“HUZUR” ARAYAN KADIN: NURAN/ MELEK KOÇ

Aragon, Aytmatov’un Cemile’si için “Dünyanın en güzel aşk romanı” demiş. Acaba, Tanpınar’ın Huzur’unu okusaydı, ne derdi diye düşünürüm… Zira Huzur, bir değil, birkaç aşkın anlatıldığı, her biri diğeriyle bütünleşmiş aşkların romanıdır aslında.
Mümtaz’la Nuran’ın aşkı yanında muhteşem bir İstanbul, derin bir musiki, ince bir sanat aşkı iç içedir. Tanpınar’ın şiirsel bir estetikle ifade ettiği bu üç unsur, Nuran karakteriyle bütünüyle örtüşür. Zira Tanpınar önce şair, sonra yazardır. Estetik dilini tüm romanlarında olduğu gibi öykü ve diğer düz yazılarında da görürüz. Ama Huzur’da daha fazlası vardır.
Öyle ki Nuran, İstanbul’dur.
Nuran, musikidir.
Nuran, sanatın tüm inceliğidir.
Hatta bir sanat tarihidir.  Bazen Renoir tablolarındaki kadını, bazen Girlandajio’nun “Mabede Takdim”indeki Floransalı kadındır. Onun vücudunda eski Venedik ressamlarının ten cümbüşü ile akrabalık da vardır.
Aslında Nuran, Tanpınar’ın âşık olduğu kadın tipinin –hayal kadının- romanda ete kemiğe bürünmüş halidir. Hatta biraz daha ileri giderek Mümtaz’da da Tanpınar’ın otobiyografik yansımalarını gördüğümüzü söyleyebiliriz.
Nuran, eşinden ayrılmış genç, güzel bir kadın olmakla beraber,  kız çocuğu olan bir annedir de. Romanda Nuran’ı Mümtaz’ın gözüyle tanırız. Bir ada vapurunda ortak tanıdıklarının yanında tanışırlar. O gün Mümtaz, Nuran’a hayran olur. Zira “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı: Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartının tıpkı tıpkısına Nuran’a benzemek, Türkçeyi onun gibi teganni edercesine konuşmak, karşısındakine onun gözlerinin ısrarıyla bakmak, kendisine hitap edildiği zaman kumral başını onun gibi sallayarak konuşana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak…”  *
Nuran sadece Boğaz’da büyümüş bir İstanbul aşığı olmaktan öte, iyi bir musıkişinastır.  Eski kültüre aşina köklü bir Osmanlı ailesinden gelir. Baba tarafından Mevlevi, anne tarafından Bektaşidir. Bütün çocukluğu ney sesleri içinde geçmiş, sesten ve musıkiden oluşmuş bir dünya içinde büyümüştür. Ferahfeza’yı, Acemaşiran’ı, Beyati’yi, Sultanıyegah’ı, Mahur’u seviyor, Hüseyni’yi Tab-i Mustafa Efendi’nin eserlerinde dinliyor, Dede ve Hafız Post’u kendi edasıyla söylüyordu. Nuran, ayrıca büyükannesinden duyduğu, öğrendiği nefesleri, halk türkülerini, Kadir’î naatlarını çok iyi biliyordu.
Her şey üzerine konuşan, her konu üzerinde fikir sahibi olan Nuran’ın sustuğu tek bir konu vardı: Aşk. “Onun için aşk, hislerin kelimelerle israfı değil, Mümtaz’ın ruhundaki fırtınaya olduğu gibi teslim olmaktı.”**  Ve oldu da. Ama Nuran, Mümtaz için tenselliğin ötesinde bir kadındı. Derviş geleneğinden gelen bu kadın, hiçbir günahın ve hazzın gideremediği bir ruh bekâretine sahipti.
Aslında Nuran’ın belki de kendinin de fark etmediği, dolayısıyla yüzleşemediği korkuları vardı aşka ve kadere dair. “Zira o sürekli olarak bir geçmişin içinde yaşıyordu. Geçmişte aile içinde yaşananları, kendisinin de yaşayacağını sanması, onu sebepsiz korkular içinde bırakıyordu. Zira anneannesinin kocasını terk edip yasak aşkına gitmesi, dedesinin bu yüzden yaşadığı mutsuzluk ve acıyı bir türlü unutamaz Nuran. İçinde hiç susmadan konuşan anneannesi ona “Ben “ der, “ çok sevildim, onun için böyle perişan oldum.  Sevdiğim ve sevildiğim için bana muhtaç olanlar bedbaht oldular. Kendi yakınında bu kadar canlı bir örnek varken,  nasıl cesaret edebiliyorsun.”***
Sadece anneannenin sesi değildir onu tedirgin eden.  Bu ses birden fazla sesin birleşip tek ses haline gelmesiyle oluşmuştu. Bu  damarlarında akan kanın sesiydi. Aşka tüm köprüleri yıkarak koşan Nurhayat hanımın kanıyla, dedesi Talat beyin mutsuz, kırgın dünyası, babasının bir türlü bulamadığı sevgi ve şefkatle, annesinin kendini aşan katılığı onun kanında bir araya gelmişti. Nuran bu kanı uğursuz bir miras gibi önceleri reddetmiş, inkâr etmiş ama sonunda kabullenmişti. Geçmiş, aileyi aşkla sınamıştı.
Belki de bu yüzdendi annesinin aşktan kaçmayı seçmesi. Ömründe bir kere bile içten gelerek gülmemiş, duygularına kendini bırakmamış, hatta çocuklarına bile sarılıp öpmemiştir. Oysa duygularını yaşamak isteyen babası, annesinin katı tutumu karşısında mutsuz olmuş; dayısının dengesizlikleri, oğlu Yaşar’ın marazi aşkı da bunlara eklenince, Nuran onca arkadaşı arasında hiç sevmediği Fahir’le evlenmişti.  Fahir’de Nuran’ın derinliğine inememiş, yüzeysel bir monotonlukla süren evlilikten sıkılmış ve yabancı bir hayat kadınının peşinden giderek Nuran’ı ve kızını terk etmişti. Boşanmaları babasına çok düşkün olan  kızları Fatma’yı çok etkilemiş, huysuz ve kıskanç bir çocuk olmuştu. Nuran,  büyüyünce Fatma’nın da mutsuz olacağını düşünüyordu. Çünkü ona göre tüm duygular gibi mutsuzluk da irsiydi…
Nedense aşk romanları çoğunlukla mutlu sonla bitmez…
Huzur da öyle bitmiyor…
Tam da mutlu sona bir adım kala hiç akla gelmeyecek bir olayla sarsılıyor Nuran.  Mutluluğunu bir ölünün gölgesi altında yaşayamayacak kadar yürekli davranıyor. Terk ediyor Mümtaz’ı. Bu biraz da aldığı terbiye ve kültürün, ruhuna hâkim olan kadere teslim olma duygusudur. Ve Nuran en başından beri korktuğu bu duyguya yeniliyor sonunda.

*Huzur / A.H.Tanpınar /Dergah Yay. say,55
** a.g.e. say. 128
***age.say.107

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir