RULMAN
Şehir hatları vapurunda bir çocuk martılara simit atarken Kız Kulesi’nin ardından Üsküdar görünüyor, çalgıcı gençler şarkı söylüyor. Şahane bir şehirde yaşadığımı düşünürken şarkı kesiliyor gergin sesler yükseliyor, yolcular ayaklanmış çalgıcı gençleri güvenlikçilerin elinden kurtarıyor. Güvenlik görevlilerinden biri Koca Mustafa Paşa’da oturuyor ama Güzel Çalgıcı Sokağı’nın adını duymamış. Güvertede bir genç işçi –işçi olduğuna eminim- Haydarpaşa Garı binasının yanmış çatısına bakarak rulman çeviriyor.
Sabah tuhaf bir vurulma olayı ile ilgili bilgi almak için hastanedeydim. Bir Zamanlar Amerika filminin romantikliğine kapılıp mafyaya özenmiş, bir zamanlar kaçırdığı sütçü beygiri ile metresini gezdirmiş tam reis olacakken bacağı pompalı tüfekle parçalanmış bir adamın anlattıklarını dinlemiştim. Adamın söylediğine göre vuran kişi, çetesinden kendisine “yamuk yapan” biriydi. Müvekkilim kendi adamının evini basmıştı, söylediklerine bakılırsa vuran adam meşru müdafaadaydı, kendini savunmuştu. Şimdi bacağı dağılmış yatarken intikam yemini ediyordu, kendini vuran korkağın iki bacağını bir doktora kestirip tekrar diktirtme planı kuruyordu. Onu dinlerken hiçbir şeye şaşırmamıştım da bunu yapacak cerrahı nereden bulacağını merak etmiştim. Demek ki bugün belalı bir gündü.
Vapur çalgıcıların kurtarılmasından sonra Kadıköy’e yanaşıyor. İskelede bir adam denize sırtını dönmüş, rulman çeviriyor. Parmağındaki rulman Dünya ile beraber dönüyor.
Moda’ya doğru yürürken kapısı kapalı bir kafenin camına insanlar kalpli kâğıtlar yapıştırıyor. Kahvenin sahibi hastalanmıştı. Kalplerin içine sevgi sözcükleriyle geçmiş olsun dilekleri yazıyorlar. Şehrin insanları sevgilerini yollamaya üşenmeden beladan uzak durmaya çalışıyor.
Köşede, kafenin kapalı olduğunun farkında olmayan bir adam rulman çeviriyor.
Ertesi gün Büyükçekmece adliyesinden çıkmış karşı taraftaki evime gidiyorum. Aslında gidemiyorum, yolculuk saatler süren bir işkenceye dönmüş durumda. Adliyeden çıkınca rahat görünen trafik Avcılar’dan başlayarak yavaşlamış boğaz köprüsü yoluna girmeden tıkanmıştı. Sıkışan sadece trafik değil, sanki arabalar birer pres makinesi olmuş ben aralarında kalmışım. Çevre yolunda Ok Meydanı civarında yandaki binaya dalmış herkesin aklından geçeni düşünüyorum, “üç-buçuk saatte Ankara’ya giderdim.” Baktığım binanın Darülaceze olduğunu fark edince sıkışmışlık duygusuna keder ekleniyor, bu yolda çürüyüp gidecektim. Bilim insanlarına, istediğimiz yere ışınlanarak gitmeyi sağlamadıkları için kızıyorum. “Bilim çok geri azizim.” Çok uzaklara gitmek istiyorum, insanların ve arabaların olmadığı bir yere…
Evin kapısına vardığımda sokakta bir kadın duvara yaslanmış, rulman çeviriyor.
Kapıdan girdiğimde Hatice hanımın gitmiş olduğunu anlıyorum, geç kalmıştım beni beklemesini isteyemezdim. Elimde paketleri bırakırken anneme sesleniyorum, “anne nasıl geçti gününüz?” İyi işte, her zamanki gibi; demesini bekliyorum. Cevap vermiyor. Salonda koltuğunda oturuyor, yanına vardığımda öldüğünü anlıyorum. Yere önüne çöküyorum. Yüzü aydınlık, acı çekmemiş olmasını diliyorum. Yalnız başınaymış, yanında olsaydım… Biliyorum, yanında beklememi istemezdi, ona göre her şey olması gerektiği gibi olmalıydı. Kim bilir belki son anlarında beni yanında istemişti. Küçükken onun hiç hastalanmayacağını düşünürdüm, ölümü bile ayakta olacaktı. Her şeyi düzenliydi, çelik gibi bir iradesi vardı. Bir sorun varsa çözümü aranırdı. Beni evlatlık olarak aldığını hiçbir zaman saklamadı. İlk ne zaman söylediğini hatırlamıyorum, hep biliyordum. Beş yaşında olmalıydım, anaokuluna gittiğim zamanlardaydı, “senin kızın sayılır mıyım?” diye sormuştum. Elbette onun kızıydım, doğurmakla anne olunsaydı, beni doğuran annelik yapardı. Bir daha bu konuda konuşmamıştık.
Belki ona minnet duymamı istemişti, aslında bu vefa borcunun her zaman farkındaydım. Yüzünü kara çıkarmadım. İyi bir öğrenciydim, annem kadar düzenliydim. Onun okuduğu okulu bitirmiş, aynı ofiste çalışmaya başlamıştım. Annemin kopyası olmuştum. Onun kızı olmam için doğurması gerekmiyordu, ispat etmiştim.
Diğer annelere benzemezdi, veli toplantılarına hiç katılmadı, beraber ödev yapmışlığımız yoktu. Ödevlerimi yerine getireceğimi biliyordu. Sadece ilkokula giderken sabahları okula bırakırdı. Beni kucağına alıp sevdiğini hatırlamıyorum, çocukları şımartmak ona göre değildi. Kendi kızı olsaydım da böyle davranacaktı, belki kendimi buna inandırmıştım. Yapılması gereken neyse onu yapardı, hiçbir şeyimi eksik etmedi. Oyuncaklarım da çocuk kitaplarım da oldu, zamanı geldiğinde bisiklete binmesini de öğretti.
Annem bir yıl önce felç geçirmişti. Kendisi rahatsızlığının farkında olmalıydı ama hastalık ona göre değildi, yok saymış olmalıydı. Hastalık onu değiştirmişti, muhtaç olmak bilmediği bir şeydi. Önceleri iyileşmek için gayret ediyordu, terapist ile çalışırken yürümeye başladı. Sonra tedaviyi bıraktı, her şeyden vazgeçmiş gibiydi. Konuşması etkilenmemesine rağmen, az konuşmaya başladı. Sol elini kullanamıyordu, o elini yok saydı. Yataktan çıkmak istemiyordu, Hatice Hanım’ın ilk işi sabahları onu salona çıkarmaktı, itiraz etmedi, koltukta hareketsiz oturuyordu.
Geçen pazar sabahı balkona çıkarmak için yanına gittiğimde ilk defa saçımı okşadı, uzunca bana baktı. Alıştığım bir şey değildi, nasıl karşılık vereceğimi bilmiyordum. Balkonda kahvaltı ederken, onunla ilgilendiğim için teşekkür etti. Uzunca bir konuşma yaptı. Bebekliğimden bahsetti; en sevdiği şey bana banyo yaptırmaktı ve şimdi ben onun banyosunu yaptırıyordum. Duygusallaşmıştı, beni sevdiğini söylüyordu; hayatımı onun için ertelememeliydim, henüz çok gençtim ve hayatımı paylaşacak biri olmalıydı. Diğer annelere benzemişti. Ne diyeceğimi bilemeden birkaç söz etmiştim. Merak etmesindi, her şey yolundaydı.
Annemi toprağa verdikten sonra ziyaretçiler de görevlerini yapmış, artık ev boşalmıştı. Bu arada elimdeki davaları başka meslektaşlara vermiştim ama hukuki işlerine baktığımız şirketin davasını ne yapacağımı bilmiyordum. Canım uğraşmak istemiyordu ama birine devredersem şirketi kaybedebilirdim. Basit bir iş gibi görünüyordu ama pis bir olaydı. Şirketin inşaatların birindeki asansörün halatı kopmuş içindeki işçi ölmüştü.
Şehri mesken tutan işçi hayata tutunamamıştı. Geride bıraktığı sevdiği kadın, ölen işçinin İstanbul’u mesken tutup gördüğü güzellerle onu unuttuğunu, İzlediği dizi filmlerden hepimizin Boğaz’da yalılarda oturduğumuzu düşünüyor olmalıydı. Sevdiği adam güzellerin arasında bir yalıda mı yaşıyordu? Hiçbir güzelin, sevdiğine dönüp bakmadığı aklına gelmezdi. Davanın sonucu belliydi, işçi tedbirsiz davrandığı için suçlu bulunacaktı. Koskoca şirket suçlu olamazdı çünkü o memlekete istihdam yaratıyordu.
Büyük boşlukta, sehpanın üzerindeki annemin fotoğrafına bakıyorum. Alıştığım pozu farklı görünüyordu. Hayata aydınlık bakan, kaygısız gülümseyen bir genç kız resmiydi. Ben bu gülüşe yaşıyorken rastlamamıştım, o gülüş fotoğrafta donup kalmıştı. Çocuğu olmamıştı, sanırım evliliği bu yüzden bitmişti. Mutsuzluğunun sebebi evliliğinin bitmesi mi yoksa çocuğunun olmaması mıydı, bilmiyorum. Evliliğinden hiç bahsetmezdi.
Benimle ilgili konularda hiçbir şeyi saklamadı. Gerçek annemin kim olduğunu biliyordum, bana evli bir adamdan hamile kaldığında genç bir kızdı. Aile kürtaj vakti geçtiği için hayatta kalmaya izin verilen piçlerini yani beni yetiştirme yurduna terk edecekken, annem tarafından sahiplenilmiştim. Beni otuz sekiz yaşında almış tek başına büyütmüştü. Etrafında fazla akrabası yoktu, anne-baba bir trafik kazası kurbanıydı, evin tek kızı genç yaşta yalnız kalmıştı. Ondan gizlice gerçek ailemi bireylerini araştırmıştım. Bütün teyze ve amcaların varlığımdan haberleri vardı ama bir gün bile beni merak etmemişlerdi. Bir cumartesi Galatasaray Lisesi’nin önünden geçerken oturan kadınları gördüm, kayıp çocuklarını soran Cumartesi Anneleri’ni. Çocuklarını aradıklarından haberim vardı, belki benimki de arıyordu. Kadınların sessiz bekleyişinden etkilenmiş saçma bir kaygıya kapılmıştım. Ertesi günü beni dünyaya getiren kadının kapısındaydım. Kapıyı açan kadına enikonu benziyordum, lafı dolandırmadım –bu konuda eğitimliydim- “ben sizin kızınızım,” dedim. Kadın bir an şaşırdı, “benim böyle bir kızım yok,” diyerek kapıyı yüzüme kapattı. Ben farklı bir tepki hayalini kurmuştum; ağlayıp boynuma sarılacaktı, beni bırakmak zorunda kaldığını anlatacaktı… Birkaç gün kendime gelemedim, hastalanıp yatak döşek yattım. En çok kendime kızıyordum. Sonunda olan biteni anneme anlattım. Beni ne sorguladı ne de yargıladı; biraz dinlenmemin iyi olacağını söyledi; kimseye muhtaç değildim, bazı şeyleri akışına bırakmak gerekirdi.
Şimdi bana geçmişimle ilgili soruları bırakmadığı için anneme minnettardım. Benim gerçek annemdi, o sabah balkonda “ben de seni seviyorum,” demediğim için pişmandım. Son öğüdünü vermişti, “kendini hayata bırak.” Kendi yaşanmamışlarına üzülüyor olmalıydı. “Senin çocuklarını görebilmeyi isterdim,” demişti. Onu neşelendirmek için hemen hazırlıklara başlayacağımı, söylemiştim. Bu söze kocaman gülmüştü.
Evin boşluğunda otururken gün bitmişti. Kalkma zamanıydı, kendimi tekrarı olmayan hayata bırakma zamanıydı. Henüz ne yapacağımı bilmiyordum ama rulman çevirmeyecektim.
Yüreğinize sağlik çok duygulu bir öykü olmuș
Teşekkür ederim.
Cok guzel
<3
Sevgili Onsun,
Aynı öyküyü yeniden yazsan, değiştirmek istediğin bölüm olur muydu?
Emeğine sağlık, sevgiler
Yazı biter yayınlanır, aslında yazan için hiç bitmez. Yeniden her okuyuşta ya bir şeyler eksiktir ya fazladır ya da başka cümlele akla gelir. Hayatın bize eksiltip-kattığı gibi… Okurun hayal gücüne kattığıdır geriye kalan. Sevgiler.