Arzu Şentürk

KAR

Şehrin bıkkın ve yılgın bir akşamüstü, güneş yorgun ezan sesleriyle birlikte sokakları son kez aydınlattı. Yüzyıllık binaların kurşuni çatılarını pembeye boyayarak uzun sürecek uykusuna yattı. Ardından, günlerce süreceğini kimsenin tahmin etmediği kar, yavaşça sokak lambalarını üstüne sanki ince bir tül asılmış gibi soluk turuncuya büründürerek usul usul yağmaya başladı. 

Kaloriferleri iyice körüklenen evlerin pencerelerinden bakanlar, yıllardır yağmayan karı ilk kez görüyormuş gibi hayretle karışık bir sevinçle izliyorlar şimdi. Fakir evlerde anne babalar ve okuldan dönen çocuklar çıtır çıtır yanan sobanın karşısındaki yerlerini aldılar bile. Sobanın üzerindeki bir demlik çay ‘kaynadım’ diye ıslıklar çalıyor. Uzun zamandır yağmayan kar, geçmiş güneşli kışlara inat savrula savrula, afan tufan yağıyor artık. Bir anda boşalan sokaklarda, başını sokacak evi olmayan unutulmuş yalnızların kâh omuzlarına konarak, kâh alınlarındaki derin yarıklara, burunlarına ve dudaklarına hızla çarpıp eriyerek, yılların yüzlerinde açtığı oluklardan aşağıya yavaşça süzülerek iniyor. Onca kargaşa ve koşturmacadan, kim bilir hangi üçüncü beşinci elden satın alınmış gereksiz hırslardan geriye sadece fısır fısır yağan karın sesi kalıyor.
Böyle hiç durmadan yağarsa, bu unutulmuş yaşlı şehrin bütün kırışıklıklarını, solmuş binalarının üstüne yapışmış kat kat kirleri, egzoz, yağ ve isten kararmış sokaklarını, işten çıkan yorgun argınların eskimiş paltolarını, yılın dört mevsimini sokaklarda geçirmek zorunda olan simitçi, kâğıt toplayıcısı ve işportacıların ekmek teknelerini katıksız bir beyaza boyayacak. Şehirde yok yere ölmüş çocukların yaslarının sürdüğü ışığı sönmüş evleri ve yine zamansız ölen ve hala hayatta olmak isteyen huzursuz ölülerle dolu şehir mezarlığının üstünü, kabarık bir yorgan gibi kaplayıp kederleri dinmeyen gözleri üç beş gün için bile olsa beyaz bir huzura karacak.
Şehir, sonsuz bir girdap gibi bir yere varmayan çekişmeler, her gün biraz daha artan siyasi ve psikolojik gerilim, parasızlık, sevgisizlik ve en kötüsü de acımasızlıkla, olmaz dediğimiz ne kadar şey varsa olarak insanları dipsiz bir karanlığa çekiyordu uzun süredir. Ne ağaçlara, ne hayvanlara, ne de masumlara aman veren derin bir umutsuzluk.
Her gün ayrı bir eve ateş düşerken üzülerek, en çok da sıranın kendisine gelmesinden korkarak bekleyen umutsuzlardan oluşan dev bir şehir. Çocukluğumuzda bir tanesi bile yaşansa yıllarca akıllardan çıkmayacak ama ertesi gün daha da kötüsünün yaşanmasıyla bir günde tarih olacak trajediler. Korku, anlayışsızlık ve vicdansızlık katmanlarına her gün yenisini ekleyen, kalplerimizle eritemediğimiz kocaman, soğuk bir buzdağı.
Bir de yetmiyormuş gibi vicdani ahlakı olmayan yeni bir nesil türemiş, kime göre neye göre söylemini dillerine dolayarak kendine yersiz yönsüz bir pusula icat etmiş. Sözde ‘anı yaşa’ kafasından oluşan ama kafaları hiçbir zaman anda olmayan, gözleri görmeyen, kulakları duymayan, içi boş, kalabalık ve çaresiz bir yalnızlık. Sözlerimiz her defasında bir betona çarpıp çarpıp geri dönüyormuş gibi karşılıksız. Birlikteyken kalabalık ama o kadar da anlamsızdık. En sonunda anlaşılmamaktan yorulduk beraber nefes almaktan vazgeçtik.
Çocuklukta her şey güzeldir, bizim çocukluğumuzda daha da güzeldi. Varlıklı değildik ama ana babamızın sevgisinin gölgesinin altında mutluyduk. Kışın yağan kara sevinir, baharda küme küme açan erik ve akasya ağaçlarıyla çiçeklenirdik. Komşu evlerin amcaları, teyzeleri ana baba yarısı, çocukları kardeşti. Bir günümüz ayrı geçmez, sokaklarda saatlerce oynanan oyunlardan sonra üstüne salça sürülmüş bir dilim ekmeği dünyanın en güzel yemeği gibi iştahla yerdik. Bir evin acısı ya da sevinci bütün mahalleyi kaplardı. Şimdi her ev biraz gizemli ve mesafeli, her gün biraz daha karanlık ve günahkâr.
Kar her dakika taneleri irileşerek, kimi zaman havada asılıymış gibi bir an durup, ardından tekrar uçuşup dağılarak masal gibi yağıyor. Göz gözü görmüyor. İyice harlanan sobaların bacalarından çıkan dumanların kömür kokusu yoksul mahalleleri sardı. Pencerelerde buzdan vitraylar. Damlardaki kiremitler çoktan beyazla kaplandı. Buz tutmuş antenlere tutunabilmiş birkaç serçe dinleniyor çatılarda. Doğanın unuttuğumuz renkleri ve burnumu sızlatan kar kokusu, bu parlayan mavimsi beyazlık, çamların iğnelerinden sarkan kristaller, bu saf temizlik duygusu bana Allah’ı ve onun tarafından tamamen terkedilmemiş olduğumuzu hatırlatıyor.
Karlara kendimi atıp soğuktan donana kadar oynayarak özlediğim doğaya karışıyorum yeniden, soğuğu içime çeke çeke tenha bir köşede kahve içiyorum. Köşedeki yoğurtçunun yetmiş yaşındaki emektarı bile yarıya kadar sıvalı paçalarından gözüken soğuktan morarmış bacaklarına aldırış etmeden merdivenlerde oturmuş, lapa lapa yağan karı seyrediyor. Kar başlıyor tüm karmaşa bitiyor, şehir bir süreliğine zorunlu ama huzurlu bir esarete giriyor.
Evin iki çocuğu, balkonda soğuktan kaskatı olmuş kazakları ve pantolonları üzerlerine tutup birbirlerine göstererek kahkahalar atıyor. Yakacak odunu, kömürü, kaynatacak aşı olanları yağan karın neşesi sarıyor birden. Küçücük şeylere sevinmeyi unutanlar o eski günlerde olduğu gibi öbek öbek yağan karı görünce çocuklar gibi seviniyor tekrar. Henüz iyileşmez yaralar görmemiş çocuklar, yapacakları kardan adamların hayalini kurarak sıcak evlerinde huzurlu rüyalara dalıyor.
Ertesi sabah ayak basılmamış sokaklarda, dizlerime kadar gelen karın içinde bata çıka yürüyorum. Saçaklardan irili ufaklı kılıçlara benzeyen buzlar sarkıyor yine. Bütün evler beyaz, ağaçlar beyaz, şehir yıllar öncesinin saflığına tekrar kavuşmuş gibi bembeyaz. Sonra iki çocuk, bir baba, anneler, yaşlı bir amca ve başka çocuklar karışıyor yollara. Kollarımızı yanlara açıp karın içine bırakıyoruz kendimizi hep beraber. Yüzümüze parça parça, pamuk gibi yağıyor. Yıllardır keyfimizi kaçıran, moralimizi bozan, bizi biz olmaktan çıkaran her şey sihirli bir şekilde temize çekiliyor sanki. Üstümüzdeki yılların kiri pası sökülüp alınıyor. Neşesi huzuru kaçmış gri yüzlerimiz, yerini soğuktan kıpkırmızı olmuş temiz, gülen yüzlere bırakıyor.
Birbirini tanımayan insanlar kartopu oynuyor, naylon poşetlerin üstünde kahkahalarla yokuşlardan aşağı bırakıyorlar kendilerini. Doğanın eli, bizim yıllardır yapamadığımızı yapıyor, küçük bir dokunuşuyla beraberken mutlu olduğumuzu, neşelendiğimizi, bir olmayı hatırlatıyor herkese. Umutsuzluk ve kasvet bir anda dağılıyor.
Kim bilir, yaşanan kokuşmuş, kirlenmiş her şeyi paçavra gibi yırtıp bir kenara atıp yaralarımızı onarabilir miyiz tekrar? Küsler barışır, komşular selamlaşır, her gün ağır bir silindir gibi hayatın üzerlerinden geçtiği, ekmek parası peşinde koşan ana babalar, sudan bir sebeple işten atılma korkusu olmadan huzurla işlerine gider, kadınlar ve çocuklar korkmadan yürür mü tekrar bu sokaklarda? Bu defa gözleri sürmeli çocukların mutlu ve güvende olduğu, suçluların sonuna kadar cezasını çekeceğini bildiğimiz adil bir dünya yaratırız mıyız hep beraber?
Çocukluk günlerimdeki gibi kardeşimi de yanıma alıp en yakın arkadaşımın kapısını çalıyorum bir koşu. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum; Feryallll! Hadi çık dışarı, dışarı çık hadi. Bak kar yağdı yine, eski günlerdeki gibi tepeye kar topu oynamaya gidelim mi? İçimde bir umut var, sanki artık her şey başka bambaşka olacak gibi geliyor bana.
Umut gerçeğin yarısı ne de olsa.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir