BİR DÜŞÜNCE ARKEOLOĞU; CEMİL MERİÇ“Hem Doğu’ya Batı’dan bakan bir müsteşrik, hem de Batı’ya Doğu’dan bakan bir müstağrip… Her iki kimliği kesin bir sınır tanımaz düşünce, ya da çok sevdiği bir deyişle ‘geniş bir tecessüs’… Hem ‘Ümrandan Uygarlığa giden, hem de “Kültürden İrfana dönen bir yolda ve ‘kendi semasında tek yıldız’…” *
Türk Düşünce tarihinin kilometre taşlarından biriydi o. Sorulduğunda kendini, “Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi” olarak tanıtırdı. Bir ömür boyu hayat tarzı olarak benimsediği okumak yazmak araştırmak şeklindeki fikir işçiliği sonucu elde ettiği ilmi ile Doğu ve Batı medeniyetlerini mukayese etmiş, 60’lı yıllardan itibaren de bütün hakikatleri kendi tenkit süzgecinden geçirerek ülkesinin insanlarını her türlü kültür istilasına karşı uyarmayı amaç edinmişti. Kızı Ümit Meriç ise, “Cemil Meriç bir isyandı” der, “Tarihten gelen, coğrafyadan gelen haklarımızın yok sayılmasına karşı isyan; az gelişmişlik yaftasını bir nişan-ı zişân gibi Osmanlı Devletinin ve Türk insanının göğsüne yapıştıran Avrupa’ya karşı bir insandı.” Balkan Savaşı sırasında Dimetoka’dan göç eden bir ailenin çocuğu olarak 12Aralık 1916 da Reyhanlı’da dünyaya gelir Hüseyin Cemil. İlkokula Reyhanlı Rüştiyesinde başlar. Ama öncesinden sökmüştür okumayı, Mehmet Emin Yurdakul’un Türk Sazı’nı heceleyerek öğrenmiştir ve babasının diğer kitaplarından… Okulu üçüncü sınıftan sonra Fransızca eğitim veren bir okuldur ve küçük Cemil, Müslüman Araplar arasında Fransız kültürüyle yetişir. Ortaokula Antakya Sultanisinde başlar. On bir yaşındadır ve okumak için dışarıdan kitap kiralamaya başlamıştır bile. Dumas, Hugo, Moliere, Racine, Dostoyevski’yle bu yaşta tanışır. Okul dışındaki bütün hayatı kitaplarla geçer. Okumayı erken öğrenir ama öğrenir öğrenmez de dört derece miyop gözlükle tanışır. Bu haliyle kasaba çocukları tarafından yadırganır. Dili ve rengi farklı olan bu çocuğun bir de kalın çerçeveli gözlükleri vardır. Onu fırsat buldukça döver, iter kakarlar… Dolaysıyla daha o yaşta düşman bir dünyada dostsuz yaşadığını düşünür küçük Cemil. İster istemez kitaplarına sığınır. Kendi deyimiyle “Edebiyata ve düşünceye kendi hür iradesiyle değil, yaşamak için kendisine bir dünya inşa etmek zorunda olduğu için” yönelir. Liseye başladığında yaşının çok üzerinde bilgi sahibidir. On birinci sınıfta Türkçe yayınlanan Karagöz gazetesinde “Fırsat Yoksulu” takma adıyla şiirler yazar. Gazete sahibi Tarık Mümtaz’ın bir yazısını hicviye ile destekler. Yazı Fransızları hedef aldığından okuldaki öğretmenlerle arası açılır. Konsolosluğa çağrılarak gazeteden ayrılması ve sahibiyle görüşmemesi istenir. Meriç bunu kabul etmeyince okuldaki Fransız öğretmenlerle sorun yaşamaya başlar. Mezun edilmeyeceğini anladığında kaydını İstanbul Pertevniyal Lisesine aldırır. Buradaki öğretmenleri arasında İhsan Kongar, Nurullah Ataç, Keysa İdalı vardır. Bu arada Nazım Hikmet ve Kerim Sadi gibi dönemin solcu aydınlarıyla tanışır. Onlar için kendi imzasını kullanmadan Gaston Jeze’nin maliye ile ilgili bir kitabı ile Stalin’in Pratik ve Teori adlı kitaplarını tercüme eder. Mezun olduktan sonra İskenderun Haymaseki köyünde kısa bir süre öğretmenlik yapar. Daha sonra bir tercüme bürosunda, Türk Hava Kurumunda ve Nahiye müdürü olarak çeşitli görevler de bulunur. Bir sabah evi polis tarafından aranır. Üç yüzden fazla kitabı ve dergileriyle birlikte götürülür ve tutuklanır. Hatay Hükümetini devirmek iddiasıyla idam talebiyle yargılanır. Üç buçuk ay tutuklu kaldıktan sonra beraat eder.
