KÜÇÜK AYAKLAR
Sabaha daha var. Tek göz odalarda bir mum cılızlığı yansımalar belli belirsiz göz kırpıyor. Kasabada saatlerdir elektrik kesik. Saçaklarından iri damlaların düştüğü kulübenin önünde birkaç koyunun başını bekleyen çiroz oğlanın gözleri ne zamandır yolda. Her gün aynı saatlerde beklediği, büyükbabası. Yağmur birden bastırınca demek tren istasyonunun yakınında işlettiği kır kahvesinden çıkamamıştı.
Tam o esnada Pervin’in gittikçe şiddetlenen yağmurda koşar adım avluya girdiğini görüyorum. Hırkasını başına gelişigüzel dolamış, açık pencerenin önünde dikildiğimi görünce el ediyor. Fırlayıp kapıya koşuyorum. Kasabada kötü haber, her yerden daha hızlı duyulur, herkes kıyın kıyın konuşur. Ama Pervin öyle değil tek cümleyle söze atıldı.
“Akşamüstü Sarıdağ yokuşundaki köprüde zincirleme kaza olmuş.”
Şimşekler çakmış, arkasından fırtına gök gürlemesiyle öyle kuvvetli yükselmiş ki hayvanlar huysuzlanmış, durdukları yerde duramamış. Ötelerde, dağın tepesinde kısa sürede öbek öbek bulutlar toplanmış. Öncesi toz toprak, rüzgârla yerden dolanıp göğe havalanmış.
Pervin kısacık soluklanıyor, gelen haberle yüreği kabarmış, gözünün feri kesilmiş belli. Kolundan tutup çekiştiriyorum, lastik çizmelerin battığı su birikintisinden atlayıp kapının önünde parmak uçlarında dikeliyor. Sırılsıklam hırkayı başından tutup çekiyorum.
“Hadi, içeri gir de kurulan, nasılsa konuşuruz.”
Duymuyor. Konuşurken öne arkaya sallanıyor, ona hediye ettiğim yeşil parlak taşlı küpeler de onunla birlikte. Başına dolanık örgülerden biri, firketelerden kurtulup omzuna düşüyor. Sol eli büyük bir yemine hazırlanır gibi göğsünün üstünde. Kısa, tombik, küt parmakları da öylece kıpırtısız duruyor.
İçli bir heyecanla kaldığı yerden devam ediyor.
“Elektrik gidince Gülten gaz yağı istemeye geldi.”
“Çoban Cevat’ın annesi Gülten mi?”
“Evet, Cevat’ın anası Gülten. Ama dedim ben, bir iş var bu Gülten’in gelişinde. Jandarma yolu kapamış. Yarası ağır olanları şehir hastanesine götürüyorlarmış. Ambulanslar köprüde sıralanmışlar. Cevat’ın hâli hâl değilmiş. Sürüyü bir araya getirip patikaya yürütmeye uğraşmış ama tepeliğin arkasına dönen yamaçta yıldırım toprağı delmiş geçmiş. Sürü hepten dağılmış. Cevat’ı kimsecikler sakinleştirememiş. Toprağa kapanıp böğüre böğüre ağlamış.”
“Ah, nasıl korkmasın zavallı Cevat. Sarıdağ böyle fırtına mı görmüş?”
“O gördüyse de biz görmedik hanımcığım, demem o doktor bey eve ne zaman döner Allah bilir. Şehmus yanlarındaymış.”
Yanlarındadır tabii. Pervin şimdi nasıl benim yanımdaysa. Kasabaya geldiğimiz ilk günden beri hep öyle değil mi?
Şehmus’la Pervin iki âşık, iki sevdalı. Sevdalarının büyüklüğü, sevi denen şeyin dışa vurumu, iki kaçak âşık olmalarından değil. Gözlerini kaçırmadan bakarlarken birbirlerine, gözleri güneşe serpilmiş su gibidir. Zavallı yalnızlığımızı gördükçe bir Şehmus’a, bir Pervin’e sarılıp durduk Nihat’la, tam beş yıl sarıldık durduk. Pervin’in narin yüzü her güldüğünde içim ısındı, her şey gözümde normalleşti, güzelleşti. Şehmus’u, Pervin seviyor sırf o çok seviyor diye bir filmin içinden tutup çıkarttım, hikâye başladı. Her şey kendiliğinden oldu. Hikâye kim bilir hangimizindi? Ama aslına, rotasına, iklimine uygundu. Ben, fakülte kantininde elinde çayla oturacak masa bulamayan o genç, o kuru adamı, o tahta sandalye tepesinde yeni baştan izledim. Nihat’ı. Sonra kendimi. Ne o boş duran sandalyeyi görüp geldi yanıma ne de ben kalkıp onun yanına gittim. Bugün de durum çok farklı değil.
Kasabaya geldiğimizde sağlık ocağının lojmanı oturulacak durumda değildi. Günler sonra Nihat’ın babası İstanbul’dan gelip kasabanın biraz dışında büyük avlusu olan iki katlı taş binayı buldu. Evin inşaat işlerinde çalışmak üzere gelen işçilerden biri de Şehmus’tu. Pervin’le yaşça bizden küçük olmalarına rağmen, yabancısı olduğumuz dünyada bizi çekip çevirip sahiplenecek kadar büyüktüler.
Neden sonra yaklaşmakta olan arabanın sesiyle tül perdeyi aralayıp bakıyorum. Gelen Nihat. İçime bir parça ferahlasa da tuhaf bir şekilde hissettiğim duygu mutsuzluk. Arabada bir süre kalıyorlar. Önce Şehmus iniyor, iner inmez de şemsiyeyi açıyor, hızlı adımlarla Nihat’ın olduğu kapıya koşturuyor. Nihat’ın arabadan inmesi zaman alıyor. Dikkatle bakınca kucağında küçük bir çocuk olduğunu fark ediyorum. Şehmus şemsiyeyi, sundurmaya gelene değin tutuyor. İki adam, küçük bir çocuk. Oysa Nihat’ın duvara yansıyan gölgesi öyle büyük ki. Işık ve gölge habersizce belleğimize ne çok resim bırakıyor. Hepsi siyah beyaz, sil silebilirsen Ferhunde.
Zil sesine Pervin birden ayaklanıyor.
“Geldiler, geldiler!”
Kapı koluna yapışan parmaklarım, gizleyemediğim merakım, gök gürültüsü adeta büyük bir kavgaya tutuşuyor. Kucakta sımsıkı sarılı battaniyeden, iki yana sarkan küçük çıplak ayaklar. Nihat’ın üzerinden dökülen yağmur damlaları, etrafa ufak izler bırakıyor. Nihat’ı odaya değin takip ediyorum. O, ufaklığı karyolaya bırakırken kırlentleri kaldırıp yer açıyorum. Dört yaşlarında bir kız çocuğu. Sarıya çalan bakımsız kirli saçları, gözyaşlarının yanaklarında bıraktığı izlere karışmış. Uykuda. Farkında olmadan dokunuyorum, buz kesen küçük ayaklara.
Pervin büyük salonda saatlerdir nasıl merakta kaldığımızı anlatıyor Şehmus’a. Onlar nasıl dertlenip konuşuyor arada bir gülüşüp sesleri evin içinde yankılanıp büyüyorsa, biz bir odada o kadar susuyor, o kadar ufalıyoruz. Nihat’ın ela gözlerine yansıyan mahcup ifadeyi tanıyorum. Çok eskiden. İlk atama kurasından bir gün önce kampüste karşılaşmıştık. Ben Nilcan’la buluşacaktım. Nilcan, Nihat’ın sınıf, benim ev arkadaşımdı. Laflayarak kantine gittik, boş masalardan birine oturduk. Endişesi yüzünden okunuyordu, tek başına uzağa tayin olmaktan duyduğu tedirginliği, bir arayış içinde olduğunu anlattı durdu.
Onu dinlerken ellerimin terlediğini fark ettim, derin bir nefes alıp sandalyeye dayadım sırtımı. Sustuğunda gözleri uzaklara dalıp dalıp gitti. Yakmadığı sigarası da parmaklarının arasında kısılı kaldı. Yüzüne şöyle bir bakmamla kelimeler ağzımdan ok gibi fırladı.
“Nihat, eğer istersen uzak da olsa ben seninle gelirim.”
Söylediklerimi önce anlamadı. Alnı kırıştı, kaşları kalktı, soğuk soğuk baktı yüzüme. Tekrar ettim.
“Öyle bakma. Nereye atanırsan atan ben seninle gelirim.”
Sonra yüzünde alaycı büyük bir gülümseme belirdi. Tuhafına gittiğinden mi, memnun kaldığından mı pek anlamadım. Büyük ihtimalle eğleniyorum sandı.
“Öyle bakma, ben ciddiyim.”
Küçük bir sessizlik sonrası sigarasını yaktı. “Bana da bir tane yaksana” dedim. Yaktığı sigarayı uzattı. Başını iki yana sallarken yüzünde aynı gülümseme daha da büyüdü.
“Sen ne kadar ciddi olabilirsin Ferhunde?”
“Sadece tıpçılar değil tiyatrocular da yeri gelince ciddi olmasını bilirler.”
Ne kadar ciddi olduğumu anladığında ikimizin de sol elinde parıldayan alyanslar vardı.
Nihat’ın tayini doğuda, adını sanını bilmediğimiz bir kasabaya çıktı. Şehmus’la Pervin gibi âşık değildik birbirimize. Ama bir şekilde biz de kaçmıştık, korktuğumuz her ne idiyse.
Yatağın başında ikimiz de gözlerimizi ayırmadan küçüğe baktık durduk. O esnada Nihat ben sormadan bir şeyler söylesin istedim, Kaza, gece ve küçük ayaklarla ilgili bir şeyler. Söylemedi. İnsan kendine yaptığını yine en iyi kendi biliyor. Siz bu kasabada n’apıyorsunuz, diye bir soran olsa, biz Nihat’la birbirimizi kaybetmemeye çalışıyoruz, diyebilir miyim? Başım fena halde ağrıyor. Aklımdan geçenler beklemeyi bilmiyor. Daha fazla bekleyemiyor, soruyorum:
“Benzerlerini yaşadığımız pek çok mesele geliyor aklıma ama kucağında küçük bir çocukla eve geldiğini daha önce hiç…”
Devamını getiremiyorum. Bir an aklı karışmış gibi yüzü buruşuyor. Aslında anlıyor ve benim tamamlayamadığım cümleyi akıllıca tespitlerle somutlaştırıyor.
“Yaralı sayısı fazla. İçlerinde birinin durumu ağır, çocuğa da tuttum getirdim, boşta bulundum haklısın. Sıkma artık canını, her şey yoluna girecek. Şimdi çıkıyorum.”
“İyi madem” diye geveliyor, battaniyeye yumulmuş çocuğa çeviriyorum bakışlarımı.
Nihat’ın, Şehmus’la konuşurken fark ettiğim tedirginliği, yüzünde hâlâ perçem perçem duruyor.
“Ferhunde, çocukla Pervin ilgilenecek, sen dinlen.”
Yaşam eskisi kadar havalı cümleler kurdurmadığından “Düşünme bu kadar” diyorum. Olmadık zamanda, olmadık bir mekânda bulunma arzusuyla doluyor içim. Kalabalık bir caddede yürüyorum. Aslında İstanbul’u özlüyorum. Beyaz örtülü masaları olan bir meyhanedeyim. Boş rakı bardakları ters çevrilmiş, servis tabakları da hemen yanında aynı düzende yerini almış. Kendimi krallara layık bir sofrada ağırlıyorum. Daha ne olsun.
“Ağla ağla da ferahlasın için Ferhunde.”
İki kişiden biri yalana meylettiyse, geriye ne kalır? Ne kalacak, melotonin salgılayan uyku hapları. İçtikten sonra esnemeye başlamak için beklersin önce. Çünkü yatağa yalnız yürüyeceksin Ferhunde. İyi madem. Git uyu işte.
Pervin geceyi ufaklığın yanında geçiriyor. Nihat’ın beni içine çektiği şüpheden bir an önce uzaklaşmaya karar veriyorum. Hem yağmur yerini güneşli bir sabaha bırakmış. Pervin’in sesi sarmalıyor küçük ayakları, sabahı. Bildiğin anne şefkati. Tatlı tatlı konuşuyor. O, yaygarayı koparmış ağlıyor yine. Odanın içinde oyalanıyorum. Pencereden yağmurun ıslattığı son yaprakların, toprağı nasıl örttüğünü seyrediyor, bir taraftan da Nihat’ı düşünüyorum. Üzgün hali, üstünü bile değiştirmeden apar topar gidişi, kafa karışıklığı.
Pervin’e bir şeyler yapmamız gerektiğini ama önce çocuğun ailesini tanıyıp tanımadığını soruyorum. En azından, çocuğun emin ellerde olduğunu bir yakınına haber verirsek, merak etmezler.
Pervin çocuğun komşu köyden olduğunu söylüyor. Sesimdeki ısrarı fark ettiğinde, nihayet konuşmaya başlıyor.
“Yeşildere’nin öğretmeni küçüğün annesi. Boşanmış kocasından. Adapazarı’ndan gelmiş. Geçen yıl bizim çocuklar okula Yeşildere’ye gidip geldilerdi. Hatta ilk kar düştüğünde çocukları sen getirip götürmüştün. Bildin mi?
“Bildim Pervin. Zavallı kadının kimsesi yok demek.”
“Nerden olsun. Şehmus ben bakacağım bir çaresine dedi ya.”
“İyi öylese.”
Daha fazla oyalanmadan harekete geçip ufaklık için neler yapabileceğimi düşünüp aklıma gelenleri not alıyorum. Pervin’le küçüğün gönlünü yapmaya, yedirip içirmeye çalışıyoruz. Ne yapsak boş. Ağlamaktan yorgun düştüğünde içini çeke çeke uykuya dalıyor. Uyumadığında da ağlıyor. Otuzların ortasında hâlâ anne olamamış ben, böyle bir durumda ne yapılır bilmiyorum. Adını dahi bilmediğimiz dört yaşında bir kız çocuğu için ne yapılır Ferhunde?
Küçük bir zorlanmanın ardından renkli kartonlar, küçük kumaş parçaları, düğmeler, keçeler… İki saate yakın bir zamanı geride bıraktıktan sonra ortaya çıkan parmak kuklalara ben bile bayılıyorum. Küçük Ayaklar’ın, sabah uyandığında artık ağlamayacağından eminim.
Saatler geçiyor. Nihat’ın hasta nakli için şehir hastanesine gittiği, dışında hâlâ bir haber yok.
Sabaha karşı uyandığımda, Nihat’ı ufaklığın yanında uzanmış buluyorum. Yeni gelmiş olmalı. Seviniyorum onu görünce. Kahvaltıda, Nihat’tan, nakil olan hastanın bizim ufaklığın annesi olduğunu öğreniyoruz. Durumunun ağır olduğunu söylüyor. Bu bilgi bile öyle zor çıkıyor ki ağzından. Daha fazla üstelemiyorum. Nihat’a kasabaya inip çocuk için alışveriş yapmak istediğimi söylediğim sırada, içerden gelen ağlama sesiyle, Pervin yerinden fırlıyor.
“Bizim ufaklık uyandı nihayet.”
Ağlama sesi gittikçe yakınlaşıyor. Yanımıza geldiklerinde Küçük Ayaklar’ın Nihat’ı görmesiyle ağlamaktan vazgeçişi Pervin’le bakışlarımızı birleştiriyor. Hatta ufaklığın yüz ifadesi değişiyor. Neredeyse mutlu, ona bakmaktan gözlerimi alamıyorum. Pervin’in elini bir çırpıda bırakıp zıplayarak Nihat’a doğru koşmaya başlıyor. Küçücük gövdesiyle kollarını iki yana kocaman açarak Nihat’ın bacaklarına sımsıkı sarılıyor.
“Nihat anneme, götüy beni.”
İlk kez sesini duyduğum Küçük Ayaklar’ın kurduğu cümle karşısında donup kalıyorum.
Nihat’ı tanıyor, Nihat da onu.
Dışarıda yağmur yeniden başlıyor.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.