Burhanettin Bedri

 

Burhanettin Bedri, nüfustaki ismiyle Nevzat Halit, Denizli’nin küçük bir kasabasında dünyaya geldi. Üç çocuklu bir ailenin sonuncusuydu. Sersem sepelek yürür, etrafına bakar, dalar giderdi. Nefes darlığı ve bitmeyen baş ağrıları vardı. ‘Terleme’ derdi anası, ’Terleme hastalanırsın yine’ O zaman Nevzat Halit bir taşın üstüne oturur, yaşıtlarını uzaktan uzağa seyrederdi.

Sanıldığı gibi zamanının ünlü hocalarından ders almadı. Doğduğu kasabada Ethem Cemil’in öğrencisi oldu.

Ethem Cemil bazılarının aptal der gibi idealist dediği adamlardan biriydi. Ne alkış beklerdi ne de takdir.  Bir şeyler öğretmek için çabalar dururdu. Nevzat Halit’i akranlarını seyreder gördüğünde cebinden bir kitap çıkarır  ‘Oku bakalım Halit’ der, yanına diz çökerdi. Nevzat Halit de oturduğu taşın üzerinde, hocasının verdiği kitabı, kedi misali, miyavlar gibi okurdu.

Fakat Ethem Cemil’ler çok yaşamazlar Anadolu’da. Ömürleri kısa olur, sürülürler bir kasabadan diğerine… Yerine gelen onun yerini dolduramayınca Nevzat Halit iyiden iyiye içine kapandı. Hikâyeler okuyamayınca, hikâyeler yazmaya koyuldu. Birilerinin eline geçer, gülerler endişesiyle, iki ağabeyinin ismini birleştirip Burhanettin Bedri yaptı kendini.

Ertesi yaz Ethem Cemil kasabayı ziyarete geldiğinde, onun yazdığı hikâyeleri okudu. O zaman öğrendi, artık ‘Nevzat Halit’ değil, ‘Burhanettin Bedri’ olduğunu.

Gider gitmez de öğrencisine bir mektup yolladı.

Yıllar yılları kovaladı, mektuplaşmaları adet oldu gitti. Burhanettin Bedri yazdığı hikâyeleri, hocasıysa her seferinde yeni bir kitap gönderiyordu. Bir gün Ethem Cemil,  Burhanettin Bedri’nin babasına da mektup yollamıştı. Zarfın içindeki gazete kupüründe, ‘Bu yılki edebiyat yarışması ödülüne Burhanettin Bedri layık görüldü’ yazıyordu.

Ethem Hoca babasına bolca selam ederken, zarfın içine koyduğu birkaç banknotu harçlık yaparak ödülü alması için Burhanettin Bedri’yi şehre götürmesini tembihliyordu.

Babası gazete kupürünü aldıktan sonra banknotlara elini sürmeden kapattırdı zarfı. Gelen mektubu gerisin geri Ethem Cemil’e yollattı. Burhanettin Bedri sonraları ‘Yoksulların gururu çok olur derler. Ben böyle bir genelleme yapamayacağım. Ama benim tanıdığım bir yoksul vardı, gururdan yana hiç de yoksul değildi’ diye yazacaktı.

Şehri ve orada yaşayan insanları görmek için, içten içe kıvransa da Burhanettin Bedri’nin oraya gidecek ne kıyafeti vardı, ne de pabucu. Dahası ağabeylerinin biri askerde, anası da hastaydı. Hem gitse ne yapardı oralarda? Bu hikâyeleri layık görürler miydi bir köylünün çocuğuna?

Ama babası oğlunun kıvranışına dayanamadı. Buldu buluşturdu,  herkes ‘Bu işler karın doyurmaz’ dese de, bir toklu* satıp, ‘El kadar çocuğu yalnız yollamam’, diyerek Burhanettin Bedri’yle birlikte yola düştü.

Burhanettin Bedri o günü şöyle anlatacaktı. ‘Yeşil gocuğum**, annemin bir akşam önce yırtık yakasını ters düz ettiği kısa kollu gömleğim ve yine onun ördüğü kazağımlaydım. Ayağımda da başkasının ayakkabısı…  Törenin yapıldığı salon sıcaktı. Gelenlerle birlikte ben de gocuğumu çıkarsam da kısa kollu gömleğim görünmesin diye kazağıma sımsıkı sarılıyordum. Oysa babam gocuğunu bile çıkartmamıştı. Adım anons edilip ayağa kalkınca,  bacaklarımın titrediğini anımsıyorum. On kitaplık ödülümü aldığımdaysa, herkesin alkışını işitebiliyordum.  Ama herkesin… İçlerinden birinin alkışlamayı bilmeyen elleri vardı. O gün beni en çok o eller alkışladı. Ben de en çok o elleri duydum’

Kasabaya döndüklerinde babası onu öve öve bitiremedi. ‘Koca vali gelmişti, devletin valisi. Kaymakam bile önünde iki büklümdü. O verdi ödülü’ diyordu. Burhanettin Bedri o günlere ilişkin şunları kaleme alacaktı; ‘Bizim oralarda olanla ölen çabuk unutulur. Benim ödül de unutulup gitti öylece… Babam ses etmese de komşular, ‘Bu işler karın doyurmaz’ diyordu. Haksız da değillerdi. Kitapları okuyup bitirdim. Geriye yine fukaralık kaldı…’

Sonrasında Burhanettin Bedri kâğıt kaleme küs olup hikâyelerini aklına yazdı.

Ethem Cemil ısrar etse de sitem etmedi ona. Fakat Burhanettin Bedri’den öyküler alamadı bir daha.

Burhanettin Bedri bu durumu şöyle aktaracaktı;

‘Hocam yazmam için ısrar ediyordu. Ben de, bir gün hiçbir şey yapamazsam yazacağım, derdim kendi kendime. Bunu yazmayı aciz olduğum da yapacağım bir iş olarak gördüğümden değil, yapılması en ağır, en zahmetli, buna karşın en değersiz iş olarak görüldüğü için düşünüyordum’

Sonrasında Burhanettin Bedri hayallerini küçülterek kendini köy işlerine verdi. Çocuk yaşta sevdalanınca, askerliğini bir an evvel yapıp sevdiği kızla evlenmek için sabırsızlanmaya başladı.

Akranlarıyla birlikte gittiği askerlik muayenesinde ciğer rahatsızlığı teşhisi konulunca, çürüğe çıktı. Köyün delikanlıları askere uğurlanırken, Burhanettin Bedri kâğıt kalemle olan küslüğünü daha fazla uzatamayacak, isyanını şöyle dile getirecekti;

‘Herkes sığdı, Burhanettin Bedri sığmadı mı ordunuza’

Sevdalısının ağaları, yarım bir adama kız vermeye yanaşmayınca, kahredip bir daha sevdalanmadı. Yıllar sonra yazdığı bir öyküsünde, sevgilisine Mona Lisa ya da Mona Roza demeyecek, ona ‘Mona Layla’ diye seslenecekti. Aynı satırların devamında, illetinin ciğerinde değil, yüreğinde olduğunu’ yazacaktı.

Burhanettin Bedri radikal değildi, yumuşak da… Saçları kızıl olduğundan kızıl baş diyorlardı. Tek desteği, bir tek Ethem Cemil, sürgün köy öğretmeni… Son mektubunda ‘Yaz oğlum, yaz’ diyordu. Bu cahil kalabalık için değil, henüz doğmamış bebeler için yaz. Onlar anlasınlar seni, bunlar değil’

Gelen mektuplar kesilip Ethem Cemil bu dünyadan da sürülünce, Burhanettin Bedri ıssızlaştı. ‘Ethem Hoca’nın ölümüyle, analı babalıyken, hem yetim, hem öksüz kaldım’ diyecekti.

 

Burhanettin Bedri İstanbul’a ilk kez Ethem Cemil’in mezarını ziyaret etmek için geldi. Ardından bu geliş gidişleri sıklaştı. Önce annesini sonra da babasını kaybetti. Yirmi beş yaşında dönmemek üzere İstanbul’a yerleşti. Bir hemşerisi ön ayak olunca, iki yıla yakın Bayrampaşa’da, çuval baskı atölyesinde çalıştı. Bu süre zarfında aynı hemşerisinin evinde kiracı olarak kaldı.

O yılları şu cümlelerle özetleyecekti;

‘Kasımpaşa’da Anadolu’dan gelmişlerin bir gecede yapıp tamamladıkları için ‘gecekondu’ dedikleri kargacık burgacık, iki göz evlerden birinin içinde…’

Burhanettin Bedri ‘Melek’ adlı roman taslağını orada kaleme almaya başlayacak, Tarlabaşı’nda bir bekâr odasına taşındıktan sonra tamamlayacaktı.

Sahaflarda kitap aradığı bir gün sahaf Avni Bey’le tanışıp kısa zamanda dost oldu. Bu dostluk onun edebi düşüncesini olgunlaştırıp farkındalığını artırdı. Bir yazısında ‘Avni Bey hocam değildi. Ama onunla olan dostluğum öyküye olan bakışımı değiştirdi’ diyecekti.

Burhanettin Bedri gündüzleri çalışırken Tarlabaşı’ndaki bekâr odasında, sabaha kadar yazıyordu. Öykülerinin çoğunu orada kaleme aldı.

Yazdığı öyküleri dergilere yollasa da pek itibar görmedi. Edebiyat baronu diye nitelendirdiği, dergi sahiplerinden biri,  onun gönderdiği öykülere yorum yazmaya bile tenezzül etmeyecek, genç bir editörse, yazdığı öykünün Türk filmlerini anımsattığını söylerken, atmosfer kurulamamış diye öyküsüne burun kıvıracaktı. Sahaf Avni Bey’le ettiği sohbetlerden birinde ‘Bu ne perhiz ne lahana turşusu’ diyecek, yine de öfkesine engel olamayıp bir öyküsünün satır arasında kızgınlığını aleni şekilde dile getirecekti.*** ‘Birbirinizi birbirinize methedip önünüzdekilerden el almayı beklemek, birilerinin değirmenine su taşıyarak laf hokkabazlığı yapmak, işte bu edebiyat değil. Böyle yapacaksanız yazmayın, mümkünse siz hiç yazmayın’ diyecekti.

Bu yazısı yayımlanmasa da edebiyata bakışı ve sivri diliyle sahaf Avni Bey’in gayretlerine rağmen, onun tanıştırdığı edebiyat çevreleri tarafından dışlanacak, sevilmeyecekti.

İstanbul’a geldiğinden beri çalıştığı atölyenin sahibiyse, onun yazdığını öğrenmiş, bir sabah odasına çağırıp yazdıkları, olur da başını ağrıtır korkusuyla, işine son vermişti. Sonraları Avni Bey’e ‘Oysa oradayken düşünüp yazmadan sadece çalıştığını’ söyleyecekti.

Anlaşılacağı gibi, Burhanettin Bedri sahipsizdi. Söyledikleri tam olarak ne şunculara ne de bunculara uyuyordu. Hükümet yanlıları onu taşa tutarken, muhalifler  ‘Oh olsun’ diyordu.

Burhanettin Bedri işsiz kalınca Mecidiyeköy’deki amele pazarında diğerleriyle birlikte beklemeye başladı. Güçlü kuvvetli olanlar ilk yanaşan kamyonetlerde, o ise sona kalanlarla, geç gelen kamyonetlerin arkasında ancak yer bulabiliyordu. Bazen bu kadar şanslı olduğu bile söylenemezdi. O günlerde her şey Tarlabaşı’ndaki bekâr odasının kirasını ödemek ve karnını doyurmak içindi. Bir müddet sonra ağır işlerde çalışmak onu yormuş, çocukluğundan gelen hastalıkları azgınlaşmıştı. Geceleri nefes darlığı ve öksürük nöbetleri musallat oluyor, gündüzleriyse bitmeyen baş ağrıları… Bu nedenle bir süre Heybeli Ada’daki göğüs hastanesinde tedavi gördü.

Orada kaleme aldığı Hasta Bir Yazarın Not Defteri’nde ‘Dışarıdakiler bilmiyorlar ama burada insanlar tek ölüyorlar… Bir insan ölünce onula birlikte her şey ölüyor, ne geçmiş kalıyor ne gelecek…’ diye yazacaktı.

Aynı çalışmasının ilerleyen sayfalarındaysa, ‘Yazmak mutlu insan işi olmamakla birlikte, yaralarını sağaltıp iyileştireceğine inananların, kendi kendilerini tatmin ve sadece kendilerini kandırmak için yazdıklarını görebiliyorum’ diyecek, ‘Yazmayan mutlu çoğunluğun arasında olmak pahasına, tüm sözcüklerini seve seve unutmayacak, tüm kâğıtlarını yakıp kalemlerini kırmayacak bir tek gerçek yazarın varlığından söz etmek mümkün müdür’ diye soracaktı.

Burhanettin Bedri, Hasta Bir Yazarın Not Defteri’nde yazmaya niyetlenenlere de seslenmeyi ihmal etmemiş, ‘Yazmanın okur karşısında çıplak kalmak olduğunu zannedenlere, bunun da ötesine geçerek, insanın kendi içindeki alevi harladığını, her kelimeyle kendinden bir şeyler yakıp yok ettiğini de söylemek isterim’ diyerek çalışmasına son noktayı koymuştu.

Beş parasız hastaneden çıkan Burhanettin Bedri sonrasında sahaflara gitmeyi bırakacak, hayatına Nevzat Halit olarak devam edecekti.

Bu süreçte köyünün gençlerinden biri parasız yatılı imtihanıyla Erkek Lisesi’ni kazanmıştı. İstanbul’a gelirken Burhanettin Bedri’nin köyde yazdığı birkaç öyküsünü beraberinde getirmiş, getirdiği öyküler elden ele dolaşmıştı.

Burhanettin Bedri o yıllarda kendini küçük bir lokantanın bulaşıkları arasına gömdüğünden, ne yazık ki bundan haberdar olamadı.

Garsonlardan birinin çocuğu hastalanınca, servise yardım ettiği karlı bir akşamüstü, yeni yetme bir müşteri ona dik dik bakmış, onun bakışlarından çekinip kendini bulaşıkhaneye zor atmıştı.

Ertesi gün lokanta hınca hınç dolduğu için hem patronun hem de bahşiş kovalayan garsonların ağızları kulaklarındaydı.

‘İçeridekiler kadar da dışarıda var’ diyordu garsonlardan biri. ‘Kızlı erkekli gelmişler. Ama ne kızıl ne yeşiller, hepsi talebeler’

‘Ellerindeki kâğıtları sallıyorlar’ diyordu diğeri. ‘Burayı basmaya gelmişler. Polis çağıralım, kaçıp canımızı kurtaralım’

Fakat gecikmişlerdi.

İçeridekiler taşkınlık etmeden siparişlerini vermeye başlayınca, hepsi derin bir nefes aldı.

İlk kirli tabaklar bulaşıkhaneye indiği sırada, müşterilerin hepsi bir olmuş bağırıyorlardı. Patron duyuyordu, ama duyduklarına anlam veremiyordu.

‘Ne diyorlar’ diye yanındaki garsona sordu.

Garson, ‘Burhanettin Bedri diye bağırıyorlar. Burhanettin Bedri…’

‘Öyle biri yok burada uşağum’ diyordu Karadenizli garson.

Sesler bulaşıkhaneye kadar ulaşınca, Burhanettin Bedri’nin yıkadığı tabak elinden düştü. Sırtını duvara yaslayıp olduğu yere çömeldi. Dizlerini karnına çekti, başını onların arasına gömdü. Yıllardır boğazına düğümlenen hıçkırıklar çözüldü,  gözyaşı oldu yere döküldü.

Bir zaman sonra olduğu yerden güçlükle doğrulabildi. Kirli önlüğünü usulca tezgâhın üzerine bırakıp ceketini giydi. Gecenin içine açılan kapıdan bir gölge gibi süzülerek şehrin soğuk sokaklarında sessiz sedasız kayboldu.

Birkaç gün sonra, Erkek Lisesi talebeleri Şeref Stadına**** gelmeden yolu kapatmışlar, Beşiktaş’a doğru sel olmuş akıyorlardı; İçlerinden biri

‘Herkes sığdı, Burhanettin Bedri sığmadı mı dünyanıza’ diye bağırıyordu.

O sırada Yıldız Parkı’ndan sevgilisiyle çıkan ablak yüzlü bir oğlan, elindeki bozuk paralarla, yolun kenarında duran tezgâha yaklaştı. Tezgahın üzerindeki simitlerden ikisini alıp parasını uzatırken,

‘Niye bağırıyor bu zibidiler’ diye sordu.

Simitçi duyduklarını papağan gibi tekrarladı,

‘Burhanettin Bedri… Öldü, dün gece’

Züppenin yanındaki aşüfte ‘Önemli biri miydi’ diye sorunca,

Simitçi ağzını yüzünü buruşturup ‘Yok be’ dedi, başka da bir şey demedi.

 

Yazarın notu; Burhanettin Bedri’nin mezarının nerede olduğu tam olarak bilinmemektedir. Yazdıkları ölümünden sonra Erkek Lisesi’nin edebiyata meraklı bir mezunu tarafından toparlandıysa da bugüne kadar kitap haline getirilmedi. Burhanettin Bedri’ye ait metinler halen onun kütüphanesinde bulunmaktadır. Bu yazının hazırlanması için verdiği destek ve katkıdan dolayı kendisine şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.

 

 

*Toklu; Altı aylıkla bir yaş arasındaki kuzu ( Derleme Sözlüğü c: 10 )

**Gocuk; iç yüzü kürk, pelüş ve benzeri bir şeyle kaplanmış ceket.

***Bahsedilen dergi sahibi ve editörün isimlerine ilişkin elimizde kesin bir bilgi bulunmamaktır.

 ****Şeref Stadyumu, İstanbul, Beşiktaş’ta, Çırağan Caddesi üzerinde bulunmuş, bugün yerinde beş yıldızlı otel olan eski stadyum.

 

 

Bülent BUYRUK

7 Ocak 2018/ Koşuyolu

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir