HAYAL TAMİR ATÖLYESİ
Mahallenin girişine bir hayal tamir atölyesi açayım diyorum. Berber ile manifaturacının tam ortasında duran tahta mavi çerçeveli, penceresinin önünde kurumaya yüz tutmuş menekşesi olan o küçük dükkâna. Sabah istediğim saatte açar akşam istediğim saatte kapatırım ne karışanım olur ne görüşenim, keyfimin kâhyasının özgürlük alanını biraz daha genişletmiş olurum. İçerisi için öyle çok şeye de gerek yok, duvarda kitap rafı orta yerde bir masa yeter de artar bile. Sonra atarım sandalyeyi kapının tam önüne, fırından dumanı üzerinde iki simit kaptım mı değmeyin keyfime, bir avaz seslenirim bizim Ali ye, ‘’ufaklık, sıcak bir olsun!’’
Elinde şeref madalyası gibi taşıdığı tepsi, yüzünde kalıcı makyajla yapılmış gibi duran gülümsemesi, hızlı adımları ve mutlaka renkli olan giysileri ile milli bayramların tören alanı neşesini andıran Ali koşturarak getirir çayı. Ali, bizim çaycı Fikret’in çırağı. Sabah okula, okul sonrası çay ocağında mekik dokuyan. Annesi ve iki kardeşine bakmak zorunda olan, ateş parçası bir çocuk. Hayallerimizin kırık dökük mağrur işçisi. Kabul olmamış bir duanın yükünü omuzlarında taşıyor gibi hayatın orta yerine çivilenmiş bir hüzün cümlesi gibi her akşamüzeri karşımızda durur. Elinde tutuğu çeteleden günahlarımı söyler gibi kaç çay borcumuz olduğunu söylerdi. Git sen okulunu oku, biz yardım ederiz dedik. Dedik de dinletebilene aşk olsun. Fikret abi insaflı adam hem maaş veriyor hem de Ali’nin taşıdığı her çaydan Ali’ye komisyon. Bunu bilen mahalleli bir yerine birkaç istiyor çayı, günahı boynuna terzi kedileri çaya alıştırmış diyorlar, dükkânda iki müşteri varken dört istemesi bundan galiba.
Bu neşeli hayat dolu çocuğun neden hiç ama hiç siyah giymediğini mahallede birkaç kişi bilir, buna hürmeten daha bir sevilir. Ali’ye bir gün sormuştum, siyah kıyafetle derdin nedir, diye.
‘’Tarık abi siyah babamı hatırlatıyor, gün yüzü görmeden giden, kömür ocağından patlama sonrası çıkmayan babamı’’ demişti de yüreğimi bir yangın yerine çevirmişti. Ve o an gözümde kabuk tutukça içten kanayan bir yara ile yer değiştirmişti.
Ali çayı getirdikten simitle çayı gömdükten sonra müşterileri beklemeye koyulurdum.
Sabah ilk Neriman abla gelirdi. Hatta hiç kimse gelmese o gelirdi. Al bakalım birkaç hayal getirdim cilala da götüreyim diye dalga da geçerdi.
Onu ne zaman görsem ortaya sorulmuşta cevabını almamış bir soruya benzetirdim. Mahallenin güzeli Neriman abla, saçlarını boyama rengine göre güzelliğin timsali de değişirdi, sarı boyamışsa saçlarını Emel Sayın, siyahsa saçları Fatma Girik. Mahalle kadınlarının ortak bir fikirde buluşamamalarının nedeni Neriman ablanın alışıla gelmiş güzellerden olmamasıydı. Bir diğer özelliği Neriman abla bir yerden geçmişse bir dükkâna girmişse ya da birine misafirliğe gitmişse bunun biliniyor oluşuydu. Çünkü Neriman abla buram buram narçiçeği kokardı, kokusunu ardı sıra sürüklerdi. Ama bahtı yüzü kadar güzel değildi. Yatalak babası emekli Hâkim Kadir amcaya yıllarca bakmak zorunda kalan o terki diyar ettikten sonra da bir yuva kurmayı aklına getirmeyen önceleri abla şimdilerde teyzeye doğru evirilen adı ile hani yılın iyilik meleği ödülü verilse açık ara farkla alacak olan Neriman abla. Birinin kızı evlenecek, çeyiz alış verişi için koştur Neriman. Birileri hacdan mı gelecek evi düzenlemek için Neriman. Erişte için turşu için salça için Neriman da Neriman kimseye yok dediği mahalle tarihinde duyulmuş şey değildir.
Kuşlar, kediler, köpekler bile Neriman abla ile iyi geçinir. Her daim kapısının önünde hayvanlar için su ve ekmek pencere pervazında buğday bulunur, yoldan geçeni fakir fukarayı gizli gizli doyurur. Beli kırık bir virgül, kahramanı ölmüş bir hikâyeyi ne kadar uzatabilirse, günün saatleri Neriman ablanın mutluluğunu da gün içinde o kadar uzatabiliyordu. ‘’ateşte yemeğim var ben bir bakayım’’ diyerek evinin sessizliğine sığınmasından biliyordum ki Haluk abi köşeden görünmüştür. Mahallemizin camcısı Haluk abi. O da Neriman abla gibi bekar o da kendi yalnızlığının bekçisi. Anlamamak elde mi? Neriman ablanın yüreği Haluk abinin dükkânındaki camlar gibiydi çok önce kırılmış bir daha düzelmemişti.
Neriman abladan sonra gelen tabi ki Sefa olurdu candan ileri kardeşim, kapı komşum, salçalı ekmeğimin ortağı, erik aşırmalarımın gözcüsü, kavgalara girer gibi aşklara daldığım zamanlarda yanında ağlarken zere utanmadığım. Kitaplığından istediğim kitabını teklifsiz aldığım. Bizimkiler uzak bir yere gitmişse evlerini bile paylaştığım, kimsenin koparmaya kıyamadığı kiraz çiçeğinin dala tutunması gibi sözcüklere şiirlere tutunan, koyu mavi gözlerinin içinde okyanuslar barındıran Sefa. Konuşurken western filmlerdeki kovboyların silahını çekip ateş etmesi hızında bir sözü orta yere bırakmasını beklerdim hep. Biri onu üzmüşse; bir kelimeyi üç yerinden kırdılar az önce gözümün önünde ve yüzüme bakarak derdi mesela. Dünyaya küskünlüğünü anlatacak kimsesi olmayan bir çocuğun oyunbozan bir rüzgâr yüzünden elinden kaçan uçurtmasının tellere takılıp kalması gibi takılıp kaldığı sözleri vardı Sefa’nın. Ve Sefa açık bir yara gibi yaşardı aramızda. Her an kanamaya hazır ve her an kabuk tutacak gibi. Her yanını kaplayan fluluğunun içerisinde yanlış yere bırakılmış bir ünlem işareti benzerliğinde dururdu. Hangi korkuyu hangi heyecanı hangi seslenişi dillendireceğini bilemezdiniz. Onu anlatırken bu sözü kullanırsam sanırım tam ifade etmiş olurum. ‘’Yolcusunu kaybetmiş bir yolun nereye gittiğini kim bilebilirdi.’’
Sefa her şeyi güzel anlatırdı da aşkı bir başka güzel anlatırdı. İman etmiş derviş edasıyla sözcükleri teşbih tanesi gibi sıralardı ve o anlattıkça dünyaya inancınız artardı. Çivi batmış bir teker gibi yalpalayarak geldiği o gün zihnimin derinlerine teneke parçası ile kazınmış gibi. İçimde büyütüp durduğum yalnızlık tohumlarını onun saksısında yeşertmek istiyorum diye başladı söze. Abi ben daha önceki yaşantımda sadece iki yerde bu kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. Birincisi sekiz ya da dokuz yaşındayım. Bayram sabahı, erkenden kalkmış bayramlıklarımı giymişim dedemle geceden sözleşmişiz bayram namazına götürecek beni. Annem sahranın ortasında dupduru bir vaha gibi gülümseyerek kıyafetlerimi düzeltiyor. Dedemle camii yolunu nasıl geçtik içeri hangi ara girip ikinci safta yer bulduk hatırlamıyorum. Hatırladığım, imam tam namaza duracakken, ’’İstevû ve egîmû sufufeküm ve’tedilû rahimekumullah / Safları sık ve düzgün tutunuz, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.’’ Dedikten sonra gözünün bana ilişip bu bayram şekerini ön safa alın demesiydi.
Diğeri ise İnönü Stadında, seyirci delirmiş gibi desibel rekorları kırılıyor. Beşiktaş-Fenerbahçe maçı, skor; iki iki. Düdüğü geç çalsın diye hakeme gözlerimizle yalvarıyoruz. Yüklendikçe yükleniyor kara kartal. Oktay’ın topları Fatih’in İstanbul’un surlarını dövmesi gibi direkleri dövüyor. Dakika 89 olmuş, maçın bitmesine bir dakika varken Ertuğrul topu ceza sahasına doğru kaldırdı Şifo Mehmet kafası ile bir dokundu… Sonrası yok bende. O kadar düşündüm yine yok. Gooool! diye bağırdığımı hatırlıyorum bir tek bir de günlerce ses tellerim yüzünden konuşamadığımı. Sonra bu işte, bir baktım önümde bir akarsu, su gürül gürül akıyor, elimi uzatsam beni de sürükleyecek. O nasıl gözler at mı nallıyorsun mübarek. Baktığı yerleri İbrahim peygamberin atılacağı ateş gibi harladıkça harlıyor. Sanırsın savaş meydanında eli kanlı bir cengâver önüne geleni ikiye bölüyor… Sefa böyle heyecanlı heyecanlı anlatınca, çölü yeşertmek için yükünden kurtulması gereken bir buluta ne çok benzerdi.
Sefa da gelirdi, mutlak gelirdi. O acı fren sesi ömrümüzün ortasına bir çığlık gibi düşmeseydi eğer, o kelimeyi neresinden tutayım da incinmesin diye hesaplar yapmasaydım eğer, yaşamak sinsi bir acı gibi gelip beynime kurulmasaydı eğer, dipsiz kuyulara attığım uykularım olmasaydı eğer.
Sefa ölmeseydi eğer o da gelirdi.
Şimdi diyeceksiniz neyin nesi bu hayal tamir atölyesi. Babam için tabi ki en çok. Hatta bir tek. Lakin, fakat, ama ne derseniz onun için. Onu sevindirmek onu gururlandırmak, onu onurlandırmak için.
Oğlum deli doktoru olmadı demesi için. Bu kadar kırık dökük hayalimiz varken yeniden hayal kurabilmek için…
Tayfun Çiftçi
Merhaba, öncelikle etkilendiğimi belirtmeliyim.Sorusunu arayan yanıta benzediğimiz bu zor dönemde güzel anlatımlar ruhumuza dem veriyor.