BEYAZ KÖŞK/  Meral Kurulay                              

Yorgun ayakları ile Arnavut kaldırımlarının üzerinde yürüyordu. Adımları onu Moda’da ki eski köşke doğru götürüyordu. Bu Beyaz Köşk’te ne anıları vardı !.. Aslında köşkün ilk sahibinin Agâh Bey olduğu söylenirdi. Ama bu bilgi de kesin değildi. Kadıköy’ün en güzel köşklerinden olduğu bilinirdi. O yıllarda dedesi ve üç erkek kardeşi aileleriyle burada oturuyorlardı. Onlara sepetçiler denirdi. O zamanın sepet üretimini yapan bir ailesiydi.

–Dedesi, “bize sepetçiler derler yavrum, biz sepetçiyiz,” der, hep birlikte gülerlerdi.

Etrafta tanınan bilinen bir aileydiler. Onunda iki halası vardı hiç evlenmemişlerdi. Nezaket ve Nefaset, onu çok severlerdi, evde tek erkek torundu. Çok haşarı bir çocuktu. Köşkün tırabzanlarından kayar,  antika eşyalarla dolu salonda halalarıyla koşmaca oynardı. Yalnız bir çocuktu aslında, yine de çok mutluydu.  Köşkün bahçesini çok severdi, yeşillikler arasında oyun oynar, fıskiyeli havuzda kayığını yüzdürürdü. Bahçede her çeşit meyve ağacı vardı. Hepsine tırmanır, mevsimine göre elma, armut, kiraz ne varsa toplar yerdi. Meyveler sepetlere doldurulur konu komşuya da verilirdi.

Çocukluğundan aklında kalanlar arasında, bir de Melek vardı.  Melek dadısı Hayriye’nin kızıydı. Gerçekten melek gibi bir kızdı. Hırçın değildi, onu kırmaz ne isterse yapardı. En güzel oyunlarını onunla oynar, ağaçlara birlikte tırmanır, koşar, güler, acayip eğlenirlerdi.

Babası sürekli çalışırdı,  onu evde pek az görürdü.  Akşamları işten geç gelirdi. Annesi hep yalnızdı. Ona üzülürdü… Hüzünlü bakışlarıyla evde dolaşırdı. Çok güzel bir kadındı, simsiyah uzun saçları vardı, kemik bir tokayla toplasa da genelde açık bırakırdı. Yemyeşil gözleri,  simsiyah kirpikleri, narin, uzun boylu hoş bir hanımdı. Dışarı çıktıklarında bir gören dönüp bir daha bakardı.  Dedesi annesinin yalnız dışarı çıkmasına izin vermezdi, mutlaka yanında halalardan biri ya da dadı Hayriye olurdu. Annesi buna çok içerlerdi ama bir şey diyemezdi. Dedeme karşı çıkmak haddine mi düşmüştü? Boyun eğer, “peki Efendi Baba“ derdi.

Bazı geceler annesinin sessizce ağladığına şahit olurdu. Gider sarılır, ne olduğunu sorar, ama o,  “bir şey yok,” derdi. Küçücük aklıyla annesinin evliliğinden içten içe mutlu olmadığını anlamazdı.

Birden başını kaldırdı, köşkün demir kapısıyla karşılaştı.  Kırk yıldır buraya gelmemişti. Uzun uzun baktı, tahta oymalı ahşap balkon ve bembeyaz köşk olduğu gibi bütün haşmetiyle karşısındaydı. Anılar kafasına üşüştü.

 

O gün bahçede Melekle oyun oynuyorlardı. Yukarıdan bir patlama sesi geldi, korkup, koşa koşa içeri girdiler, annesi yerde kanlar içinde yatıyordu. O güzel, naif kadın, babasının pompalı tüfeğiyle kendini vurmuştu. O gün,  o mutlu, sorumsuz, güzel günlerinin sona erdiği gündü. Hayallerinin yıkıldığı gündü.

Dedesinin, “ böyle bir rezaletin duyulmasını istemiyorum, ört bas edeceksiniz bunu “ diye, gelen doktor mu, polis mi, kim olduğunu anlayamadığı bir adama bağırışını duymuş, öylece kalakalmıştı. “Anne, anne ,“ diye bağırarak yanına koşmuş, Letafet halasının kollarında oradan çabucak uzaklaştırılmıştı.

“ Götürün bunu gözüm  görmesin , kim bilir kimin çocuğu!?..”

Duyduklarına bir anlam veremedi. Nasıl? Kimin çocuğu olduğu belli değil miydi? O dedesi değil miydi?

Köşkten uzaklaştırılmış, yatılı bir okula verilmişti. Yıllarca aileden kimse arayıp sormamıştı. Sadece dadısı geliyor, gizlice geldiğini söylüyor, bazen iç çamaşırı, kazak, çorap, bazen de şeker, çikolata getiriyordu. O, gözünün önünden hiç gitmeyen annesinin kanlı başını rüyalarında görüyor, yüzünü öpüyor, kokluyor onun kokusunu unutmamaya çalışıyordu. Yıllar boyu gözyaşları hiç dinmemişti.

Seneler geçmiş, hukuk fakültesini bitirmiş, o olayı aydınlatmak için araştırmaya başlamıştı. Nihayet araştırmalar sonucunda,  annesinin Kadıköy’ün çapkın bir doktoruna âşık olduğunu, ilişkisi olduğunu,  babasından boşanmak istediğini öğrenmişti. O yıllarda boşanmak çok ayıptı. Ama doktorun da pek masum olmadığını, birçok kadınla ilişkisi olduğu için çok üzüldüğünü, dedesinin her şeyi öğrendiğini, annesini evden kovduğunu da öğrenmişti. Annesi bu yüzden intihar etmişti. Araştırmalar sonucunda kendisinin doktorun değil, babasının oğlu olduğunu da ispat etmiş, gönlü rahatlamıştı.

Çapkın doktorun Kadıköy’ün evli, bekâr bütün kadınlarıyla beraber olduğunu, hiç evlenmediğini, çocuğu olmadığını öğrenmişti.

Dedesi ve halalarını bir daha hiç görememişti. Onlar, o olaydan sonra köşkü öylece bırakıp,  bir apartman dairesine taşınmışlardı. O zamanlar apartman kültürü yeni yeni yerleşiyordu. Yıllar içinde hepsi birer birer ölmüşlerdi.

Dedesinin vasiyetini okuyan avukat, köşkü ona bıraktığını,  isterse orada yaşayabileceğini söylemişti. Ayrıca bırakılan mektupta, bu olayın aileleri için yüz kızartıcı olduğunu, onu anlayışla karşılaması gerektiğini yazmıştı. Babasının annesinden kısa bir süre sonra öldüğünü, kendisinden onu arayıp sormadığı için özür dilediğini de ilave etmişti. Son cümlesi ise, “ Beni affet canım torunum seni çok seviyorum,” olmuştu.

 

 

Elleriyle demir kapıya tutundu, arkasından hafif bir ses duydu;

—“Affet, affettin mi?”

Başını öne eğdi, omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Titreyen sesiyle;

—-“ Tamam, Melek, affettim, affettim.”

Gözyaşlarına bir türlü engel olamıyordu. Meleğin bir elinden sıkıca tuttu, diğer eliyle omuzuna sarıldı, yürümeye başlarken,

—“Köşkü emlakçıya verdim. Satacağım, 

2 thoughts on “BEYAZ KÖŞK/  Meral Kurulay     

  1. Sedef Ergürbüz dedi ki:

    Çok etkileyici, güzel bşr öykü.

  2. Bigat dedi ki:

    Anılar, mutluluk/ıstırap üzerine kurulu son derece gerçekçi bir öykü. İfade güçlü, kurgu sürükleyici. İyi ve doğru bir Türkçe. Heyecanla, merakla okunuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir