Öğle sonrasıydı. Tüm günü pc ekranı karşısında geçirdiğim için bunalmıştım. Dışarda hafif çiseltiyle yağan yağmur , cömert bir davetkârlıkla kendine çağırıyordu uzağında duranı. Bıraktım işi gücü, mağazanın arkasına, depoya yöneldim. İnşaat ve elektrik malzemelerinin, üzerlerinden sarkan örümcek ağlarının tozdan dağılmaya yüz tuttuğu demir profillerin, yığılı fayansların, küflü karanlıkta sergilendiği soğuk rafların arasından geçtim. Yolda, elinde çay tepsisi ile durmuş, diğer eliyle boynunun kenarından sarkan tülbendin ucuyla burnunu silen çaycı ablaya denk geldim. Elinde tuttuğu tepsiden bir bardak çay aldım. Beline parmaklarımı doladım bardağın…. O an parmak uçlarımdan, avucumdan bedenimin kalanına uzanan ve çay bardağından yayılan ısının akabileceği genişlikte küçük küçük patika yollar döşendi…Deponun dışarı açılan geniş ahşap kapısının önünde durdum. Biraz daha cesaretlendim, karanlık bir rahim ağzını andıran depo arka girişinden, ‘yağmur altında beni gören ne der!..’ diye kimseyi umursamadan aydınlığa doğru birkaç adım daha attım ki, “Abi orda durma ıslanırsın, gel de bi sigara vereyim sana” diye seslendi arkamdan kavlak boyunlu, ince bedenli nakliyeci Bayram…Geri döndüm, kaçak sigara yaktık birer tane Bayram’la. Sigaramız bitmemişti ki henüz, Bayram’ı içeriden çağırdılar. Tekrar kapının önüne geldim. Bir süre ayakta dineldim. Göğe baktım, bulutlar hızla yer değiştiriyorlardı. Grinin her tonuna rastlamak mümkündü. İnsan tüm gün ekran başına oturup, gözleriyle ancak bir metreyi bile bulmayan bir mesafeden ekrana bakınca, göz algılama boyutunu daha ötelere taşıma, taşıyarak dinlenme ihtiyacı duyuyor…Hazırdım, hülyalı bir halde bulutların bana söyleyeceği her yalana inanmaya. Yaşadığınız günün dayatması, elle tutulamayacak kadar sıcak, birer akkor gibi belleğe nakşettiğimiz, hepsinin koftiden oyalanma emareleri olan hayhuylarımız, altından kalkılamaz, değiştirilemez, dönüştürülemez gerçeklermiş gibi algılıyor olmanın yarattığı farkındalığımız, aslında bu sorunu aşmak için elimizdeki ilk güçlü doneydi…
Depocu Ömer abi yanıma gelmiş, durmuştu bir adım arkamda. Kendisini fark etmediğimi düşünmüş olmalıydı ki, otobüste düşürülen siyah bir cüzdan gibi karaltı halinde bir süre öylece ayakta durdu….Ömer abi mağaza içinde ya da depoda sürekli başı önde, hızlı adımlarla gezer, her daim çözmesi gereken önemli bir işi varmış da, gerekmedikçe kendisini o düşüncelerden koparan her kişiyi düşman bellercesine, kimseyle konuşmazdı. Kaşları sürekli alnında birikmiş, her an şaşırmaya teşne şehla gözleriyle yüzünüze baktığı zamanlar da olurdu. O an, onun size sanki bir şey demiş yahut diyecekmiş gibi duran halinden işkillenirdiniz. Bakışlarının donukluğundan size mi, yoksa gövdenizi delip geçerek tam arkanızda beliriveren bir başka kişiye mi baktığını bilemezdiniz. Ensesinde birikmiş ve uçları geriye doğru kıvrılmış saçları saymazsak, kafasının saçsız olan üst ve yan kısımlarını ovalar, sanki o ovalamayla vücudunun bir yerlerinde donmuş bir kan kütlesini harekete geçirip, akışkanlık kazanan yeni durumla bir problemi çözebileceğine dair batıl bir inancı yardıma çağırır gibiydi…Hatta, biraz daha gözlemleyebilirseniz belli belirsiz bir mırıldanmayla sürekli kendi kendine konuştuğunu bile görebilirdiniz. Onun bu hali merakımı kamçılıyor, onda bir an evvel çözmem gereken derinlikli bir sır taşıdığı izlenimini uyandırıyordu.
Birkaç defa konuşma girişimim olmuştu, fakat araya başka kişilerin, şeylerin girmesiyle başlamadan bitmişti. Ona gollük pası atmanın tam zamanı diye düşündüm ve bitmekte olan sigaramdan son bir fırt çektim. Onun ilgisini çekebileceğim bir oyunun kurgusunu taslaklar halinde kafamdan geçirmeye başladım;
İçme alışkanlığım olmayan sigarayı, beceriksiz çabalarla içmeye çabalamamla, dumanının gözlerimi yakmasına engel olamamıştım. Gözlerimi kıstım ve sigarayı, geceden yağan yağmurla çukurda birikmiş az ötedeki su birikintisine fırlattım. İzmarit, fırlatılmanın etkisiyle suda şöyle bir döndü…döndü…dündü…Su aldı her yanı…Yağmur damlaları, çatılara gizlenmiş keskin nişancıların yaylım ateşlerini andırırcasına izmaritin üzerine çullandılar ve onu suyun içine hapsettiler. İzmarit iyiden iyiye şişmiş, küçük göletin kenarında öylece duruyordu şimdi…Elimde bitmeye yakın çay soğumuştu. Bardağı beliyle kavramayı bırakmış, kirli bir bezin ucundan tutar gibi ağız kısmından tutmuştum artık.
Ardıma dönmeden, “Bulutlar…” dedim ve sustum. Yüzümü ona döndüm, devam ettim sonra, “Bulutlar nasıl da telaşlılar ve heyecanlılar. Sanki garda gelecek trenle sevgililerini özlemle bekleyen dupduru gençler gibiler….Öyle değil mi?..” dedim, sesimi ona duyuracak yükseklikte ve…. vereceği cevabı duymanın yetmezliğinde, dudak üstü bıraktığı badem bıyıklarının konuştukça nasıl titrediği değin gözlemleme ihtiyacını da duyarak….Gözlerimi ayırmadan ne söyleyeceğine kulak vererek. Yine kaşları alnında toplanmıştı, gözlerinde yine aynı şehlalık. Dinleyeni pek olmayan, olunca da şaşkınlıktan elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen insanlara has ivedilikle;
“Valla Güven Bey, hani bilmiyom da, bizim orda, Kırıkkale de bi laf vardır böyle havalar için….Camış havası derler. Böyle yağmırlı havalarda, camışlar oraya buraya zıplarlar sevinçlerinden. Nerde bir gölet gördüler mi hemen içine girerler debelenip dururlar…Birbirlerini süserler. “

2 thoughts on “Camış Havası/ Gregor Hamza

  1. Kalgayhan Dönmez dedi ki:

    Greg bayıldım. Öyküdeki bulutlar gelip üstüme durdu. Yağmurda kaldım. Gayri ihtiyari karşı çayırlara baktım camışlar orada olabilir mi diye…

  2. Yelda Karataş dedi ki:

    Müthiş.. Okunası bir Gregor öyküsü daha işte…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir