AYSEL KARACA

POE, SEN DAHA ÖLMEDİN Mİ?

 

“Ah dışlanmışların dışlanmışı! en terk edilmiş! Sen hala ölmedin mi”1

 

 

Bir çocuğun sığınacak bir ana kucağı yoksa, nereye sığınır?” diye sormuşum bir hikayemde. Burada anlatacağım  kahramanımız  da ömrünü sığınacak bir kovuk arayarak geçirmiş, sığındığı her kovuğu teker teker yitirince, korkularının karanlığına sığınmış, lanetlenmiş bir kahraman. Acılarla başa çıkamayan, anlam arayan, çoğu insan gibi, içkiye, kumara en çok da edebiyata tutunarak  kırk yaşına dek hayatta kalabilmiş bir giz; Adgar Allen Poe…

Poe’nun babası David, gezici tiyatro oyuncusuydu. Annesi Elizabeth’le Virginia’da tanışıp evlendiler ancak aile babası olmaya pek de hevesli olmayan David, Poe henüz bir yaşındayken evi terk etti. Üç çocuğunun geçimini oyunlardan aldığı para ile sağlamaya çabalayan Elizabeth, Poe henüz üç yaşındayken yakalandığı tüberküloz hastalığından hayata veda etti. Tiyatro sevdalısı olan Francis Allan o günlerde Elizabeth ile tanıştı ve ölecek olursa çocuklarına sahip çıkacağına söz verdi. Elizabeth ölünce çocuk sahibi olamayan Allan’lar Poe’yu evlat edindi, ancak John Allan, Poe’yu yasal olarak nüfusuna geçirmeye razı olmadı. Buna rağmen onu iyi okullar, iyi hocalarla eğiterek kendilerine yakışır bir evlat olmasına çabaladı…

Yazık ki babasının evi terk etmesiyle başlayan lanetli günler bir ömür Poe’nun peşini bırakmadı. Geçici bir liman olarak sığındığı yuvadan Londra’da gönderildiği yatılı okul yoluyla uzak düştü. John Allen’ın sert mizacının ardından yatılı okul sıralarında tanıştığı otoriter öğretmenler, idareciler, labirent misali tasarlanmış; hangi koridorun hangi odaya çıkacağı bilinmeyen okul binası, karanlık ve izbe odalarda anlatılan giz dolu hikayeler ve okul bahçesinin bitişiğindeki mezarlıkta yaşanan ürkütücü deneyimler yoluyla yaşamı boyunca karanlıklardan ve ölümden ödü patlayan bir kişiliğe büründü:

“ Okul müdürümüz bu kilisenin papazıydı. Galerideki uzun banktan onun vakur ve uzun adımlarla kürsüye çıkmasını uzaktan izlerken nasıl da derin bir merak ve şaşkınlık duyardım! …akademinin sert yasalarını son günlerde huysuz bir yüzle ve tertipsiz giysilerle, elinde değneğiyle uygulamaya çalışan bu adam olabilir miydi? Ah, çözülemeyecek kadar dev paradoks!”2

“okul yaşamıma ilişkin en eski anılarımda İngiltere’nin sisli bir köyündeki büyük ve düzensizce oraya buraya dağılmış Elizabeth tarzı bir bina var. Bu köyde pek çok dev ve dallı budaklı ağaç vardı ve bütün evleri son derece eskiydi… yol kenarındaki binlerce çalının hoş kokusunu alabiliyor ve oymalı gotik kilise kulesinin içine gömülmüş, uyumakta olduğu o loş havanın dinginliğinde saat başı ansızın ve kasvetle gürleyen kilise çanının derin, boğuk sesini işitip tarifsiz bir haz alıyorum.

Dediğim gibi, bina eski ve düzensizdi. Arazisi genişti ve üstünde cam parçaları serpili yüksek ve kalın tuğla duvar her şeyi çevreliyordu. hapishane duvarını andıran bu sur, yaşam alanımızın sınırını teşkil ediyordu… O ağır duvarın bir yerinde ağır bir kapı vardı. demir sürgülerle kapatılırdı. Tepesinde sivri demir çubuklar vardı. Ne derin bir huşu uyandırıyordu… O zamanlarda güçlü menteşelerin her gıcırtısında büyük gizemler bulurduk.

ama o bina ne kadar tuhaf ve eskiydi- benim için gerçekten büyülü bir saraydı! Dolambaçların, akıl sır ermez alt bölümlerinin sonu yoktu… Yanal dalları da sayısızdı ve kendi içlerine öyle sık geri dönüyorlardı ki konağa ilişkin fikirlerimiz sonsuzluğa ilişkin fikirlerimizden pek farklı değildi.”3

 Elbette bu karanlık labirentler ve loş odalarda yapılan ürpertici şakaların, anlatılan korku dolu hikayelerin gencecik ruhlarda yaptığı tahribatı kestirmek güç değildi. Hele de ruhsal sağlığının yerinde olduğundan şüphe duyduğumuz okul müdürünün, beden eğitimi derslerinde öğrencilere mezar kazdırdığını hesaba katarsak; “ Poe’nun İngiltere’de gittiği yatılı okulun sınıfı mezarlığa bakıyordu. Ders kitabını bile satın almayarak ucuza kaçan okul müdürü matematik derslerini, dışarıda ölülerin arsında verirdi… Beden dersi de aynı neşeli ortamda yapılırdı. Okulun ilk günü her öğrenciye küçük bir tahta kürek verilirdi. Sömestr sırasında ölen bir cemaat üyesi varsa, çocuklar dışarı, mezar kazmaya gönderilir, böylece vücudu canlandırıcı bir etkinlik yaptırılmış olurlardı.”4

Bu korku filmi sahnesinden fırlamış gibi duran yaşam öyküsünde Poe gibi, fazlasıyla hassas ve isyankar bir karakterin, korkularından kurtulmak için korkularının ve acılarının üzerine gitmesine, talihle, ölümle, tanrıyla ve dahası şeytanla alay edebilmesine şaşırmasak da yarattığı yepyeni edebiyat kuramları ve eşsiz metinleri sebebiyle önünde saygıyla eğiliyoruz.

 

Şeytanla Dans

Bir yaşında babasını, iki buçuk yaşında annesini yitiren Poe, oyuncu bir anne babanın çocuğuydu. Her ne kadar onları hatırlamıyor olsa da yaratıcı ve oyuncu genleri ebeveynlerinden ona geçmişti. Bu nedenle yaşamı boyunca hiçbir kurala riayet etmemiş, düzene, otoriteye ve ölüme her zaman karşı gelmiş, edebiyatı, içkiyi, kumarı ve aşkı çok sevmişti.

Çoğu kez tanrının onu alt etmek için şeytanla iş birliği yaptığını düşünmüş, kendini lanetlenmiş biri olarak görmüştü. Bu düşünceyle, ne kadar günah varsa hepsini işlemeye meyletmiş, kendini berduşluğa vurmuş, her dibe vuruştan elinden tutan bir kadın yoluyla kurtulmuştu. Ancak çocukluğundan beri büyük bir aşkla bağlanıp nihayetinde evlendiği kuzeni Virginia Clemm’de tüberkülozdan ölünce, dönüşü olamayan bir dehlizde kaybolmuştur. Kendinden ve yaşamaktan tamamen vazgeçen Poe bir yıl sonra intihara kalkışmış ancak,  kaderi ölmesine bile müsaade etmemişti. Yaşadığı acılar ve tanık olduğu korkunç deneyimler onun edebiyat evrenini oluşturan en temel unsurlardı. Baudelaire bile onun yaşadığı bu talihsizliklere isyan etmekten kendini alamamış, “Ne kadar içler acısı bir trajedidir Edgar Allan Poe’nun yaşamı!” demişti.

Poe, hemen tüm öykülerinde kadınları -ömrü boyunca sevdiği tüm kadınları birer birer kaybederken; annesini, üvey annesini, karısını ve sevgililerini- eşsiz güzellikte ve genç yaşta yitip giden tanrısal varlıklar olarak anlattı. “Yüz güzelliği konusunda hiçbir kadın onunla yarışamazdı. Bir afyon rüyasında görülecek bir aydınlıktı -Delos’un kızlarının uyuklayan ruhlarının üstünde dolanıp duran fantezilerden daha çılgınca tanrısal, şen ve canlandırıcı bir görüntüydü.”5

Şeytan’la yapılan bu işbirliğinden bunalan Poe, çözümü sonsuz aşkı anlatan dizelerde,

Seneler, seneler evveldi;

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz

İsmi Annabel Lee;

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten

Sevmekden başka beni.

 

O çocuk ben çocuk, memleketimiz

O deniz ülkesiydi,

Sevdalı değil karasevdalıydık

Ben ve Annabel Lee;

Göklerde uçan melekler bile

Kıskanırdı bizi.

 

Sevdiğini yeniden dirilten hikayeler yazdı;  Ligeia,Morella, Elenora…

“Hangi anlatılmaz delilik

bu düşünceyi sokmuştu kafama? Bir hamleyle ayaklarına doğru atıldım!

Dokunuşumdan kaçarken başını örten o korkunç kefeni düşürdü ve odanın atmosferine

uzun ve dağınık saç yığınları yayıldı; gece yarısının kuzgun kanatlarından

daha karaydılar! Ve şimdi önümde duran figürün gözleri yavaşça açılıyordu.

İşte, en sonunda,” diye haykırdım yüksek sesle, “asla – asla yanılmış

olamam – bu iri, kara ve vahşi gözler – kaybettiğim aşkımın – Leydi – LEYDİ LIGEIA’nın gözleri.”6              

 

ya da sevdiğinin dirilmesi umutla bekleyen, Şeytan’a lanetler yağdıran dizelere sığındı;

“Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi, Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman, Işısın istedim şafak çaresini arayarak Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore’dan, Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore’dan,   Adı artık anılmayan. ‘Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa? Ey kutsal yaratık” dedim, “uğursuz kuş ya da şeytan! Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin, Korkuların hortladığı evimde, n’olur anlatsan Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan…’  Dedi Kuzgun: ‘Hiçbir zaman.’ “  Haykırışlar ve isyanlar sonuç vermediğinde ise Şeytan’a çelme takan öyküler yazdı;

 Bon-Bon isimli öyküsünde, Le Febvre çıkmazındaki küçük Cafe sahibi Bay Bon-Bon bir gece yarısı şeytanı bulur karşısında.

“…ansızın “Acelem yok, Mösyö Bon-

Bon,” diye fısıldayan tiz bir ses duyuldu.

Kör şeytan!” dedi kahramanımız, ayağa fırlayıp yanındaki sehpayı devirirken

ve etrafına şaşkın şaşkın bakarken.

“Çok doğru,” diye sakince yanıtladı ses.

“Çok doğru! – Çok doğru olan ne? – Buraya nasıl girdin?” diye haykırdı metafizikçi…

Şştt!” diye yanıtladı karaltı tiz bir fısıltıyla; ve yataktan hızla kalkarak kahramanımıza

doğru tek bir adım attı…

 

Son derece zayıf, ama ortalamadan çok daha uzun bir figürün

ana hatları, üstüne sımsıkı oturan, ama bir önceki yüzyılın modasına göre kesilmiş,

siyah bir kumaştan yapılma, solmuş bir takım tarafından iyice belirginleştirilmişti.

Bu giysilerin şimdiki sahiplerinden çok daha kısa birine göre dikilmiş

olduğu açıktı. El ve ayak bileklerinin üç beş santimi açıktaydı. Ancak ayakkabılarının

çok parlak tokaları kıyafetinin diğer kısımlarının uyandırdığı aşırı yoksulluk

izleniminin bir yalan olduğunu ele veriyordu. Başı açık ve tamamen keldi,

uzunca bir kuyruk çıkan arka tarafı dışında. Yan camları olan yeşil bir gözlük

gözlerini hem ışıktan koruyor, hem de kahramanımızı gözlerin renklerini ya

da şekillerini seçmekten alıkoyuyordu. Üstünde bir gömlekten eser yoktu; ama

kirli görünüşlü bir kravat boynuna büyük bir özenle bağlanmıştı…”7

 

 

Poe tüm bu yöntemlerle Tanrı’yla ve Şeytan’la alay etmeye devam ederken kör Şeytan da boş durmayacaktı…

Kırk yaşına geldiğinde Newyork’da Dikcens’la buluşmak üzere yola çıktı.  Birkaç gün sonra   Baltimor’da  Ryan’ s Inn adlı meyhanede üzerinde kendine ait olmayan giysilerle ve aklını yitirmiş bir halde bulunarak hastaneye kaldırıldı. 4 gün sonra ( 7 Ekim 1849 ) kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Bir sonraki gün düzenlenen cenaze töreninde sadece  4 kişi vardı.

Kuzgun da oralarda bir yerlerde olmalıydı…

 

Onu bir gölge gibi an be an kovalayan laneti, ölümünden sonra da peşini bırakmadı. Mezarı için sipariş edilen mezar taşının üstünden, kontrolden çıkmış bir tren geçti. I875’te mezarından çıkarılıp yeniden gömülene dek üstünde “ No. 80” yazılı bir taşın altında yattı.

 

Kör Şeytan…

 

 

 

  1. Edgar Allen Poe, Bütün hikayeleri, İthaki yayınları, 2002 , s.350
  2. Edgar Allen Poe, Bütün hikayeleri, İthaki yayınları, 2002 , s.352
  3. Edgar Allen Poe, Bütün hikayeleri, İthaki yayınları, 2002 , s.352
  4. Robert Schnakenberg, Büyük yazarların Gizli Hayatları, Domingo yayınları, 2010, s.33
  5. Edgar Allen Poe, Bütün hikayeleri, İthaki yayınları, 2002 , s.180
  6. Edgar Allen Poe, Bütün hikayeleri, İthaki yayınları, 2002 , s.191
  7. Edgar Allen Poe, Bütün hikayeleri, İthaki yayınları, 2002 , s.118

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir