Ceyhan – Demir Yolu
“Bu akşam ölürüm, sen beni tutamazsın…”
1977-1980 yılları arasında Ceyhan Yaltır Kardeşler Ortaokulu’nda okudum. O sıralar bizim oralarda kan gövdeyi götürüyordu. Biz yarı genç – yarı çocuktuk, önce ne olduğunu anlayamadık. Sonra mahallede abilerimizin silahlı çatışmalarına şahit olduk. Kimin kimi neresinden vurduğu belli değildi. Sonra, abilerimiz birer birer öldüler. Üzülmek erkekliğin şanına yakışmazdı, Çukurova’da. Üzülemedik. Ağlamak bize yasaklanmıştı, ağlayamadık. Müslüm dinledik, Ferdi Tayfur’la akşam güneşinin batmasını bekledik. Eskimo sattık, şans-kader oynattık. Dürüm yemek bizim için büyük bir şanstı, anlayamadık. Elimize kimse bağlama vermedi, bağlaması ve darbukası olan arkadaşlarla yeni yeşermiş başak tarlalarının ortasına gider avazımızın çıktığı kadar bağırır türkü söylerdik. Yağmur çamur içinde uzaktaki bir tepenin en dibinde görünen renklere bezenmiş gök kuşağının altından geçmeye çabalardık. Oysa gök kuşağının altından geçersen “cinsiyet değiştirirsin” laflarına aldırmaz erkekliğimizi kaybetmek uğruna geçmeye çabalardık, biz yaklaştıkça gök kuşağı yularından çekilircesine bizden uzaklaşırdı, biz, “gök kuşağı bizi seviyor, erkekliğimizi kaybetmemizi istemiyor” diye düşünürdük. Olsun, her şeye rağmen, bizden uzaklaşan bir yıldız gibi, gök kuşağının peşinden koştururduk. Çocuktuk, biz ölümü bilmeden düşlerimizin peşinde koşuyorduk, oysa, sorsanız hiçbir düşümüz yoktu. “Bu akşam ölürüm, beni kimse tutamaz, sen beni tutamazsın, yıldızlar tutamaz, bir uçurum gibi düşerim gözlerinden, gözlerin beni tutamaz” şarkısı söylenmemişken biz bütün uçurumları geçmiştik, hem de dip diri. Amacımız ölmek ve ölümü kutsamak değil, güzel bir dünyada neşeli türküler söylemek umuduyla yaşamaktı. (Bu şarkıyı söyleyen Kekilli’nin İstanbul dükalığı’na yenik düşerek, domates yetiştirmeye başladığı bir söylence olarak sürüyor. Bilmiyorum, belki de doğrudur. Gidip domateslerinin tadına bakmak gerek.) Ne Marx’ı bilirdik, ne Hitler’i, ne de Pink Floyd’u. Kahramanımız Yılmaz Güney’di. Yılmaz Güney’in silahından çıkan dumanı üflemesini severdik. Nereye neden ateş ettiğini yıllar sonra Yumurtalık’tan Ceyhan’a getirildiğinde ordan-burdan toplanan (şimdiki gibi belediye otobüsleriyle-döner ekmek vaadiyle toplanmayan) kalabalıktan öğrendik. Biz Müslüm’ün ve Ferdi Tayfur’un ezgileriyle büyüdük, bir de Orhan Gencebay vardı, ama, artık onu anmamıza gerek kalmadı. O’nu oralarda bıraktık bilmiyorum belki de o bizi oralarda bıraktı, bir gün zamanımız olursa ona da sorarız. Müslüm ölmeden az önce İstanbul sanat mafyasına yenilse de o yüreğimizde yaşamaktadır. Yazları, hep tarlalara giderdik, gidenlerin hiçbirimizin bir karış toprağı yoktu. Ceyhan demiryolunu geçince hemen karpuz tarlaları başlardı, sonra da sulama kanalları, oralara gider kanallarda çimerdik. Çamur, çamur alabildiğince çamur. Şimdiki gibi pet şişe falan yoktu, susuz saatlerce güneşin altında dolanırdık. Sonra dönüş yolunda, yollara çakıl yapmak için kurulmuş bir şantiye vardı. Bahçesinde de bir çeşme. O sıcakta, saatlerce susuz gebermek üzereyken çeşmeye varır ağzımızı dayar “kana kana” içemezdik. Bir şeyi kana kana içersen-istersen ölürsün derlerdi. Biz, ne suyu kana kana içtik, ne de hayatı kana kana yaşadık. Ölümden korkumuzdan değil, bu toprakları erken öksüz bırakmamak için hiçbir sevincimizi kana kana yaşayamadık. Halen hiçbir duygumu kana kana yaşayamam, sadece kana kana ağlarım. Geçen hafta Ceyhan’daydım. Ne karpuz tarlasından eser kalmış ne de sulama kanallarından. Tarlalar apartman tarlasına dönüşmüş, bici-bici panayırları kurulmuş, bir de bici biciye pipet veriyorlar, içimden güldüm ne kadar çağ atlamışız. Çocukluğumuzun geçtiği yerler tarih değil yok olmuş. Sadece yok. Bunun adı, kapitalizm-serbest ekonomi falan değil. Sadece geçmişimizin talan ve yok edilmesidir. Kimse kimsede kabahat aramasın, üç oda bir salon ev için kendimizi sattık, hepsi bu. Bir gün gelecek, biz yine gök kuşağının altından geçmeye cesaret edecek kadınların ver erkeklerin var olabileceğini düşünme cesaretini göstereceğiz.
Sevgiler
Levent Özbek
12 Eylül 2016/ Ankara