SAFİNAZ
Anlamalıydım. O geleceği zaman her şey farklı oluyordu çünkü. Aslında hep anlıyordum da bu sefer okulda sınav dönemime denk gelmişti. Kafamı kitaplardan kaldıramıyordum.
Annemin sadece camları silmekle yetinmeyip fiyonklu pencere demirlerini parlatmaya giriştiğini gördüğümde kafamda matematik denklemleri dönüp duruyordu. Yer karolarını çamaşır sularıyla sildikten sonra aralarını bir kürdanla temizlediğini fark ettiğimde bir yandan Servet-i Fünun yazarlarını ezberlemeye çalışıyor bir yandan da annemim kırılıp duran kürdanlara söylenmesini dinliyordum. Bana da bulaştı öfkesi.
-Dikilip durma orada öyle, çalışman bitiyse al bir kürdan da şu ilerideki karo aralıklarını temizle.
Anlamıştım, Safinaz geliyordu ve bundan sonraki günlerde bir süreliğine fayanslar Tevfik Fikret’in eserlerinden daha önemli olacaktı.
Mutfak derzlerinde bir kutu kürdanı bitirdik ama yine de annemin içine sinmedi. Avizelerin ışığında bilmeden ölüme uçmuş sinekleri elektrikli süpürgeyle süpürdük. Bakliyat kavanozlarının içinde mutlu mesut yaşayan böcekler var mı diye tek tek sallayıp kontrol ettik, yakaladıklarımızı saf dışı bıraktık. Cep telefonlarına inat annemin hâlâ kullanmaya devam ettiği, babamdan hatıra tuşlu telefonun ahizesindeki delikler için yeni bir paket kürdan aldık. Klozetin plastik kapağını vidalarından söküp ayırdık, bembeyaz olana kadar çamaşır sularına yatırdık. Kalorifer peteklerinin her kıvrımını ıslak bezle sildik. Mutfak dolaplarındaki tüm tabağı çanağı, bardağı kavanozu, kaşığı çatalı tek tek sirkeli sularla parlattık.
-Anne, bunlar zaten temiz, niye bir daha yıkıyoruz ki?
-Söylenme de su lekesi kalmasın diye kurula hepsini.
Her seferinde böyle oluyordu. Her yer, her şey yıpranmaya çeyrek kalana kadar temizleniyordu ve ben bunu hiç anlamıyordum. Aslında keyifli bir rahatlığı olan annemin içinden bir hijyen canavarı çıkıyordu. Safinaz gidene kadar da bu canavar bizi terk etmiyordu.
-Anne, niye bu kadar titizleniyoruz? Biz ona uyacağımıza Safinaz bize uysa ya, misafir olan o!
-Sus, bilip bilmeden konuşma, yengene de bir daha Safinaz deme.
Bu hijyen canavarı titiz olduğu kadar da öfkeli oluyordu. Ben de burnumu şişirdim. Ne de olsa bunu yapmaya hakkım olan yaşlardaydım.
-Ben Recaizade Mahmut Ekrem’e dönüyorum, yarın sınavım var, dedim.
Annem sesini çıkarmadı, ne olursa olsun eğitim tüm mikroplardan önce geliyordu.
En büyük dayımın eşiydi Safinaz. Bildim bileli şişman ve bir o kadar da güzeldi. Kızıl saçlarını hiç uzun görmemiştim. Kendi kızılı mıydı yoksa boyuyor muydu, annemden çekindiğim için ona soramıyordum ama bayılıyordum. Sarılmama nadiren izin verdiği vücudu hep sımsıkıydı. Korse giydiğini yıllar önce görümceler kendi aralarında fısıldaşırken öğrenmiştim. Niye fısıldaştıklarını anlamamıştım. Ne güzeldi işte. Ayrıca şahane yemek yapıyordu. Elinden hiç düşürmediği toz bezini saymazsak, bize geldiği zaman mutfağı kimseye bırakmamasından şikâyetçi değildim.
Dayım yengemi ve iki koca bavulunu getirdi. Hemen girmediler içeri. Safinaz önce çamaşır suyunda dinlendirilmiş bir bez istedi. Annem hazırlıklıydı, hemen verdi. Bavullar içeri sokulmadan önce özenle silindi. Makyaj malzemelerinin konulduğu, bana yine bavul gibi gelen üçüncü çantadaki poşetten ev terlikleri çıkarıldı. Asla başkasının terliklerini giyemezdi. Kapıdaki şıpınişi hoş geldin, hoş bulduk’lardan sonra, bir dakika, dedi. Makyaj bavulundan pembe renkli, kenarları oyalı bir havlu çıkardı. Olası bir karıştırmayı önlemek adına üstüne basa basa, bu benim havlum, diye ekledi. Ağır ağır banyoya ilerledi. Dayıma seslendi. Dayım, küçük bavuldan hemen bir sabun çıkarıp Safinaz’a yetiştirdi. Su sesini duyduk. Döndüğünde sarılmamıza nihayet izin verdi. Yine sımsıkıydı ve mis gibi lavanta kokuyordu.
Sonra bana göre sefalet ve bir o kadar da sefahat günlerimiz başladı. Dayım bir gece kalıp dönmüştü. Gördüğüm en birbirlerine aşık çifttiler ama sanırım ara sıra kendilerine böyle küçük izinler verip özlem duymayı tercih ediyorlardı.
Erkenden kalkıyordu Safinaz, hep aynı saatte. Ne bir dakika önce ne de bir dakika sonra. Annemin deterjanlarını beğenmemiş ve onun ısrarla önerdiklerini almak üzere ben bir koşu markete yollanmıştım. Hiç üşenmiyor, banyoyu her sabah klozetinden duş teknesine kadar elden geçiriyordu. Tertemiz bir banyoya uyanmakla ilgili bir şikâyetim yoktu da o deterjan kokusu neredeyse gün boyu hiç eksilmiyordu, o fenaydı.
Sonra bizi uyandırıyordu, hep aynı saatte. Ne bir dakika önce ne bir dakika sonra. Okula gittiğim için zaten erken kalkmak zorundaydım, onun için bundan da şikâyetim yoktu ama bir sabah o uyandırmadan nedense gözlerimi açtığımda başımda diktiğini gördüğümde çok korktum. Dakikasını bekliyordu. Kalk da nevresimlerini alayım, dedi usulca. Bugün hepsi yıkansınlar. Safinaz bizdeyken nevresimler gün aşırı yıkanırdı. Demek günü gelmişti.
Ah o sofraları! Hiç üşenmeden her sabah muhteşem kahvaltılar hazırlıyordu. Omlet yediğimiz tabakla peynirimizi dilimlediğimiz servis tabağımız asla aynı olmazdı. Yediğimiz zeytinlerin çekirdeklerini o tabaklara çıkaramazdık. Zeytin çekirdeği aparatlarımız vardı. Bizde olmadığını bildiği için hiç üşenmez, o koca bavullarının bir köşesine özenle yerleştirir ve her seferinde evinden kendisi getirirdi. Onlara ne dendiğini bilmediğim için o ismi takmıştım. O da bilmiyordu, hoşuna gitti bu tanımlamam. Aldı, kabul etti. Her sabah kahvaltı servis tabaklarının kenarına tek tek takıyordu. Bulaşık makinasında zarar görmesinler diye sonra da hiç üşenmeyip hepsini elde yıkıyordu. Yeşil zeytinlerle siyah zeytinlerin çekirdeklerini aynı aparata koyuyor olmamıza şaşmıyor değildim.
Kalem kalınlığında yaprak sarmaları ve parmak kalınlığında ıspanaklı börekler sarıyordu. Bu tür yemeklerde marifet ölçütünün el parmaklarıyla kurşun kalemler olduğunu öğrenmiştim. O kadar lezzetli oluyorlardı ki kendi parmaklarımızı bile yiyorduk. Nasıl da tuhaf ve güzeldi.
Gezip tozmayı çok seviyordu. Bana bavul gibi gelen makyaj çantasından nerelere kullanıldığını hiç bilmediğim pudralar, allıklar, rimeller çıkarıyor, mutlaka kıyafetine uygun rujları oluyor, gözlerini daha da büyüten sürmeler çekiyordu. Bir gün nevresim takımları yıkanıyor, diğer gün de tırnaklarının boyası yenileniyor ve hep parlak renkler seçiliyordu. Köşedeki parka bile gidecek olsak hiç üşenmeden özenle makyajını yapıyor, boynunun kuytuna parfümler sıkıyor ve çok şık giyiniyordu.
En çok kelebek motifli elmas küpelerine hayrandım. Kulağının etli kısmına, hiç sallanmadan mağrur bir şekilde konuyorlardı. Paşa dedesinden kalmış, demişti annem en ufak bir kıskançlık belirtisi göstermeden, hatta tuhaf bir şefkatle. Parka giderken bile takar, eve gelince mutlaka çıkarıp lacivert kadife kutusuna yerleştirirdi.
Her gün ama her gün, eğer gezmeye gidildiyse sabah ve akşam olmak üzere iki kez banyo yapıyordu. Şampuanlarını kremlerini kendi getirmişti. Banyoda biraz uzun kaldığımda, suyu boşa harcama diye söylenen annem, Safinaz’a hiç sesini çıkarmıyor, ütülü havluları hemen hazır ediyordu.
Fakat bütün bu tertemiz nevresimler, deterjan kokulu banyolar, parmak börekler, büfemizden sadece o geldiğinde çıkan porselen çorba kaseleri, papatyalı çay fincanları, şık sofralar, sirkeyle silinen aynalar bir süre sonra annem için değil ama, benim için yorucu olmaya başladı. Artık o aynalarda diş fırçalarken sıçrayan beyaz lekeleri geri istiyordum.
Misafirden şikâyet edilmezdi, öyle öğretilmişti. Gönül rahatlığıyla sızlanamıyordum ama odama daha çok kaçmaya başladım. Sınavlarımı bahane ediyordum. Bir yandan da bu şişman ama hiç üşenmeyen, çok temiz, çok dakik, çok becerikli, çok şık kadının nasıl oluyor da bu kadar temiz, dakik, becerikli, şık olabildiğini ve en önemlisi hiç üşenmediğini kafamda evirip çeviriyordum. Bu kusursuzluk çok ama çok sıkıcıydı.
Annemin, o rahat kadının tüm bu aşırılıklara gıkını bile çıkarmamasına ayrıca şaşırıyor, hatta hafiften kızıyordum. Kendi aralarında mırıl mırıl konuşmalarını da kıskanmıyor değildim.
Sonra öğrendim.
Meğer annem biliyormuş.
Beni odamda ders çalışıyorum sanıyorlardı. Aslında öyle de yapıyordum ama bastıran uykumla mücadele etmek için mutfaktan bir fincan çay almaya karar vermiştim. Safinaz mutlaka demlemiştir diye düşünüyordum.
Tam koridordan çıkarken duydum.
Alçak sesle konuşuyorlardı ama ben duydum.
Ah ablacım, diyordu anneme. Ağlıyor muydu?
Ağlıyordu.
Kısa hıçkırıkların arasından sesi o heybetli cüssesine tezat, hiç olmadığı kadar ince ve hafif çıkıyordu.
-Ah ablacım, o kadar temizliyorum, temizleniyorum, o pislik hissinden kurtulamıyorum.
Annem bir şeyler mırıldandı, duyamadım.
-Kaç yıl geçti üzerinden, unutamıyorum. O kadar doktorlara gittim, ilaç kullandım ama hiçbiri işe yaramadı. Neredeyse her gece kâbus görüyorum, hepsinde o var. O pis kara bıyıkları her yerime bulaşıyor. Sanki kapkara oluyorum. Kalkıp yıkanıyorum ama o karaları temizleyemiyorum. Yorulayım diyorum, yorulursam uyurum diyorum, her şeye koşturuyorum. Günlük düzenim aksarsa sanki cam gibi çatlayıp parçalanacağımı, dağılıp gideceğimi sanıyorum. Onu oraya koyuyorum, bunu buraya koyuyorum ama geçmiyor, bitmiyor. Günüm de gecem de aydınlanamıyor. Bu karanlığı abine bile anlatamıyorum, nasıl anlatayım? Sen de olmasan ben ne yaparım!
Mutfağa kadar yürüdüm mü uçtum mu bilmiyorum. Safinaz yengemin en sevdiği papatyalı fincana demli bir çay doldurdum. İçine incecik kesilip masada hazır edilmiş limonlardan iki parça attım. Bir tepsiye yerleştirip bu sefer hiç damlatmadan taşıyıp usulca odaya süzüldüm.
Yengem alelacele gözyaşlarını sildi. Bir sehpa çektim, üzerindeki dantelli örtüyü kirlenmesin diye kaldırıp tepsiyi yerleştirdim. Yanına oturdum, ellerini tuttum. Ne diyeceğine hiç aldırmadan tombul yanaklarını öptüm, öptüm.