Mahkemede Marksist olup olmadığını soran hakime, “Marksistim!” der. Yirmi dört yıl sonra bu haykırışın ümitsizlikten doğan bir isyan, bir nevi meydan okuyuş olduğunu, yalnızlık içinde bir şey olma ihtiyacından kaynaklandığını yazacaktır “Mağaradakiler” kitabında. Cemil Meriç aynı kitapta Marksizm’in bir doktrin olmadan önce bir araştırma yöntemi olduğunu ve insanlığa en büyük armağanının “Diyalektik” olduğunu da yazar. “Türk insanının Batıcılıktan gerçek Batıcılığa Marksizm sayesinde geçebilmiştir. Bir düşünce devrimi yaratmıştır bizde Marksizm. Avrupa’nın yalancılığına, kapitalizmin sömürüsüne dikkatimizi çekmiştir. (…) Batı’dan icazet almadıkça Batı’yı tenkit edemezdik. Marksizm bize bu icazeti verdi. Yani şuurumuza takılan zincirleri kırdı ve Avrupa büyüsünü bozdu.” Marksizm tenkittir, şüphedir ,araştırma yöntemidir ona göre. Cemil Meriç 1940 yılında İstanbul’da Yabancı Diller Okulunu burslu olarak kazanır. Bu yıllarda İnsan, Gün, Yücel gibi dergilerde yazmaya başlar. İki yıl sonra coğrafya öğretmeni Fevziye Menteşoğlu ile evlenir. Gözlerindeki ileri derece miyoptan ötürü askerlikten muaf tutulur. Mecburi hizmet içinse Elazığ’a tayini çıkar. İlk çevirisi olan Balzac’dan Altın Gözlü Kız’ı burada tamamlar. Ama Elazığ yılları çok zorluk içinde geçer. Öğretmen olarak asaleti tasdiklenmez, eşine de coğrafya öğretmenliği kadrosu verilmez. Zorlu şartlara uyum sağlayamayan Fevziye Hanım iki bebeğini de üst üste kaybeder. Çift tayinlerini İstanbul’a isterler. Gerçekleşmeyince istifa edip İstanbul’a dönerler. Meriç, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Fransızca okutman olarak görev alır bu yıllarda. 1946 da oğlu Mahmut Ali, bir yıl sonra kızı Ümit dünyaya gelir. Yine bu yıllarda Yirminci Asır dergisinde yazmaya başlar. Victor Hügo’nun Hernani adlı oyununu manzum olarak çevirir. Tam her şey yoluna girmişken, 1954 de henüz 38 yaşındayken gözlerini tamamen kaybeder. Cerrahpaşa’daki ameliyatlar sonuç vermeyince Paris’e gider. Ama buradaki tedaviler de fayda etmez. Karanlığa gömülen Meriç bunalıma girer. İntiharı düşünür. Bir süre kendini dış dünyaya kapatır. Bu durumu yakınları ve Lamia Hanımın yardımıyla zaman içinde atlatır, yeniden çalışmalara başlar. Ve en önemli eserlerini bu dönemden sonra vermeye başlar. Kendisine okunan Fransızca ve İngilizce metinleri sözlü olarak çevirerek yardımcılarına yazdırır.
Lamia Hanım Antakya’dan ayrıldıktan sonra İstanbul’a yerleşmiş ve bir kez daha kesişmiştir yolları. Ve bu yolda Lamia Hanım, Meriç’in son nefesine kadar yanında duracaktır. Hayat ona çektirdiği acılar karşılığında yaptığı sürprizle yaralarını onarmak istemiştir kuşkusuz. Zira Lamia, hayatın ondan bir tür özür dileme şekliydi. Meriç bunu şöyle dile getirir: “Zindanıma geldiğin zaman iki yol vardı önümde: Cinnet ve ölüm. Sen üçüncü oldun!” Lamia Hanıma olan duygularını okuduğumda ister istemez düşündüm: Annemin çok üzüldüğünü bildiğim halde, babamın sevdiği kadına mektup yazmasına yardım edebilir miydim? Buna yanıt veremiyorum… Sanırım bunu anneme yapamazdım! Ümit Meriç yaptı ama. O bunu başardı. Annesinin acısını içinde taşıyarak, babasının gözleri ve eli oldu. Yeniden hayata dönmesi, yeniden bıraktığı yerden devam etmesi gerekiyordu. İkinci bir yenilgiyi kaldıracak güçte değildi babası. En büyük eserlerini Lamia’dan sonra yazdığını düşünürsek bu düşüncesinde haksız olmadığı gerçeğini görmezden gelmek mümkün görünmüyor.
Meriç’e gelince, Lamia’ya aşıktı ama Fevziye, sevgili karısına karşı sorumluluk yüklüydü. O tam bir melekti. Ve Cemil Meriç’in trajedisi de bu noktada başlıyordu: ”Fevziye Hanım sakin bir yaz akşamı, fırtınasız bir limandır ama mesele tam da budur işte. Meriç kasırgaya susuzdur. “* O, Lamia kasırgasıyla birlikte yeniden yaşama dönmüş, artarda eserler vermiş, bir anlamda aydınlığa kavuşmuştu.
20 Kasım 1966/ “Sesinin tonunda minnacık bir soğuyuş hissettiğim anda yokum. Acılarımın kaynağı sensin. Evet ama hayatımın kaynağı da sensin. Senin için ve seninle yaşıyorum. Sen uçuruma yuvarlanırken tutulan dal, sen vaha, sen bütün hayal kırıklıklarımın dudaklarında ümitleştiği kadın.”
Sevdiği kadını kitaba, şiire benzeten kaç kişi kalmıştır günümüzde ve şiir tadında mektuplar yazan? Sanırım biraz da bunun için Meriç’in bu naif, duygusal insan yönüne değinmek istedim. Evli oluşuna ve yerleşmiş tüm toplum kurallarına rağmen, yaşanan bu mutluluk bize aşkın var olan tüm değerlerin üzerinde bir duygu olduğu gerçeğini yansıtmıyor mu? Yeniden edebi yönüne dönecek olursak; Cemil Meriç, ağırlığı edebiyata vermek üzere felsefe, tarih, sosyoloji, siyaset dahil sosyal bilimlerin her dalında yazdı. Fransızca, Arapça, Farsça ve İngilizce’yi çeviri yapacak kadar mükemmel biliyordu. Üzerinde kalem oynatacak tek saha olarak “Deneme”yi gördü. Deneme her edebi türü kucaklayacak kadar geniş, rahat, seyyal ve kalıplaşmamış olduğu için çekiciydi. Bu konuda şöyle yazar Mağaradakiler’de: “İmzam “Meriç’in Doğu ve Batı dünyasından okudukları onun üslubunu oluşturur. İlim, irfan, kültür, medeniyet, aydın, çağdaşlık, edebiyat ve sanat gibi konularda düşüncesini ortaya koyarken, kendine özgü üslubuyla dikkatleri üstünde toplar. Anlam yoğunluğu, konuya ilişkin derinliği, özdeyiş niteliği taşıyan sözleriyle bizi kendine hayran bırakır.
Meriç Jurnal’in 1.cildinde Osmanlı’nın düşünmediğini yazar. “Düşünmek, insan üzerinde düşünmek mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur. Osmanlı düşünmemiştir. Zaten demokrasi ile liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak manasına gelir, düşünmenin yolunu açar. Osmanlı’da ise bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışan dindir: “İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın.” Uyulmamıştır ama; Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gizlenerek, korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı. İkiyüzlü bir hayvan oldu Osmanlı. Tanrı’yı ve kulu aldatan bir panayır gözbağcısı. Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua. Ya bugün? Biz de böyle değil miyiz? Değişen ne? Herkes Atatürk’e sövüyor ve Atatürkçü. Demokrasiye inanan yok. Herkes demokrat.” Meriç’in bu satırları yaklaşık elli yıl önce yazdığı düşünüldüğünde, bir arpa boyu yol almadığımızı görmek insanın canını yakıyor. Onu okurken ileri gittiğimizi sanırken, aslında yerimizde saydığımızı görmek içimize ince bir hüzün düşürüyor…
1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirileri yayımlanır. Hisar dergisinde “Fildişi Kuleden” başlığı ile sürekli denemeler yazar. İstanbul Üniversitesi Fransızca okutmanlığından emekli olduğunda yılların birikimini kitaplaştırmaya girişir. O yıl, Türkiye Milli Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödül alır. “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülâkata bu kitabı yazmak için geldim.” dediği “Bu Ülke” adlı kitabını 1976’da yayımlar. Kitap, onun çeşitli fikir, kültür ve edebiyat meselelerine dair aforizmalarından oluşur. Aynı yıl, medeniyet kavramını tartıştığı “Umran’dan Uygarlığa” adlı eseri yayımlanır. 1978-1984 yıllarında çeşitli yerlerde konferanslar verir. 1980’de bir edebiyat ve düşünce tarihi niteliği taşıyan “Kırk Ambar” adlı eseri Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü’ne layık görülür. 1981’de Ankara Yazarlar Birliği tarafından “Yılın Yazarı” seçilir. 1981’de basılan yarı derleme, yarı telif Bir Facianın Hikâyesi’nde yakın tarihin yeni bir muhasebesini yapar. Onu, her düşünceye saygısı olduğundan Sağcı ya da Solcu diye katagorize edemeyiz Kaleminin kuvveti onun tarafsız oluşundan kaynaklanır. “Sağ okumuyor, sol diyalogdan kaçıyor” diyerek üzüntüsünü dile getirir. Solun kadirbilmez tutumu, eserlerine ilgi göstermeyişi onu sağcıların yanına iter. Ama sağın yanında durması onu sağcı yapmaya yetmez.
Eserleri hakkında kısaca:
… [İleti kısaltıldı] Tüm iletiyi görüntüle
|
|
Gönlünüze, kaleminize hayran olmamak elde değil.
İçten teşekkürler Sema Hanım. Sevgilerimle.