SEDENKANIN KADINLARI

Sabrın elçileri; Sabriye ve Fatma’ya

 

Sancılı Doğum

Kocasının hangi diyarda, hangi savaşta olduğunu bilemeyen genç kadını, karnındaki bebek, babayı beklemeden sancılandırdı.

Suyu gelen gebe kadının anası, karındaki bebeğinin ninesi Cemile Nene, kocasını Balkan Savaşlarında kaybeden çilekeş kadınlardandı.

Dirayetli kadın Cemile, bebeğin ebesi oldu.

Nene doğumu, sabanlarla kazılan danelerin yeni atıldığı uçsuz bucaksız Silivri tarlalarında, sabahın serininde, bin dokuz yüz on beş yılında gerçekleştirdi. Yeni doğan Adalet Dane’yi önce akbezine* sonra futasına* sardı.

Doğum sancısının al yanaklar oluşturduğu kızanının yanaklarından öptü.  On altısında anne olan gözünün ışığı evladı, Hayriye nefes alırken güçlük çekmekte, alnındaki ter güneşin ışığıyla kristal taneleri oluşturmaktaydı. Toprak testideki su ile kızının yüzünü yıkadı. Su içirdi…

Futadaki evladının evladını;  evladının koynuna verdi.

Ağızı* emmesi için meme, bebeğin ağzında, iğne oyalı, beyaz mendil yüzünde.

Pembe gül yanaklısını da feracesine sardı sarmaladı.

Büyük avlulu evlerine hep birlikte ulaşmak muradıyla Nene ve evlatları tarlaları aşıp bayırı tırmanmaya başladılar…

*Futa; yağlık, bele takılan bir nevi önlük

*Akbez:  Beyaz tülbent

*Ağız; ilk süt

Hasat Zamanı-Yangın Yeri Ortalık

İki bin on üç yılının yazı kavurucu sıcaklarla geçti. Gündöndülerin hasat zamanı ağustosun ilk günlerine denk geldi. Biçerdöverlerle toplanan ürünün ardından tarlalarda kalan gündöndü sapları da toplanıp yalıtkan maddeye dönüştürülecek.

Tarla yakmak, anız yakmak yok artık!

İki bin on üç yılı sonbaharının ilk aylarında nefes darlığından ölen Adalet Dane; açık pencerenin kenarındaki kızılağaçtan yapılma sedirde, beş ağustos sabahı, sabah şekerlemesi yaparken, sanki annesinin sesini duydu. Başını kaldırdı. Torunu İren Paksın gülümsüyordu.

-Nine ben geldim.

Bastonun yardımıyla kapıya yürüdü.

-A be kızanım ne işin var burada sabah sabah?

-Biliyorsun nedenini ne işim olacak, dedi torun.  Zeytin dalını uzattı, Mudanya’dan getirdiği zeytinlerle birlikte.

-Beyaz köşkümüzün bahçesinden ha! Bahçede tüneyen beyaz güvercinin ağzından alınmış gibi, bu zeytin dalı!  Torun acı acı gülümserken, devam etti konuşmaya Adalet Nine;

-Koca dayın Hüseyin’e de seslen, geldiğini bilsinler.

Tepedeki evlerinin,  büyük avlulu bahçesinde hep birlikte kahvaltı etmeye çalışıldı. Çok geçmeden türkü sesleri duyulur oldu. Mudanya denizinin rüzgârı ile gelen torun İren, kalktı.

-Arkadaşlarım beni bekliyor, dedi.  Nine korkulu gözlerle baktı torununa.

Oğlu, torununun babası, doğduğu topraklardaydı. Diyemedi, kal.

Yeğeni Elgay’ın yardımı ile üst kata zor olsa da çıktı, balkondan aşağıya doğru baktı, deniz kenarındaki tarlalar insan seliydi…

Otobüslerden çalınan türküler sustu, duyurular okunmaya başlandı. Yurt severlerin hükümleri verilmiş; her biri suçlu bulunmaktaydı…

Adalet’in gözü,  yurdum insanın torunlarından, evlatlarından oluşan, üniformalılara ilişti.

-Eyvah! Görüntü SEDENKA görüntüsü.

-Ya Rab, İren de aşağıda tarlaların içinde.  Arkadaşlarıyla, otobüsün üstünden yapılan duyuruları dinlemekte.

-Eyvah!

-Doğurduklarımızın, etimizle, canımızla büyütüp kuruşlarla meydana çıkardıklarımızın, postallı sedenkası hareketlendi, diye mırıldandı.

Silahlar nişan almakta, gaz kapsülleri kurumuş sapların tutuşmasına sebep olmakta,  tarlalar da anızlar yanmakta, duman ve gaz ortalığa yayılmakta…

Görme mesafesi azalmakta. Postallılar, nefes almadan, aldırtmadan E5 paralelinde tarlaların içinde ilerlemekte…

Akrepler, tomalar yol boyunca insanları darmadağın etmekte, tepede helikopterler dört dönmekte… 

-SEDENKA kadınlarının torunu olduğunu unutanlar; kocamanlarına, analarına, gazi dedelerine, ellerindeki namluları ateşliyorlar hiç durmadan, diye söylenmeye başladı.

Bunları söylerken dili damağı kurudu, nefes almakta zorlandı.

-Analarını, dedelerini, gardaşlarını hiç düşünmeden ateşler arasında bırakıyorlar. Emri verenler; sözüm ona, bizim çocuklarımızla, kendilerini bizden koruyorlar!  Ey!  Büyük Yaradanım!  Yakıyorlar ortalığı, yakıyorlar canları cananları,  diye titredi

 Kıyıdan Gelen Sesler

Suçsuzlar suçlu
suçlular suçsuz
ne yaman çelişki bu…

Neresindeyiz,
neresindesiniz
zamanın?

 İren ’in önündeki madalyalı Gazi Dede ateşin yanına düşmekte. İren, yere düşen dedeyi koşup kaldırmakta.   Dede ve İren, birlikte yangın tarlalarından koşarak uzaklaşmaya çalışıyor olsalar da arkalarından gelen akreplerin hedefi olmakta… 

 İren;  ‘-Ah ninem ah! Yakıyorlar yaşlıları, ateşin aleviyle. Nedir dertleri bizle diye avaz avaz bağırmakta

Adalet Dane kıyıdan gelen o sesleri de duydu, istemiyordu İren, Silivri zindanlarında yatan babasının alacağı;

Dünyanın üzerini kapladı kıp kırmızı kar

kartopları bile kana karıştı

Koca koca adamlar yaktı yıktı çocukların

kardan adamlarını, umutlarını

Kırmızı kar yağınca derdin babam

şimdilerde de kırmızı kar yağıyor yeryüzüne

Düşlerimizdeki kırmızı kar değil bu yağan kar

istemiyorum artık o kırmızı rugan ayakkabıları

 

Kara Baht

Koca babalarının, amcalarının esir düştüğünü…

Doksan üç harbindeki, parmaklıklardan oluşan, yarısı denizin içinde yarısı toprak da olan Trakya esir hanesini…

Açlık, soğuk ve sefaletten hal kalmayıp düşünce yetilerini kaybetmeye başlayan kocamanları…

Kar suyuyla ölmüş balıkların parmaklıklar arasına vuruşunu…

Temizlenmeden yenen balıkların getirdiği ölümleri…

Hayatta kalabilmiş köylülerin,  askerlerin oradan kurtulma çabalarını. Köylülerin ve koca babalarının arkadan nasıl vurulduğunu, koca amcalarının yarı ölü bedenlerinin yaşama tutunuşlarını…

Kayın babası, Halil ile daha sonraları Halil’in eşi olacak Arzu ve diğer çocukların,  kadınların,  yaşlıların dipçik darbeleriyle akşamın ayazında yakılmak üzere samanlığa dolduruluşlarını…

Köyün işgal edildiğini gören çobanların;  keçilerin boynuzlarına yanan meşaleleri bağlayarak, keçilerle hücum edişlerini,  çoluk çocuk yanmayı beklerken, işgalcilerin kaçışını ve keçiler sayesinde kurtuluşlarını…

Kocasının; on yaşındayken, amcasıyla birlikte esir alınıp kendi öküz arabalarıyla sınırın öte yanına götürüldüklerini; esir hanede çıkan isyandan faydalanıp kendi topraklarına dönüşünü;  aç ve bitap düşmüş haldeyken kabak tarlasının içinde kendilerini bulduklarını; yenen çiğ kabakların onları nasıl hayata döndürdüğünü…

Taş taş üstüne taş bırakmadan ortalığı yakıp giden Bulgar’ı, Rus’u, Yunan’ı…

Erkeklerin yaşamlarını sonlayan;  tecavüz edilen kadınları intihara sürükleyen; bitmek tükenmek bilmeyen savaşları; onlardan ona anlatılanları ve de aklında kalabilen anlatıları…

Doksan üç harbi ve diğerleri;

İki bin on üç yazında

kulağında çınlamakta.

Ölümüne üç kalan kadın;

yanarak üşümekte,

üşüyerek öksürmekte,

gözyaşı dökmekte

 

Kara Bulutlar

Adalet Dane’nin boğazı kurudu sesi çıkmaz oldu.  Ilık bir paşa çayı içti, yaşlanmış ihtiyar:

Gözünün yaşını durdurup savaş tarlalarının öğrettiği çaresizliği düşündü. Öğretilmiş çaresizlikle; bebelere bakmakla sorumlu olan nenelerin, sorumluluğunu hatırladı.

Yaşama tutunmaya çalışan çocukların;  fırınlanmış mutluluğunu, umudunu düşünüp umudunu yitirmek istemedi.

Çocukluğundan bu yana ne zaman sıkılsa ya da biraz duman görse öksürmeye başlayan Adalet Dane Nineyi, Hüseyin yatıştırdı sonra da balkona çıktı torunu Elgay’la birlikte.

Gördükleri canını yakarken yüreği telaş içinde torunuyla konuşmaya başladı Hüseyin;

-Geçici umut ve sözde demokrasiyi son demde anlayanlar geç kalmış olurlar. Bu geç kalmanın bedeli kendi ölümleridir. Mahpushaneler, mahkemeler neden köyümüzdedir? Diyerek aşağıya doğru baktı. Dede torun dertleşirken;

Aşağıda;

Alevler çoğalmakta, duman tarlaların üzerine çökmekte,  bulutlar kara bulutları andırmakta…

İçeri girerek devam etti;

-Olayların döngülerine bakıldığında tarih ve yerler bile isteye mi denk geliyor?  Denk midir, denklem midir? Silivri;  tası tarağı toplayıp giden emperyalistlerin intikam yuvası mıdır?

Konuşmaları işiten nine telaşlanıp ıssız sesi ile seslendi.

-Anamın gözleri, pembe gül teni, İren ’de saklı. Onun teni başka kimsede yok. Evladım! Evladımın evladı. Anamın yaşında o da.  Kızanım!  Duru yüzlüm!

Elgay, halayı yatıştırmaya çalışsa da başarılı olamadı.

-Gidin bulun kızanımı, diyen nine;

Çocukluğundan,

bin dokuz yüz yirmilerden

izi kalan, içini yakan, kavuran,

fırınlanan insan bedenlerinin, yanık kokusunu;

iki bin on üçe gelindiğinde yine duydu.

Fırınlanmış umutla,

torununu bekledi.

Ellerini açtı, kıymet bilmeyenlere ah etti.

Çaresizce, sığındı Yaradan’ına Adalet Dane.

Büyüklerinin anılarını, anımsamasına engel değildi; Adalet’in öksürüğü…

 

Fırınlanan Umutlar

Yıl bin dokuz yüz yirmi harman zamanı. Ekinler toplandı. Ağustosun kavurucu sıcakları yine hâkim; ekinlerin çok azı avluda. Yaklaşık on gün önce belki de biraz daha önce Yunan köyü işgal etti.

Köyün yaşlı kadınları avluda;  SEDENKA var.

Ortaya gelecek fazla yemek yok. Kaçamak, yoğurt, pekmez, ekşimik, biraz turşu dünden kalan birkaç kırık ekmek. İlerideki sofranın üstünde yaşlı teyze pazı* açıp,  tepsiye döşerken; mani, türkü yok.  Oyun da yok. Dışarıda,  avlu kenarlarında kızların yavukluları yok. Avlu içinde bu sene genç kadın genç kız da yok… Hilal ay şeklinde sıralanarak oturan SEDENKA KADINLARI’NDAN Meydancı Teyze, içine para atılan tenekenin etrafında Adalet’i koşturdu,  muratları; işin tez ve bereketli bitmesi. Tenekeye vurdu. Teneke devrildi. Paralar ortaya saçıldı.  Çocuklar koşuştursa da o sene para yok.  Adalet, ortaya dökülen üç beş adet paradan alamadı, ağlayarak annesinin yanına koştu.

Avludaki çocuk seslerini; kütüklerin üzerinde kızılcık sopası ile dövülen, ay çiçek kafalarının ezilme sesi bastırdı,

Annesi kardeşini emzirdi, kucağına verdi. Tepside mayalanan ekmek hamurunu alıp köşedeki büyük toprak fırının yanına gitti.  Adalet, kardeşi kucağında, annesinin çevresinde dolanırken, annesi Hayriye yerdeki çalı çırpıyı alıp yakacaktı ki,

Sıkıca kapalı olan avlu kapısına vurulan dipçik darbeleri bu defa kızılcık sopalarının sesini bastırdı.

-Oyalanın. Kızanımı saklayayım, dedi Cemile Nene kadınlara.

Anlamadığı dilin yaygarası çoğaldı. Nene sıklıkla yaptıkları saklama işini yaptı; kızı Hayriye’yi toprak fırının içine sakladı.  Çalı çırpıyı yaktı. Ateşin üzerindeki sacayağının üstüne de mutfak ocağında az önce pişmiş olan kuru fasulye tenceresini koydu.

-Ne kadar hızlı nenem, dedi Adalet korku dolu gözlerle.

Eritilmiş kirece çivit katılarak, badanası yapılmış; kerpiçten duvarlarla çevrelenen bahçenin; ağaçtan kapısının sürgüsünü; kadınlardan biri, kapı kırılmasın diye açmak zorunda kaldı.

Yunanın postallıları her yeri kolaçan ederken,  biri silahını kadınlarının üzerine doğrulttu. Yaşlı kadınların sıcaktan kavrulmuş yüzleri önlerine düştü.

Gözleri genç kadın arıyordu,  saçı tıraş edilmiş pantolonlu Adalet ile bebeği gösterdi, bozuk Türkçesiyle;

-Bunlar kimin? Anası nerede?

Nene;

-Buraya geldiğinizde öldürdünüz ya anasını, babasını deyuslar,  dedi.

Yabancı, yüzünü sofraya döndürdü yürüdü.

Yunan, sofradaki azıkları yemekle meşgul!

Onlar yemeklerini yerken, fırından; fırınlanan bedenin kokusu,  kısılmış ıssız sesi geldi. Adalet anlayacaklar, bulacaklar anasını diye korktu.  Ne yapmış olabilirdi anası? Babası gibi onlara silah doğrultmuş muydu?  Anası da oradaydı ama kendi gözüyle görmemişti…

Babası ve diğerlerini bu yabancılar gözlerinin önünde vurmuştu.

-Görmüşler midir acaba anamı? Diye iç geçirdi

Kafasında, onlarca soruyla başladı öksürmeye.  Annesinin, ölüm öksürüğünün sesini, bastırmaya çalıştı. Bebek, ablanın bitmek bilmeyen öksürüğüyle korktu.  Ağlamaya başladı.

Rahatsız olan Kurşun Asker elini havaya kaldırdı, yarım Türkçesiyle;

-Susturun şunları, diye bağırarak sofradan kalkıp çocukların yanına hiddetle gitti. Gündöndülerin üzerine, dane çuvalı gibi fırlattı Adaleti.

Yüzlerini güneşe

     döndürür

            gündöndüler,

                   yeşiliyle doğaya,

                         sarısıyla

                              güneşe benzerler

Kadınlar, tarlada

     gündöndü;

        bahçede

             kasımpatıdırlar;

                 Sabrın,

                     dayanıklılığı,

                       güneşin

                           çiçekleridir

                               onlar.

 

Beş yaşındaki Adalet de öyle yaptı güneşe döndürdü yüzünü; korkmadı…

Kalktı.  Fırınlanmış umudun, umuduyla aksayarak yürüdü.

Fırınlanan bedenin yanına vardı.

Kardeşini kaldırdı yerden. Kucağına aldı. Bağrına bastı.

Anasından ses gelmese de aralıksız öksürmeye devam etti Adalet.

Ses olsun diye bir yaşındaki kardeşi Hüseyin’e de çimdik attı.

*pazı;yufka

Güler Demir

23.3.2017/05.16

Resim: R. Ogün Kızmaz

2 thoughts on “SEDENKANIN KADINLARI/ Güler Demir/ Resim:R. Ogün Kızmaz

  1. Bülent demir dedi ki:

    Eline sağlık,silivri günlerini kimse unutmadı…

    1. Güler Demir dedi ki:

      Unutmadı…! Sağ olasın, var olasın.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir