Modüler Düşünme Teknikleri Üzerine Denemeler
Gregor Hamza
Huysuz, sevimsiz güneş arsızca ışıldıyor, önü sıra oynaşan tozları, uçuşan zerrecikleri daha bir belirgin kılıyordu. İşyerinde görevli kadın, yerleri daha yeni paspas yapmış, kalan su kırpıntılarını emmesi için eski gazeteleri (aynı gazetenin eski sayfalarını) birbirine ekleyerek yürüme yolu boyunca yere sermişti. Uyku mahmurluğunu şiş gözlerinden atamamış personeller, bazen abartılı bir telaşla, bazen de ellerinde içlerini ısıtacak, uykularını dağıtacak bir bardak çayla serili sayfaların üzerinde gidip geliyorlardı.
Kızını kaybeden anne, sokak ortasında karısını bıçaklayan kıskanç adam, falanca futbolcu, filanca yönetici, hükümet icraatları, muhalefetin zehir zemberek açıklamaları, günlerce süren asgari ücret komisyon toplantıları, birkaç dakikada mecliste onaylanan milletvekili maaşları…şok…şok…şok !…Yüzde otuz indirimle satılan cep telefonları, büyük, en büyük ekranlı, büyüdükçe bizi küçülten televizyonlar….Hiçbir haber hiç kimseyi zerre kadar ilgilendirmiyordu. Ya da, her haber herkesi fevkalade ilgilendiriyordu.
Hani bendeki durum çok da farklı değildi. Umurumda değildi hiçbir şey. Salaşlıkla boş vermişlik arasında bir yerlerde oyalanıp duruyordum. Fakat, birkaç gün önceki telaşlı sabahların birinde, yine aynı arsız güneş, hiç batmamış hep aynı asılı yerde sarkıyor gibi ışıldarken ve de koltuk altımdaki ter boğumlarımı tetiklerken, o sabah mutfaktan bir çay almış, çayımı tatlandıracak akrep zehri ararken, neredeyse paçalarıma değin ayağıma dolanan gazeteyle durdum. Yıldan yıla yerçekimine dayanamayıp çeneme değin sarkan yüz kaslarımı ütülemezden evvel, buruş buruş bir suratla, dikenli bir tel gibi paçama dolanan gazeteyi elimle ayırdım, sakinleştirip yere serdim. Tekrar doğrulacaktım ki iri puntlarla yazılı başlığı gördüm. ”Sahnenin Dışında Huzursuz Bir Yazar… Ahmet Hamdi Tanpınar…” yazısı ilgimi çekti. Olduğum yerde durakladım. Biraz daha eğilince “Huzursuz Yazar” alt başlığını gördüm. Daha fazlasını okuyabilmem için daha fazla eğilmem gerekiyordu. Arkama baktım, yolunu engellediğim biri var mı diye. Çömeldim ve yazının geri kalanını okumaya başladım. Adını pek çok defa duyduğum, hatta bir keresinde Kenan Işık’ın sunduğu yarışma programında da soru öznesi olarak karşıma çıkan bu yazarı iyiden iyiye merak etmiştim. O esnada bacak bacak üzerine atmış fotoğrafından bana gülümsediğini fark ettim. Gülümsemesinin bana olduğu konusunda yemin etmeye hazırdım. Sonra fark ettim ki, onu gülümseten şey, yere eğilmişliğimde boynumdan sarkan kravatın ucunun onun çene altından değmesiydi. Saygısızlık ettiğim düşüncesiyle kravatımı elimle toplayıp onu gıdıklayan bu eyleme son verdim.
Ona olan merakım ne kadar anlık gibi görünse de merakımın önceden beri bir tortu gibi diplerde durduğunu söyleyebilirim. Hele ki şu son zamanlarda artan merakım, işyerinde iş dışı dünyayla iletişi engellenen, işyerinin taş duvarlarında açılmış bir gedikten nefes alabileceğim oksijeni bol, çevresi alabildiğine ağaçlıklı su havzasına mıydı, orasını bilemiyorum. Kimsenin kimseyi anlamadığı, duymadığı, alınan-satılan meta kadar değeri olan, ancak işe olan yararlılığı üzerinden primlendirilen ilişkiler yumağında böylesi bir yaşam pınarına rastlamam, yıllar yılı taşıdığım huzursuzluğumu benden önce onun taşıması, hatta bununla yetinmeyip yazınsal metinlere dökmesi heyecanlandırmıştı beni. Peşine düşeni ötelere taşıyacak ayak izlerinin esrarının kırıntılarını toplamaktı tüm yaptığım. Bunun farkına varsalar gazetenin yere serilmesine, hatta işyerine sokulmasına karşı çıkarlar mıydı? Bunu yapan temizlik görevlisinin işine son verirler miydi?
Gazete derken kastettiğim şey; belli bir camiaya hitap eden, finansını malum kaynakların karşıladığı, bir zamanlar mevcut hükümetin bayraktarlığını yaparken, bu aralar alabildiğine hükümete veryansın eden, benim ise sadece sıkıntıdan, biraz da meraktan ve de başka bir seçenek olmadığından sadece ana sayfasını ve spor sayfasını şöyle bir göz ucuyla taradığım bir gazeteden bahsediyorum… Buna rağmen bazen de bu ilgisiz taramalarım sonucu daha önce gözden kaçırdığım ilgimi çeken yazıların, gazetenin orta sayfalarında ya da sanat ekiyle bulvar yosması gibi paspas niyetine arzularınızın altına yatmak için yerlere kadar açılıp saçılması esnasında kayıtsız kalamama hali…
Sizi ve kendimi politikanın bozbulanık sularında bırakacak değilim. Sözünü ettiğim şey, dimağı bir porçöz gibi darmaduman eden, dupduru bir su gibi her an akar bir hale getiren şeylere duyulan özlem. Günlük yaşamı pespaye dilin esaretinden kurtarıp iki kelam daha fazla edebilmek. Bu özleminizi diri tutacak her şeyi toprağınızın gübresi bellemek.
Etraftakilerin yaptığım şeye anlam verememesinden kaynaklı, çomakla dürtercesine şaka yollu laf vurmalarına daha fazla dayanamadım, defalarca çiğnenmişlikle toza çamura bulanan gazeteyi, kafası üç numara traşlı, çilli yanakları güneş yanığıyla bozlaşmış, zeki mi zeki bir oğlan çocuğunun kulağını çeker gibi tutup odama götürdüm. Çalışma masamın yanına yere doğru serdim. Aynı odayı paylaştığım mesai arkadaşımın şaşkın bakışlarına aldırmayıp bir çırpıda okudum yazılanları. Sayfayı hazırlayanlar, başka yazarların Tanpınar hakkında fikirlerine de yer vermişler. Hatta onu okumak için kendi çaplarında Tanpınar’ı okuma teknikleri, takip edilmesi gereken okuma sıralaması adı altında düşünce istiflerine yer vermişler. Listenin başına Abdullah Efendinin Rüyaları kitabını koymuşlar. Sıralama çok da önemli değil kanımca. Birikiminizin çapı sizi, yazarın okumak istediğiniz herhangi bir kitabından başlamaya yönlendirecektir. Yazının altlarında bir yerlerde ne diyordu yazar :
“Anlatacağım bu şaşılası hikâyeye inanacağınız sanmıyor, sizi de inanmaya zorlamıyorum. Benim, kendimin inanmadığım bir şeye sizleri inandırmaya çalışmak delilik olur. Buna karşın deli değilim ve düş de görmedim. Ama yarın öleceğim için bugün içimi dökmek istiyorum …
Çünkü hep ile hiç in arasındaki mesafe sanıldığından daha uzundur…”
Elli iki yıl önce ölen, geride bıraktığı mirasçılarına sadece parasız geçirdiği günleri ve de bitmek bilmeyen kalp ağrısı ile huzursuzluğunu reva gören yazarın aksine, ‘Hep’i yakasından tuttuğu gibi hiçliğin kör kuyusunda boğan ben için ikisi de birbirine denkti.
Skalanın ibresi, kaza yapan aracın çarpışmadan hemen önceki, bizatihi çarpışmanın kendisine de sebep olan hız ölçeğinde, en yükseğinde çakılı kalmıştı.
Gazeteyi alıp dışarı çıktım. Dışarıda hafif rüzgâr vardı. Bir süre havaya kaldırıp elimde tuttum sayfayı. Güçlü bir rüzgâr bekliyordum, üzerindeki tozları savurup atacak. O esnada beyaz bir BMW işyerinin önünde durdu. Araçtan inen okuma yazma bilmediğinden verdiği çeklere bırakın ismini yazmayı imza atmasını bile beceremeyen Basur İnşaatın sahibi Süleyman Akçe’ydi. Süleyman Akçe fırsat bulduğunda sürekli amelelik yaptığı geçmişiyle övünür, bulunduğu yere yıllarca el arabasıyla kum taşıyarak geldiğini, zamanında çok açlık çektiğini söylerdi. BMW’nin arkasına dolandı, bagaj kapağını açtı. İçinden taşıyabileceği büyüklükte bir klozet çıkardı. Bulunduğum yere kadar taşıdı. Yardımcı olmadan öylece orda duruyor olmam, ne idüğü belirsiz bir kâğıdı elimde boş boş tutmam gücendirmişti onu. Klozeti yanı başıma koydu. Yorulmuştu, boş klozetin üzerine oturdu soluklandı biraz. Geçen hafta örnek dairelerden biri için aldığını ve malzemelerinin eksik çıktığını söyledi. Değiştirmek istediğinden bahsetti. Ben bir şey diyemeden, elimdeki gazete sayfası ani çıkan rüzgârla uçuştu ve fırladı elimden. Gitti Süleyman Akçe’nin yüzüne kapandı. Birden gözlerinin önünün kapanmasından mı, yoksa nefessiz kalacağı endişesinden mi bilinmez Süleyman Akçe hırıltılı soluyarak yüzünü gözünü tırmıklarcasına çekip aldı gazeteyi yüzünden ve caddeye doğru savurdu. Gazete gelip geçen araçların rüzgârıyla kâh o arabanın tekerine, kâh bu arabanın tekerine sırnaştı durdu. Kovuldu her yapıştığından. Olmadı caddenin ortasında rüzgâra uydu, birkaç defa döndü kendi etrafında. Bir an döne döne havalanacak oldu. Birden oradan geçen kum kamyonun lastiklerinin arasına daldı. Kalın lastiklere dolandı ve lime lime uzaklaştı oradan…
Tanpınar gerçekten “huzursuz” muydu? Tüm romanlarını, öykülerini satır aralarında ona dair bir şeyler bulabilmek adına yeniden, yeniden okudum… Yine de bunun yanıtını bulamadım. Sanırım iyi bir okuyucu değilim. Öykü güzeldi. Teşekkürler.
Varoluş sıkıntısının snapsları gibi iplikcik şeklindeki uzantılardır huzursuzluğun yekpare hali. Aidiyetsizlik, çekilen varoluş sancısının, fazlasının zehirlenmeye yol açtığı doğal toksini. Aklın, ucu yazmaya duyulan ihtiyaca açılan filtresiz bacası…
Teşekkür ederim ilginize