BENİ YA YAKMALI YA ÖLDÜRMELİ/ MARQUIS DE SADE

 

 “Günahtan kaçsanız bile günahkârlıktan, günah dolu isteklerinizin  varlığından kaçamazsınız.

Bütün hayatınız zaaflarınızla korkularınızın çatışmasıyla dolu geçecek.

Hep gizli bir huzursuzluk taşıyacaksınız teninizin altında.

Ve hep kim olduğunuzu merak edeceksiniz.

        Ahmet Altan

 

 

Yıllar evvel okuduğum ve çok etkilendiğim bu gazete yazısında yazar, günah işlemeyi sevdiğini ve günahın hayatın özsuyu olduğunu söylüyor, onsuz yaşamımızın oldukça yavan, heyecansız olacağına işaret ediyordu. Yaşadığımız hazları, yaratıcılığımızı, var etmeye çabaladığımız kimliğimizi çoğu kez içimizde saklı tuttuğumuz karanlık geçitlere borçlu olduğumuzu düşündüğümde o zamanlar yazarın pek de haksız olmadığı kanısına varmıştım.

Edebiyatın günahkâr çocuğu, Marki De Sade çalışmaya başladığım günlerse, “günah”  sözcüğünün, De Sade’ın yaşadıklarını ve yazdıklarını tanımlamakta oldukça yetersiz kalacağını,   yaşamına ve eserlerine suç ekseninden bakmanın daha doğru bir olacağını düşündüm. Ancak okudukça, yüzeyden aşağı indikçe bunun sosyolojik ve hukuksal bir incelemeden çok, psikolojik ve antropolojik bir kazıya dönüşeceğini sezdim.

 

Neticede; Sade’dan yola çıkarak; İnsana ait olan sonsuz arzuyu anlayabilmek, çocukluk dediğimiz ana yurdumuzun arzularımızı, ruhumuzu şekillendirmekte ne denli etkili olduğunu fark etmek ve travmalarla geçen yaşamlarımızın hangi çılgın düşlere yol açabileceğini görmek üzere yola düştüğümü söyleyebilirim…

 

Paris’te saray soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Marki De Sade’ın, gelişimini anlamak,  hayat serüvenini, ruhunu ve eserlerini değerlendirmek için biyografisi hakkında yeterli bilgiye sahip olmak işimizi oldukça kolaylaştırırdı. Lakin yaşam öyküsünde, bebekliği ve ergenliği arasındaki karanlık dönem bizi onun ruhsal ve akılsal gelişimini eserlerinden takip etmeye mecbur kılıyor.

 

Onların nankörlüğüdür yüreğimi kurutan, belki de sizler gibi uğruna doğduğum şu ölümcül erdemleri bende yıkan onların hayınlıklarıdır.”*

 

Sade, 2 Haziran 1740’da Condé Sarayında doğdu. Babası, François Joseph de Sade’dir. Annesi Condé prensesinin uzaktan kuzeni ve yardımcısı olan Marie-Eléonore de Maillé de Carman’dir.
Çocukluğunda Katolik bir rahip olan amcasının yanında eğitim gören yazar daha sonra Jesuit lycée’de (erkekler okulu) askeri eğitim alır. Simone De Beauvoır, Sade hakkında yazdığı ünlü kitapta o dönemi şöyle anlatır;

 

“Valcour hikâ­yesini bir otobiyografi taslağı olarak ele alırsak Sade’ın duygulanmaya da zorlanmaya da erken yaşlarda başladığını görürüz. Bourbon’lardan kendi yaşıtı Louis Joseph’in yanında yetişmiş. Küçük prensin bencil kibrine karşı kendini öfkeyle ve sert kavgalarla savunduğu için saraydan uzaklaştırıldığı sanılıyor. Daha sonra karanlık Saumon şatosunda ve çürümüş Ebreuil manastırında geçirdiği günler düş gücünü etkilemiştir kuşkusuz. Ancak ne kısa sürmüş öğrenim yıllarına, ne ordudaki hayatına, ne de sosyetede, eğlence yerlerinde geçirdiği günlere ilişkin önemli bir şey biliyoruz. Klossowski’nin yaptığı gibi yapıtlarından hayatına ilişkin sonuçlar çıkarmaya kalkılabilir belki. Klossowski, Sade’ın annesine duyduğu kinde yapıtlarının da hayatının da temelini buluyor. Yalnız bu varsayımın yine de Sade’ın kendi yazılarında anneye verdiği rolden çıkarıldığını unutmamalıdır; yani Klossowski gerçek yaşamanın köklerine ineceği yerde Sade’ın düş dünyasını belli bir açıdan açıklamakla yetinmiştir. Aslında, a priori, genel şemalara göre Sade’ın annesi ve babasıyla bağıntılarına önem veriyoruz ya, tek tek ayrıntılara inildiğinde bunlar o kadar işimize yaramayabiliyor. Çünkü Sade’ı çözmeğe kalktığımız anda, o daha önce oluşmuş bulunuyor ve onun nasıl o haline geldiğini bilmiyoruz. Böylesi bir bilgisizlik onun eğilimlerini, kendinden davranışlarını saptamaya engel oluyor, ruh hallerinin doğası da, cinselliğinin garip çizgileri de bize gözlemlemekten başka bir şey yapamayacağımız verilermiş gibi geliyor. Acınmaya değer bu eksiklik de gösteriyor ki Sade’la tam bir özdenlik kuramayacağız; her açıklama ardında yalnız Sade’ın çocukluk öyküsünün anlatabileceği bir tortu, bir bulanıklık bırakacak. Yine de kavrayışımızı sınırlayan bu güçlükler cesaretimizi kırmamalıdır.” (sayfa 10)

 

De Sade, Yatak Odasında Felsefe isimli romanında bu fikirlerin ergenliğe ulaştığında beri kendisiyle özdeşleşmiş olduğunu, o günden beri de düşüncelerinde bir değişim olmadığını söyler. “…ben, ergenliğe vardığımdan beri benimle özdeşleşmiş olan ve tiranların iğrenç despotizminin yüzyıllardır karşı çıktıkları fikirleri sergiliyorum yalnızca.”*** (sayfa, 134)

 

Sade’ın yaşam öyküsüne ve eserlerine dikkatle baktığımızda çoğumuz Klossowski ile hemfikir olabiliriz. Bu derinlemesine yapılan okumalarla Sade’ın ruhunun çocukluk yıllarından itibaren darmadağın edildiğini fark edebiliriz.

Yabancı kaynaklar amcanın ve babanın Sade’ı, deneysel bir şekilde oldukça özgür yetiştirdiğinden bahseder. Elbette bu özgür yetiştirmeden kasıt nedir, açık değil. Yanına arkadaşlık etsin diye verildiği prens Louis Joseph’in ona neler ettiğini bilmiyoruz. Karanlık Saumon Şatosu’nda ve çürümüş Ebreuil manastırında neler yaşadı bilmiyoruz. 10- 14 yaş aralığında okuldaki genç rehberi Abbe Amblet’in ona yaptığı rehberliğin sınırları neydi, tüm bu süreçte Sade’da kadın ve anne nefretine yol açan şey neydi, anneyle ilişkisi nasıldı onu da bilmiyoruz.

 

 

Yine de yazılmış ve yazılacak hemen her metnin kaçınılmaz olarak yazarın yaşamından izler taşıdığı gerçeğini göz önünde tutarak soruyoruz; De Sade’ın küçük yaştaki çocukların taciz, tecavüz, katledilme hikâyelerinin, bolca işlenmiş ensest hikâyelerinin, sodomun her metinde kullanılması ve övülmesinin, hazza giden yolda arzu nesnesinin çektiği acının ya da ölme ihtimalinin önemsizliğini sürekli vurgulanmasının, Sade’ın içindeki çocuğun imdat çığlıkları olabilir mi?

 

Başta da işaret ettiğim gibi böylesi bir insan hakkında yazı yazmak ve tarafsız bir yoruma ulaşmak hiç de kolay değil. Ve bir psikoloji ya da psikiyatri eğitimi almadığım da ortadayken bu soruya nasıl yanıtlayacağımı merak ediyor olabilirsiniz.  Bu noktada şöyle bir açıklama yapmak uygun düşebilir:

Yirmi dokuz yıl pek çok ilde ve çok farklı sosyo-ekonomik yapıdaki ailelerin çocuklarıyla bir arada oldum. On-on dört yaş arası bu çocuklardan; okul kurallarına uyumsuz, şiddet, öfke ve sapkın eğilimli olanları incelediğimde, normların dışında bir aileye sahip olduklarını, çoğunun evde ve dışarıda şiddet ve tacize uğradığını bunun neticesinde de çoğunun kendinden zayıf bulduğu her kadın ya da erkeğe; öfke, şiddet ya da tacizle karşılık verdiğine tanık oldum. Kaynaklar, De Sade’ın okuldaki kurallara uymakta güçlük çektiğini, oldukça öfkeli ve uyumsuz bir çocuk olduğunu doğruluyor. Dostoyevski’nin yatılı okuldaki lakabının Ateş Fedya olduğunu ve Dostoyevski’nin babasının da alkolik, şiddet eğilimli, cinsel sapkınlıkları ayyuka çıkmış bir baba olduğunu hatırlayalım…

 

Sade, her şeye rağmen yirmi üç yaşına dek içindeki canavarı pek de açık etmez, ya da talihi yaver gider diyelim. Çağının diğer aristokrat çocuklan gibi iyi eğitim alır, tiyatroyu, sanatı, okumayı sever, har vurup harman savurmaya bayılır, Beauvoisin adlı metresiyle hayalindeki fantezileri gerçekleştirmeye koyulur. 1763’te diplomat olan babasının zoruyla Paris Parlamentosu başkanının kızıyla evlenir. Mayıs ayında evlenen Sade, birkaç ay sonra dadandığı bir randevu evinde, aşırı hareketlerinden dolayı tutuklanır. Bu olay malumun ilanı olur. O güne dek saklı gizli fantezilerle yetinen Sade bu olaydan sonra kendini erdemsizliğe tamamen teslim edecek, birkaç yıl sonra da baldızıyla kurduğu ilişki nedeniyle hapsedildiği Vincennes Kalesi’nde, içinde taşıdığı bu karanlık dünyayı yazıya dökerek, kendini ölümcül bir sodomist, sapık ve cani olmaktan öteye taşımayı başaracaktır.

 

De Sade her ne kadar, Dostoyevski kadar üstün edebiyat yapmayı başaramamış; edebiyat tarihine Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler benzeri üstün bir metin hediye edememişse de, yazdığı eserlerin insan ruhunun deşifresi açısından çoğunun ötesine geçtiğini söyleyebiliriz. Dostoyevski dâhil kendinden sonra gelen pek çok yazar ve düşünüre – Freud-Neitsche-Lacan- Facoult v.b.-  insan ruhunu tahlil etmek ve anlamak açısından öncüllük ettiği açıktır.

 

Sade’ın Yatak Odasında Felsefe isimli eserinde, suç ve ceza, özgürlük, tanrı, din, Katolik Kilisesi, konusunda yaptığı açıklamalar bir De Sade manifestosu olarak okunabilir. Roman diğer tüm eserlerinin toplamı bir eser niteliğindedir. Ve O’nu tanımak, anlamak isteyenler için yazılmış gibidir.

 

Sade söze, “ Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler; bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum: Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar.” (Sayfa,9) diyerek başlasa da gerçekte tüm roman, onu ele geçirmiş olan İd’in kendini gösterme, sonsuzluğa ulaşma şehveti gibi durmaktadır. Önce uzun pornografik sahnelerle okuru da kendini de erdemsizliğin dipsiz kuyularında gezdirir, “Bu etten küreler hakkında söz etmeme gerek yok; siz de benim gibi biliyorsunuz, Eugenie, bunlara gerdan, göğüs, meme denirse de bu adlandırmalar arasında bir fark yoktur; cinsel arzularda onların kullanımı büyük önem taşır; bir âşık zevk alırken onları gözünün önünde görür; onları okşar, eller, kimilerine göre zevk merkezi de orasıdır…” (Sayfa, 26) Ardından idle egosunu buluşturarak, düşündeki distopik dünyayı ağzındaki salyaları silmeye gerek duymadan tarif eder.

 

“Dostlarım, bu tür saçmalıklara inanmaya son verelim: Bunlar sağduyuya zarar verir Sodomi ve sevicilik doğayı ihlal etmez, buna iyice ikna olalım, tersine, doğaya can sıkıcı evlatlar getirecek bir birleşmeyi inatla reddederek

doğaya hizmet ederler. Şu konuda asla yanılmayalım, bu üreme asla doğanın yasalarından biri olmadı, olsa olsa bir hoşgörüdür, söylüyorum size. İnsan soyunun yeryüzünden silinmesi ya da yok olması doğayı ne ilgilendirir! Bu felaket basımıza gelirse her şeyin yok olacağına kendimizi kandırışımızdaki kibirle alay eder!” (Sayfa 99)

 

Tüm eserlerinde olduğu gibi burada da De Sade  Diderot ve Rousseau’nun doğacılıklarını miras alarak, insanların gerçek mutluluğu öğrenebilmeleri için  doğaya bakmanın yeterli olduğunu; Tanrı ve din benzeri engelleri reddederek insanın gerçeğine, özgürlüğüne kavuşacağını söylüyordu. Ona göre,
“Doğa insanın edebli olmasını amaçlasaydı eğer, kesinlikle onu çıplak doğurmazdı” (sayfa,138)

 

 

İnsanları sadece kendimiz için sevmemiz gerektiğini, doğadan daha egoist bir şey olmadığını, doğada suç diye bir kavramın olamayacağını, aptalca bir dinin vaaz ettiği yararsız erdemlerin; İyilik, insanlık, yardımseverlik, merhamet gibi sözde erdemlere insan ruhunda yer olmadığını söylüyor. Ve şöyle devam ediyordu:
“ Toplum için iyi olan yasalar, toplumu oluşturan bireyler için çok kötüdür, çünkü bu yasalar bireyi korumaya ya da bireyi güvence altına aldıkları andan itibaren onu rahatsız ederler ve yaşamının üçte birini esir alırlar… Bırakınız suç işleme fantezisi ruhunuzu coştursun…”(sayfa 110)

 

Ona göre, davranışların ve fantezilerin suç sayılması yersizdir. Çünkü suç, toplumsal bir değerdir. Bu nedenle, erdemi yüceltmek anlamsızdır. “Suç islemenin karsı konulmaz arzusunu insana kazıyan doğa, kendi yasalarını rahatsız edebilecek eylemleri insanlardan özenle uzak tutmayı bilmistir. Haydi dostum, emin ol ki geri kalan her sey tamamen serbesttir ve doğanın isleyisini bozmadığımız ya da altüst etmediğimiz sürece hiçbir sey saçma değildir.”(Sayfa,182)

 

ve Fransız halkına seslenirken bir Cumhuriyetçi’nin nasıl olması gerektiğini Din, ve Töreler başlığı altında madde madde anlatır; “kısacası, tek rehberi erdem, biricik freni de vicdan azabı olan bir cumhuriyetçiyi yönetmesi gereken şey, ne daha iyi bir dünyaya duyulan ciddiyetten uzak umut ne de doğanın bize yolladığından daha büyük kötülüklere duyulan korku olmalıdır.” (Sayfa, 129)

 

Sade romanın en başında ilan ettiği tanrıtanımazlığını tüm eser boyunca okura tavsiye etmeyi sürdürür, inananları ahmaklıkla suçlar, hatta daha da ileri giderek insanın tanrıya inanması için aklını yitirmiş olması gerektiğini söyler.  “Eğer madde bizim bilemediğimiz bileşimlerle davranıyor ve hareket ediyorsa, eğer hareket maddeye içkinse, sonuçta, uzamın engin düzlüklerinde göz alabildiğine uzanan ve tek biçimli, değişmez işleyişi bizde hayranlık ve saygı uyandıran tüm gökkürelerini enerjisi nedeniyle yalnızca o yaratabiliyor, üretebiliyor, koruyabiliyor, sürdürebiliyor ve dengeleyebiliyorsa, bu aktif yeti esas olarak eylem halindeki maddeden başka bir şey olmayan doğanın kendisinde bulunduğuna göre, bu durumda, tüm bunlara yabancı bir fail aramaihtiyacı nereden doğmaktadır? Sizin Tanrı’ya ilişkin kuruntunuz herhangi bir şeyi aydınlatabiliyor mu? Bunu bana kanıtlayamayacağınıza bahse girerim.”

 

Dinin,  yasaları ayakta tutmak ve iktidarın tahtını koruyan bir araç olduğunu düşünür,  neredeyse her satırda dine, tanrıya, yasalara sövmekten kendini alamaz.  Bir anarşist edasıyla, yasalar ve iktidar tarafından insana yüklenen ne varsa siler atar. Sade kendi distopyasını okurla paylaşırken öylesine aşkın bir coşkunluk, şehvetli bir itiraz halindedir ki ister istemez bir an için onun büyüsüne kapılır; içinde bulunduğunuz geleneksel yapıyı, yasaları, suç, ahlak k, iktidar, din, tanrı kavramlarını ve ilişkisini sorgulamadan edemezsiniz.

 

“Fransızlar, bağlılık yemini etmiş bir ruhbanın ruhunun muhalif bir ruhbanınkinden farklı olduğunu söyleyerek

Boş yere hayale kapılmayın; devletlerde öyle ahlâksızlıklar vardır ki asla telafi edilemezler. Sizin rahipleriniz, ettikleri yemine rağmen, yoksulluklarına rağmen, Hıristiyan dini sayesinde, bu dinin batıl inançları, önyargıları sayesinde, on yıla kalmaz ruhlar üzerinde işgal ettikleri nüfuzu yemden ele geçirirler; sizi yeniden krallara bağımlı kılarlar, çünkü birinin gücü her zaman ötekilerin gücünü destekler ve sizin temelden yoksun yapınız yok olup gider.” (sayfa,119)

 

Erdemsizliği en büyük erdem ilan eden ve tapınacağı tek tanrının Haz Tanrısı olduğu söyleyen Sade; Tanrı, Din, Yasa gibi insan özgürlünü kısıtlayan bu üç büyük kavramı yıktığında suç kavramını da yok etmiş olur. Baktığı tek yer doğadır. Doğada suç ve ceza kavramları hiçbir anlam içermez. Oradaki tüm varlıklar ihtiyaçlarını içgüdüsel olarak dilediklerince gerçekleştirdiğine göre insanın da ihtiyaçlarını arzularını gerçekleştirmesi için ne yasaya, ne duyguya, ne de vicdana ihtiyacı vardır. Doğada hırsızlık, cinayet, ensest, tecavüz diğer canlılar için suç değilse insan için neden suç olsundur.

 

Omuzlarınızda, günahlarınızı ve sevaplarınızı kaydeden melekler var mı bilmiyorum ama zihninizin derinliklerinde her duygunuzu, her davranışınızı yargılayan, onları kayıtlara geçiren bir mahkeme kurulduğunu biliyorum.

Olabilecek en korkunç mahkeme bu.

Yargılayan da sizsiniz, yargılanan da…

Ve, söyleyeceğiniz yalanların hepsini biliyorsunuz.**

 

İtiraz ettiği tüm kavramlarda yaptığı gibi, en çok tepki çektiği ensest kavramını da tarihi ve mitolojik olaylara göndermelerle parlatarak sayfalar boyu anlatır. Yazdıklarından ve ikna gücünden anladığımız kadarıyla anlattıklarının doğruluğundan yüzde yüz emindir.

 

“…ensest bize doğanın ilk yasalarınca buyrulmuştur, bunu hissederiz çünkü bize ait olan nesnelerden alınan zevk bize her zaman daha tatlı gelmiştir. İlk kurumlar ensesti teşvik eder; toplumların kökeninde ensest vardır; tüm dinler ensesti kutsamıştır; tüm yasalar ensesti teşvik etmiştir. Evreni baştanbaşa kat edersek, her yerde en- sestin yerleştiğini görürüz. Poivre Sahili’ndeki ve Rio-Gabon’daki zenciler kendi karılarına ve öz kızlarına fahişelik yaptırır; Juda krallığında, büyük oğul babasının karısıyla evlenmek zorundadır; Sili halkları kız kardeşleriyle, kızlarıyla ayrımsız yatarlar ve çoğu zaman hem anneleriyle hem de kızlarıyla evlenirler. Tek kelimeyle, ensestin, temeli kardeslik olan her yönetimin yasası olması gerektiğini ileri sürme cüretini gösteriyorum. Kişinin annesinden, kız kardeşinden ya da kızından yararlanmasının suç olduğunu aklı basında insanlar nasıl düşünebildiler! Size soruyorum, doğa duygusunun daha yakın kıldığı nesneden yararlandığı için daha fazla saygı görmesi gereken bir adamı suç işlemiş gibi göstermek iğrenç bir önyargı değil midir?

 

 

Sonuç olarak, İnsan da diğer hayvanlar gibi yapmalı,  yemek istediği elmayı uzanıp ve almalıdır.  Hepsi bu…

 

 

 

 

Aysel Karaca

 

 

 

*Simon de Beauvoire, De Sade’ı Yakmalı mı? YKY, 1997

 

** Ahmet Altan, Hürriyet Gazetesi köşe yazısı, 4 Aralık 2005

 

*** Marki De Sade, Yatak Odasında Felsefe, Ayrıntı Yayınları, 2016

1 thoughts on “Beni Ya Yakmalı Ya Öldürmeli… Marquis De Sade/ Aysel Karaca

  1. panzehir_dergi dedi ki:

    Aysel Hocam
    Marki de Sade yazınızı okuyunca bir kez daha ufuk açıcı, eğitici, sorgulayıcı muhteşem bir deneme ile karşı karşıya kaldım. Günah, erdem, ahlak, tanrı-insan-doğa arasında gittim-geldim. Metinler arası ilişkiler kuran analizlerinizle felsefeye, psikanalize, edebiyata disiplinler arası yolculuklara çıktım. Bilginize, yüreğinize sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir