşünülebilir.
Ana karakterin yaşamında ağız dolusu konuşup güldüğü, birlikte içki içip dağıttığı, bazen kavga edip barıştığı, dertleştiği veya birlikte başkalarına karşı dövüştüğü bir yakın arkadaşı yoktur ve geçmişinde de olmamıştır.
Romanlarında “arkadaş” sözcüğünün içini doldurabilecek yan karakterler yok denecek kadar azdır. Var olanlar da genellikle kahramanımıza göre daha alt sosyal-kültürel gruptan gelen, zengin aile tarafından zaman zaman kollanıp, korunmuş olan bir komşu çocuğu, ortaokul lise sıralarından tek bir okul arkadaşı, ya da uzak akraba yeğen kıvamındadır. Erkek kahramanlar o kadar yalnızdır ki; bütün hayatları yanlarında ücretli olarak çalışan erkek asistan-yardımcı, şoför-koruma eşliğinde akar.
Mutlaka baskın bir anneanne, dede veya dayı karakteri vardır kahramanımızın hayatında. Anne karakteri silik ve sorunludur veya çok erken ölmüştür. Hatırladığım kadarıyla bu yazının ekindeki fotoğraflarda görünen Bizans Sultanı hariç üç romanda ve iki devam romanını da eklersek, toplam beş romandaki ana kahramanların annesi ortaokul veya lise edebiyat öğretmenidir ve yazarın deyimiyle ana kahramanın okuma sevgisini ateşlemiştir. Baba karakteri ya yoktur, erken ölmüştür. Ya da uzaktadır veya kötüdür, beceriksizdir.
Son romandaki ana kahramanın, Belçika’da ziyaret ettiği antikacı kadının kızı olarak tesadüfen bulduğu ‘üvey kız kardeş’ ve Bizans Sultanı romanında üvey babanın elinden para karşılığında aldığı ve anneannesinin evine yerleştirdiği Kürt kızı dışında başka kardeşe rastlamıyoruz Altun yazınında. Romanlarda yer bulmuş ikincil karakterlerin kardeşlerinden söz edilecek olursa, bu kardeş ya bencil ve hırslı (örneğin ilk romandaki O.Y’nin kız kardeşi) ya da sıradan ve silik olmak zorundadır.
“Buraları Yağmur, Buraları Rüzgar” romanında kumarbazlık becerisi ile zengin olan kahramanımız annesinin seçtiği müzisyen – çellist bir kızla evlenir. Son romandaki bankacı kahramanımız ise, dedesinin beklentisini karşılamak için hiç tanımadığı ve asansörde ilk bakışta beğendiği sosyoloji asistanı ile evlenir. Evli olmaları egosu yüksek erkek kahramanlarımızın cinsel iştahlarını dışarda doyurmalarını hiç bir zaman engellemez.
Romanların tamamındaki erkek karakterlerin çok zengin olduğunu belirtmiştim. İlk romanlardaki kahramanlarımız finans sektöründe kısa sürede milyonlarca doları toparlamış ve sırt üstü yatma hakkı kazanmıştır. Kahramanlardan biri görsel hafızasının gücü sayesinde yurt dışındaki eğitimi sırasında kumarhanelerdeki başarısı ile milyonlarla ifade edilen bir servet yapmıştır ama yurt dışında sakladığı bu serveti ailesinden ve hatta eşinden bile saklar.
Kahramanımıza, ilk iki romanda Samsun-Bafra kökenli olan, son romanda ise Giresun – Tirebolu kökenli olan dedesinden büyük bir servet kalmıştır. Bu zenginlik, ailenin mübadeleye zorlanan Rumlardan yok pahasına devralınan fındık bahçeleri ve işin eski sahiplerinin hazır durumdaki bağlantıları sayesinde devam ettirdikleri uluslararası fındık ticaretinden kaynaklanmıştır. Kahramanımız da bu zenginliği yasal ve yasal olmayan yollardan, üstelik bu konuda hiç bir tereddüde düşmeden, kısa sürede büyütmesini becerir.
Bütün roman kahramanlarının nakit serveti ya İsviçre bankalarında yatar, ya da para aklama cenneti olarak bilinen adalarda. İstanbul’da sadece nadir ve imzalı kitaplardan oluşan kütüphanesi ile resim ve obje, heykel koleksiyonları bulunur. Hatta kimi resim ve nadir kitapları kayıtsız olarak yurt dışına çıkarmakta hiç bir sakınca görmez. Vergiden kaçınmak için tüm ara yollara başvurabilir. İster istemez aklınız tüm iş yaşamını finans çevrelerinde tamamlamış, büyük bir bankanın üst düzey yöneticiliğinden emekli olmuş olan yazarımızın romanlarında neden vergi kaçırmaya meyilli, nakit servetini yurt dışında tutmayı özellikle tercih eden kahramanları yarattığını ve bu davranışlarından övgü ile bahsettiğine takılabiliyor. Aslında yazarın roman kahramanları zaten bu tür yasal olmayan işlemlere tenezzül etmelerine hiç ihtiyaçları olmayan bir zenginlik içindedirler.
Boğaziçi İşletme mezunu, bankacı geçmişine sahip yazarımızın bu konuları övünerek anlatması romanlarında “gizem” ve “nükte” bulunduğu iddiası ile açıklamak mümkün müdür?
İlk romandan itibaren satırlardan yansıyan cinsellik de sorunludur. Kadınlarla aşk ve arkadaşlık teması çok az yer alır Altun romanlarında. Kahramanımız bazen, orta yaşlı kitap seven kadınlarla tesadüfen tanışır ve dostluk kurar. Bazen beğendiği kültürlü genç kadınlar kısa zamanda sıkıcı ve talepkar birine dönüşür, bazen de cinsel tercihleri en baştan farklı olduğu için arkadaşlıkları platonik boyutta kalır. Sadece “Bizans Sultanı” romanında kahramanımız Yunan-İsveç kökenli arkeolog öğretim görevlisi ve çocuk sahibi olamayacağı bilinen “Mistral” ile evlenmeye karar verir.
Tüm romanlarda erkek kahramanın cinsel gücü her zaman çok yüksektir ama nedense hep pahalı hayat kadınları ile birlikte olur. Hele, Bizans Sultanı adlı romanda, kahramanımız her gittiği kentte, her akşam yatağa farklı milletlerden ikişer kadın ile girer. Üstelik bu hizmeti verecek kadınları bulma işini kendisini son imparator olarak hazırlayan konsey görevlisinden ister. Aynı görevli ilerleyen sayfalarda Mistral’i ameliyat etmesi için ülkenin en iyi cerrahını da bulacaktır.
Yazarımız, romanlarda aynı yer adlarını, benzer karakterleri sıklıkla kullanmaktadır. Örneğin, “Bizans Sultanı” adlı kitapta sürgündeki imparatorun İtalya’da Revennalı soylu bir dul ile evlendiğini okumuştuk. “Buraları Yağmur, Buraları Rüzgar” adlı romanda ise üniversite yıllarında ABD’de tanıştığı okul arkadaşı ile ilgili şunları söyler. “Adı İtalyan şehir adına (Revanna) benzeyen kadına ısındım.”
Birbirinin devamı niteliğinde olmayan romanlarındaki bazı yan karakterler arasındaki benzerlik de şaşırtıcı düzeydedir. Örneğin, “Annemin Öğretmediği Şarkılar” romanındaki Bedirhan karakteri ile “Buraları Rüzgar Buraları Yağmur” adlı romandaki sadık bekçi ve koruma görevlisi Memduh karakteri net olarak birbirinin kopyasıdır. Üstelik iki karakterin etnik kökenleri, okuma sevgileri, sınavlara girip dışardan okul bitirmeleri, İngilizce öğrenmeleri ve tetikçi olarak görev yapmaları gibi detayların aynen tekrar edilmiş olması, hatta “kulunuz” ve “tövbe estağfurullah” gibi çok kullandıkları ifadeler yazarımızın yeni karakter yaratma konusundaki üşengeçliğine ve kolaycılığına işaret eder.
Yayınlanmış dokuz romanı ve Cumhuriyet Kitap Eki’ne yıllarca yazmış olduğu “Kitap İçin” köşesinin dökümlerinden oluşan üç adet de deneme kitabı bulunan Selçuk Atun kendisini “edebiyat şövalyesi” olarak görmektedir.
Kendi deyimiyle “ıskalanmış” yazarlara hamilik yapmış, zor durumdaki dergi ve yayın evlerine görev yaptığı kurumun kültür fonlarından ve kredilerinden maddi katkı sağlamıştır. Ancak bu yardım ve destekleri sessizce yaptığı söylenemez. Hatta özellikle ilan ettiğini, “ben çok önemli bir adamım” vurgusunu yerli yersiz kullandığı bilinmekte ve edebiyat çevrelerinde sıklıkla ifade edilmektedir.
Örneğin, Adam Sanat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve eleştirmen Semih Gümüş’ün romanları için yazmış olduğu bir eleştiri yazısı üzerine Adam Yayınları’nın ertelenmiş kredi borcunu bahane ederek acil olarak haciz işlemi başlatması kendisine bahşetmiş olduğu “şövalye” unvanını soldurmuştur. Yazarımız bununla yetinmeyerek, kitap eleştirileri, edebiyat ve sanat dedikodularına dair anekdotları yayınladığı kitap ekleri ve dergilerde Semih Gümüş’e ağır sözlerle saldırmaya devam etmiştir.
İlk sekiz romanında çok baskın olan “ben ne önemli ve özel biriyim, sizler benim düzeyime asla gelemezsiniz duruşu” birbirinin klonlanmış kopyaları olan erkek kahramanın karakterini oluşturmuştur. Aslında son romanında da aynı karakter tiplemesi kitabın dörtte üçünü kaplamaktadır. Ama ne hikmetse Erkan Sipahi son çeyrekte birden bire, fazla ileri gittiğini anlamış gibi aniden “iyi” saygılı ve “duyarlı” birine dönüşür ve dünya üzerinde kendisinden başka insanların da yaşamakta olduğunun farkına varır. Geçmişindeki yanlışlıklarla yüzleşir, nedamet getirir ve kendi usulünce geçmişe borcunu ödeyerek, vicdanını rahatlatır.
Ancak, bu “vicdan yıkama” faslı romanın en komik ve en zayıf bölümüdür. Çünkü bir kere hiç inandırıcı değildir. Ayrıca hikayedeki kahraman ülke topraklarında bulunmuş arkeolojik eserlerin yurt dışındaki bir koleksiyonere iletilmek üzere çalınması karşılığında milyonlarca dolar aldığı halde, bu kirli işte kullandığı taksi şoförü, bekçi köylü vb kişilere yıllar sonra elli bin dolar dağıtıvermesi ile ne işlenmiş olan büyük suç ortadan kalkabilir, ne de vicdan temizlenebilir.
Öte yandan soygunlar için kullanacağı kişileri seçme yöntemi de başlı başına gülünesidir. Göbeklitepe soygunu için yararlandığı kişiyi yemek yediği kebapçıda bulur. Kasada duran ve bir yandan da servise göz kulak olma becerisine tanık olduğu genci gözüne kestirir ve hesap öderken oteline çağırarak işi verir. Gene Göbeklitepe ve Pesinus soygunları için tesadüfen bindiği taksi şoförlerinin de bu işe uygun olduğunu anlaması için bir kaç dakika yeterli olmuştu.
Yukarıda “Ardıç Ağacının Altında” adlı romanda Erkan Sipahi’nin (ana karakter) oğlu Taner’in babasını daha yakından tanımak amacıyla “baba dostu” ikincil roman kahramanları ile görüşmeler yaptığını okumuştuk.
Taner estetik hocasıyla yaptığı görüşme sırasında, “babasının gerçek bir estet olup olmadığını” sorar. Gelen yanıt tam bir çıkarcı tüccarı tanımlamaktadır. “Baban iş bilir, hırslı, kibirli, zeki bir adamdı. Estetik bilgisini kategorize etmek güçtü. Bir tabloya neden vurulduğunu anlatmakta zorlanırdı. Sanat teorilerine aldırmaz, okurken sıkılırdı. İhtirasının akademik bir yönü yoktu. Benim anlattıklarımı da detaylı dinlemek istemezdi. Gördüğü güzele (tablo, kitap, obje) aşık olur, başkasına kaptırmamak için yırtınırdı.”
Bu yanıtta ilginç olan husus şudur ki; bu ifadelerle, artık altmışlı yaşların sonuna gelmiş olan yazarımız bir çeşit özeleştiri yapmaktadır.
Buradan devamla, Taner’in Brugge kentinde ziyaret ettiği “baba dostu/eski sevgili, antikacı Els, Taner’e hakkında araştırma yaptığı babası Enver Sipahi’yi şu cümlelerle anlatır: “İş bilir ve vizyonerdi. İnsana güven vermeyen bir yönü vardı. İnsana her an kalleşlik yapacak ya da sözünü tutmayacak duygusu yaşatırdı. Kibirliydi ve başarılı oldukça ukalalığı arttı.”
Bu son kitabın kurgusunda yazarımız sadece ana kahramana vicdan temizliği yaptırmakla kalmıyor. Kendisi ile dalga geçer gibi görünerek de olsa, Enver Sipahi ile yakın ilişki kurmuş olduğu iki kişiye ana karakterin olumsuz yönlerini anlattırarak bir tür özeleştiri yaptığı düşünüyorum. Bunun adı “olgunluk” olmalı.
Altun’un romanlarında çok zayıf bulduğum bir diğer husus ise ana karakteri oluşturan fiziki ve kişilik özelliklerin abartılı niteliğidir. Birbirinden kopya, çok parlak ve gösterişli olmayan, kentli (dikkatinizi çekerim öyle iddia edilse de hiç biri kent soylu falan değil), çok zengin, çok kitap okuyan, yalnız, mutsuz, sorunlu, içine kapanık aynı tip erkek kahramanların boy gösterdiği, farklı romanlardaki yan karakterlerde bile bire bir kopya tiplerle karşılaştığımız, Vefa ile Üsküdar semtlerinde aynı eski Osmanlı konaklarında ve/veya Pera-Maçka semtlerinde, yemeklerde misafir ağırlanmayan, bazı romanlardaki çocuk ve torun karakterleri için asla doğum günü kutlaması veya benzer bir etkinlik düzenlenmeyen müze gibi antikalarla dolu loş ve geniş dairelerde yaşayan, gerçek olamayacak denli steril adamın kolayca başardığı, hiç zorluk çekmeden ulaşıverdiği, hiç yorulmadan, meraklanmadan, acı çekmeden ede ediverdiği, değeri kendinden menkul yaşam tarzını da gerçekçi ve olabilir bulmuyorum.
Münzevilik başka bir şeydir, her istediğini, istediği anda kucağında buluvermek ise bambaşkadır. İçi boş bir hayal, abartılmış bir fanteziden ibarettir.
Alltun’un romanlarının en sevmediğim yönünden de kısaca söz etmek istiyorum: Romanların hemen hepsinde “şiddet” vardır. Bazen “adaleti sağlamak”, bazen “öç almak”, ya da “sevdiği kişiye yardımcı olmak” adına ikincil karakterler kolaylıkla adam öldürürler. Hatta adam öldürmeye hazırlık olarak silah kullanma eğitimi almış olanlar da bulunur aralarında. Ancak, bana göre en şaşırtıcı olan husus, bu kadar kitap okuyan, estet olduğunu iddia eden ana karakterin bu şiddetten haberdar olması, hatta bu şiddete izin vermesi, desteklemesidir.
Selçuk Altun’un rahatsız edici bulduğum kibirli üslubuna bir örnek vermek istiyorum.
Yazar bir söyleşide şöyle demiş: “Ne zaman Haydarpaşa Garı’nı görsem hüzünlü bir roman okuyasım gelir cümlesini şiirsel bulan okur yok değildir“.
İsterseniz tercüme edelim. Yazarımıza göre bazı okurları “Ne zaman Haydarpaşa Garı’nı görsem hüzünlü bir roman okuyasım gelir” cümlesi şiirselmiş!
Şimdi ne diyeyim? “Pes” desem ayıp olur mu?
Yazarımızın romanları konusunda katıldığım bir eleştirel değerlendirmeyi de burada paylaşmak istiyorum: “Altun romanları hayatının öznesi olmaktan uzaklaşan kentli orta sınıfların tatsız tutsuzlaşan hayatına bir nebze tat katmaya çalışsa da bunu insanları tatsız tutsuzlaştıran, korkutan, diğer insanları rakip olarak gördüren toplumsal düzene ilişmeden yapıyor. Dikkat edildiğinde romanlarında mevcut toplumsal ilişkilerin ve düzenin devamına, değişmezliğine yönelik detaylar buluruz. Örneğin kürtler ya kahraman için hayatını ortaya atan sadık kahyadır ya karısını kızını döven kapıcı ya da toplumsal ilişki ağı içerisinde alt kademeden üste çıkmaya çabalayan biri olarak yer alır hikayelerde. Romanlarında alttan alta sistem içi bireysel kurtuluşu öven bunun için de yanındaki benzer kaderi paylaştığı iş arkadaşını da ezerek, müdürlüğe terfi ederek daha fazla para kazanmak için çabalayan günümüz rekabetçi insanın dünyasını okuruz.”
Kendisini “bibliyofil ve koleksiyoner” olarak tanımlayan Selçuk Altun, Boğaziçi İşletme mezunu ve fon yöneticisi olarak yıllarca çalışmış. Yapı Kredi Bankasında genel müdür yardımcılığı görevinden emekli olmuş. Aynı süreçte onbeş yıl boyunca Yapı Kredi Yayınları yönetim Kurulu üyesi ve başkanı (5 yıl) olarak görev üstlenmiş.
Dijital sahalarda, “Mobil Marketing” alanında yönetici olarak çalışmakta olan bir kız evlat ve “Masumiyet Prensi Can için” cümlesi ile “Ardıç Ağacının Altında “adlı son romanını ithaf ettiği bir erkek torun sahibidir.
İlkokul birinci sınıf öğretmenim rahmetli Necati Türemen gibi Artvin Şavşat doğumlu olan Selçuk Altun Samsun Marif Koleji mezunudur. Yazarımızla hemşerilik bağım da bulunuyor.
Benim kuşağımdan yedi yıl önce doğduğu için bizlerin üniversiteye başladığı 1974’de yazarımız yüksek lisansını da Boğaziçi Üniversitesinde tamamlamış.
Selçuk Altun babasının kaymakamlık, valilik ve Danıştay üyeliği görevleri nedeniyle Samsun ve Ankara başta olmak üzere yurdun değişik yörelerinde yaşamış. Üniversite ile birlikte İstanbullu olan Alltun İstanbul’u hep çok sevdi.
Eleştirmen Ömer Türkeş’ten bir alıntıyla sözü bağlamak istiyorum: “Gerçek hayatın eşitliksiz, adaletsiz, baskıcı, boğucu, şiddet dolu atmosferiyle baş etmekte zorlanan, zorlandıkça suskunlaşan, giderek rıza gösteren bir toplumda, herkesin kendi derdine düştüğü böyle bir hayat içerisinde gerçekliğin yerini arzular, düşler ve hayaller almış, edebiyat sığınılacak bir düş ülkesine dönüşmüştür. Romanlardan yansıyan hikâyeler gerçeklerin üzerini örtmek, karartmak hatta yepyeni ve fakat tamamıyla fantastik bir gerçeklik yaratmak işlevi görüyor. Romanlar artık sarsmıyor, vicdanları huzursuz etmiyor, bir gerçeklik ve haksızlık karşısında isyana çağırmıyor; tersine -tıpkı pembe diziler ya da evlilik programları gibi- rahatlatma, hoşça vakit geçirme işlevini yükleniyorlar. Gerçeğe benzeyen ama gerçeklere dokunmayan bir masal dünyası bu.”
Birsen Karaloğlu