BEN FERİDE

 

Yorgunum, hem de çok yorgunum. Yorgunluk sadece bedensel olsa, sıcak bir duş ve iyi bir uykudan sonra kendimi daha iyi hissetmem belki mümkün olabilirdi. Ama ne mümkün! Yorgunluk çoktan ruhuma sızmış. Dillere destan olan enerjik hallerim, ele avuca sığmaz davranışlarım, çocuktan daha çocuk muzırlıklarım sahi nereye kayboldunuz? Beni ne zaman terk ettiniz?

Tüm gün okulda çalışmakla kalmıyor, özel ders verdiğim çocukların evleri arasında koşturuyorum. Evi çekip çevirmek, Necdet ile babasının rahatını sağlamak, paşazade ya da daha güncel ifadeyle mirasyedi ruhlarını doyurmak için çırpınıyorum. Ancak birbirinin kopyası iki melankolik erkeği mutlu etme çabam sonuçsuz kalıyor diye üzülmeden edemiyorum.

Necdet büyüdü, koca adam oldu. Onca emeğime, sevgime ve yönlendirmeme rağmen mızmız, şikâyetçi, talepkâr birine dönüştü.  Annesini çok küçük yaşta kaybetmişti. İlk kez kucağıma aldığımda henüz dört yaşını sürmekteydi.  Babası gibi sarışın ve sevimli ve aynı şekilde nazlı bir çocuktu. Bu nazlı hali artarak devam etti, sürekli şımartılma ihtiyacı içinde yaşayan birine dönüştü.

Sahi nerede kaldı sevgili kocam?  Rutin mesaisi çoktan bitmiştir. Kolej günlerinden eski arkadaşları ile happy hour için gene Sultanahmet’teki otelin barına mı takıldı? Yoksa nereden, nasıl geliştiğini anlayamadığım at yarışları merakı yüzünden sonradan edindiği bıçkın tipli dostları ile bir ganyan bayisinin dibindeki karanlık kahvehanede kupon mu dolduruyor ?

Kendimi bildim bileli, neredeyse sekiz-dokuz yaşlarımdan itibaren özel bir düşkünlüğüm olan bu nazenin adama hem çok kızdım hem de çok sevdim. Notre Dame de Sion üniformamın üzerine giymiş olduğum lacivert pardösümü çıkarıp, üşümesin diye oturduğu kayanın üzerine serdiğimde henüz on beş yaşındaydım. O anda sarf ettiğim sözleri aradan geçen uzun yıllardan sonra hala hatırlıyorum: “Bundan sonra seni korumak benim görevim oluyor”.

Annesi ve babası tarafından şımartılmış, Erenköy’deki köşkte dadılar ve hizmetliler arasında el üstünde büyütülmüş sarışın delikanlı kibar tavırlı, nazik ve zarifti. Hemcinsi kimi erkekler gibi kabadayılık yapmaz, bağırıp çağırmaz, sportif faaliyetlere katılmazdı. Kadınlar gibi giyimine düşkün, modayı takip eden, nasıl göründüğünü önemseyen, kadınlarla nasıl konuşulması gerektiğini iyi bilen bir salon adamıydı. Her zaman kadınların bulunduğu ortamların aranan kavalyesi olmuştur bizim yeşil gözlü Sarı Çıyan.

Hayatı boyunca doğru dürüst çalışmamıştı. Hepimizin çok genç olduğu o uzak dönemde dört yıl kadar Amcasının görev yaptığı Madrid elçiliğinde memurluk yapmıştı. Hayatı boyunca aile mülklerinin kira geliriyle yaşamıştı. Ama her şeyin bir sonu vardı.

İşte, o son geldiğinde yeni bir başlangıç yapabilmek için hayata hazırlıklı olmak gerekiyordu. Size yeni bir şans verildiğinde, bu şansı kullanabilmek için donanımlı olmak gerekiyordu ama bu da yetmiyordu bazen.

Örneğin ben. Fransız Kız Lisesi mezunuydum. İlkokuldan itibaren bu okulda tam on yıl okumuştum, ana dilim gibi Fransızca biliyordum ama evlendikten hemen sonra içinde uyandığım bu yeni yaşamda tutunabilmem için bunu bir mesleğe dönüştürmem gerekmişti. Pedagoji eğitimi alarak liselerde yabancı dil öğretmenliği yapabilme hakkını kazanmıştım. Allahtan mezun olduğum Fransız Lisesinin diploması artık tanınıyordu. Nasıl unuturum,  uzak günlerde köşkten kaçtıktan sonra Milli Eğitim Müdürlüğüne gittiğim o ilk sabahı. Elimde kırmızı kurdele ile bağlı rulo şeklindeki lise diplomamın her kapıyı açacağına nasıl da güveniyordum. Diplomamın geçerli olmadığını öğrendiğimde duyduğum şaşkınlığı ve üzüntüyü hala tüm canlılığıyla hatırlıyorum.

Uzun ve yıpratıcı çabalardan ve bekleyişten sonra Bursa’nın yolu bile olmayan Zeyniler köyüne bir öküz arabasının arkasında gitmiş, ahırdan bozma yerde bir sınıf kurmuş, orada Munise’yi tanımıştım.

Çok uzun sürmemiş, Batı Anadolu’da oradan oraya savrulmuş, kâh ortaokullarda öğretmenlik, kâh zengin evlerinde mürebbiyelik yaparken yolum Kuşadası’na düşmüştü.  İstanbul’dan ayrıldıktan beş yıl sonra Tekirdağ’daki teyze evinde kuzenim Kâmran ile yeniden karşılaştığımı ve evlendiğimizi bilmem söylememe gerek var mı?

Bugün ise bambaşka bir hayata tutunmaya çalışıyoruz. Derin bir aşkı ve müthiş bir hayal kırıklığını ruhumda taşıyarak Anadolu’nun köy ve kasabalarında ayakta kalmaya çalıştığım açlıktan bayılma noktasına gelince mürebbiyelik yapmak üzere İzmir’deki köşke sığındığım o zor zamanlardan sonra bu evlilik içinde mutluluğu yakalamam beklenirdi doğal olarak.

Ne gezer. Bu hayata çalışmak, sevdiklerimi kollamak için her koşulda didinmek üzere doğduğuma inanıyorum. Peki, benim sevdiklerim de beni seviyor mu? Kâğıt üzerinde öyle görünüyor, roman satırlarında öyle okunuyor ama gerçek yaşamda işler pek öyle yürümüyor.

Nikâhımızın kıyıldığı akşamın ertesi sabahında gelin yatağımda uyandığımda her şey bambaşkaydı. Sadece yanımda uyumakta olan Sarı Çıyan aynıydı. Yattığımız oda ve eşyalar değişmişti. Kendimi toparlayıp, pencereden baktığımda bayırdan koşarak inmeyi sevdiğim kumsal bile değişmişti. Etraf yeni evlerle dolmuştu.

Kamran’ı uyandırdım, mızmızlanarak gözlerini açtığında bana sarılmak istedi ama yüz vermedim. Onu zorla pencerenin önüne götürdüm ve çevreyi gösterdim, odadaki eşyaları üzerimizdeki yatak giysilerini gösterdim. Bana şaşkınlıkla bakıyor, ne demek istediğimi bir türlü anlayamıyordu. beş yıl önceki muzır Çalıkuşu’nun geri döndüğünü, ona şaka yaptığımı düşünüyor, beni sakinleştirmeye çalışıyordu.

Kafam karmakarışık olmuştu, ne diyeceğimi, nasıl düşüneceğimi, işin içinden nasıl çıkacağımı bilemiyordum.  Kamran’ın gösterdiği ilgi ile biraz yumuşamış ve sakinleşmiştim. Giyinip, alt kata inmeye razı oldum. Teyzelerim, eniştelerim ve kuzenlerim büyük masanın başında kahvaltıya inmemizi bekliyorlardı. Kamran’ın dört yaşındaki oğlu Necdet “Anne” diye çığlık atarak bana doğru koştu ve eteklerime sarıldı. Eğildim, çocuğu kucağıma alarak oyalandım ve masanın etrafındaki yakın akrabalarımı gizlice süzdüm. Hepsi aynı görünüyordu. Sadece giysileri biraz daha Avrupai tarzdaydı. Müjgân’ın ve Nihal’in başı açıktı. Teyzelerimin saçlarını ipek örtüler kısmen örtmekteydi. Herkes merakla ve heyecanla bize bakıyordu. Öyle ya biz yeni evliydik.

Masada yanına oturduğum Aziz eniştemin önündeki katlı gazete dikkatimi çekmişti. Gazete Latin harflerle basılmıştı. Çok şaşırmıştım, Eniştemin Fransızca gazete okuduğunu o güne kadar hiç görmemiştim. Gazeteye uzandım ama şaşkınlığım daha da arttı. Gazete Latin harfleriyle basılmıştı ama kelimeler Türkçe idi. Nasıl davranmam gerektiğini bilemiyor, endişe ve şaşkınlıktan dudaklarımı kemiriyordum. Gözüm gazetenin başlığındaki tarihe takıldı.  Eylül 2002 yazıyordu. Ama biz 1922 yılındaydık.  Hiç bir şey anlamamıştım. O sırada masada neşeli konuşmalar sürüyor, Kamran’a tatlı tatlı takılıyorlardı. Sakin olmaya, normal görünmeye gayret ediyordum. Kahvaltıdan sonra dayanamadım, sevgili kuzenim Müjgân’ı bir kenara çektim ve uyandığımdan beri beni şaşırtan değişiklikleri anlatmaya çalıştım. Çok endişelenen Müjgân hemen Kamran’ı yanımıza çağırdı ve benim anlattıklarımı ona tekrarladı. Her ikisi de duyduklarına şaşırmışlardı. Benim başımdan geçen onca olaydan sonra tam evlendiğim gece psikolojik bir sarsıntı geçirmiş olabileceğimi düşünüyor ve biraz dinlenirsem geçeceğini umuyorlardı.

Onlarla tartışacak halim yoktu, beni anlamıyorlardı. Susmaya ve günün gelişmelerini sessizce izlemeye karar verdim. Tüm gün evliliğimizi kutlamak için gelen ziyaretçileri karşılamak, onlarla ilgilenmekle geçti. Evin konuklarla dolup taşması işime gelmişti. O kalabalıkta kimse şaşkınlığımı ve her şeye nasıl yabancı ve uzak olduğumu, konuşmaları şaşkınlıkla izlediğim fark etmiyordu. Gün sona ererken 1920’lerden bir şekilde koptuğumu ve zamanda yolculuk yaprak, seksen sene sonrasına ulaştığımı öğrenmiştim öğrenmesine ama hala bir anlam veremiyordum olan bitene.  Bütün ailem de benimle birlikte seksen yıl sonrasına geçivermişti ama bunda sorun gören sadece bendim.

Eniştelerim ve Kamran akşam yemeği için çarşıdan döndüklerinde kocam bana bir paket uzattı. Çok sevdiğim fondan kutusunu hemen tanımıştım. Yanında bir de kitap vardı. Ünlü muharrir Reşat Nuri Güntekin’in bir romanı. Aaa! Üzerinde benim adım yazıyor! Çalıkuşu.

Daha fazla dayanamayıp, hemen orada, evin girişinde düşüp, bayılmışım.

Günlerce hasta yattım. Tekirdağ’daki tüm doktorlar evi ziyaret etti ya da biz modern hastaneleri ve muayenehanelerini ziyaret ettik. Doktorların önerdikleri sakinleştiriciler altında odamda dinlenirken yatağımın başucunda duran Çalıkuşu’nu elime aldım ve yavaş yavaş okumaya başladım.  Haklıydım, roman beni ve evlendiğim geceye kadar olan hayatımı anlatıyordu. Üstelik ön sözünde hangi dönemde yazıldığını ve basıldığı da açıklanmıştı. Yavaş yavaş sakinleştim, önce ilaçlardan ve doktor ziyaretlerinden kurtuldum. Kalbimin derinliklerini dinledim, o zehir gibi olduğu söylenen aklımı kullandım ve lise yıllarımı yeniden hatırladım. Daha 1900’lerin başında Avrupa’da ilim ve fen çok ilerlemişti. Okulumuzun kütüphanesinde bulunan her türlü güncel dergi ve gazeteler, romanlar hatta yeni yeni ortaya çıkan bilim kurgu kitapları vardı. Uzun yatılılık dönemimde muzırlık yapmaktan yorulduğumda, çok az hatırladığım annemi ve babamı özlediğim, kendimi çok yalnız hissettiğimde zayıf yanımı kimseye göstermek istemediğimden bu kütüphaneye sığınır, kendimi avutmak için elime geçen her türlü gazete ve kitabı yorgunluktan sızana kadar okur, dergilerin resimlerine bakar, yeni icatlardan haberdar olurdum. Tam olarak anlamasam da zamanda yolculuk, başka evrenler hakkında bir şeyler duymuşluğum vardı.

Lise yıllarında okumuş olduğum fendeki son gelişmeler ve deneysel çalışmalardan aklımda kalanlar bir romandan çıkıp üstelik tüm roman karakterlerini de yanıma alarak, seksen yıl sonrasına ve üstelik fiziki bir hayata geçiş yapmamı açıklamıyordu.

Yapacak bir şey yoktu. Madem akıllıydım, madem dayanıklıydım, 1900’lü yılların zor koşullarında ve hatta savaş döneminde bile ayakta almayı başarmıştım, o zaman bana verilen bu yeni hayata da tutunmayı becermeliydim.

Aradan yirmi yıl geçti. Artık kırk beş yaşındayım. Kamran ile birlikte Necdet’i sevdik, koruduk ve okuttuk. Başka çocuğumuz olmadı, ben doğuramadım, olmadı, tüm çabalarım sonuçsuz kaldı. Okuldaki öğrencilerimle ve Necdet’in varlığıyla avundum. İstanbul’da Erenköy’de eski köşklerin apartmana dönüştüğü bir sokakta oturuyoruz. Romanda olduğu gibi gerçek hayatta da öğretmenlik yapmaktan mutluyum ama Kamran ile paylaştığım bu evlilikte çok mutlu olduğuma emin değilim.

Romanda bir eli yağda bir eli balda yaşayan, hazır yiyen, baba köşkünde rahatına bakan nazik kocam 2000’lerin İstanbul’unda iyice bocalamaktaydı. Eş dost aracılığıyla bulunan işlere çoğu kez burun kıvırıyor, çalıştığı dönemlerde de sık sık hastalıklar iler sürerek, uzun izinler alıyor, işine sarılmayı bir türlü beceremiyordu. Gününü dinlenerek, deniz kıyısında ve parklarda yürüyerek, en çok da müzeye dönüştürülen saraylar tekrar tekrar ziyaret ederek ve eski arkadaşları ile yarenlik ederek geçirmeye bayılıyordu. Başlangıçta bu durumda bir sakınca görmemiştim. Ancak, içine uyandığım koşullar çok parlak değildi. Rahmetli Hayrullah Bey’in sevgili doktorumun Kuşadası’nda bıraktığı miras bu yeni yaşama benimle birlikte gelmemişti. Kocamın çok çalışması gerekiyordu ama O maalesef çok çalışmayı bilmiyordu. Bu devirde kimsenin kimseye bir faydası yoktu. Tüm ailenin bir arada olduğu o büyük konaklar, köşkler, geniş sofralar dönemi artık kapanmıştı. Her koyun kendi bacağından asılıyordu bu yeni dünyada.

Yeni gerçekliğe hala tam olarak alışabildiğimi söyleyemem. Son yirmi yılda “mış” gibi yaparak yaşadım. Kendimi, düşüncelerimi saklamayı öğrendim. Başka ne yapabilirdim ki? Benden başka hiç kimse Kamran ve tüm akrabalarım bir romandan çıkıp, 80 yıl sonrasına savrulduğumuzu bilmiyordu. İlk yıllarda bundan söz etmeye kalktığımda bana ya “hasta” ya da “deli” gözüyle baktıklarını gördüğüm için bu konuyu bir daha açmamaya karar vermiştim.  Tüm ailem yaşadıkları bu döneme ait olduklarına çok emindiler. Elimden gelen bir şey yoktu. Sevdiklerimi yitirmemek için onların hikâyesine inanmış gibi yapmaktan başka bir çözüm bulamadım.

Ailemi seviyordum, Kamran’ı, Necdet’i, Müjgânı, teyzelerimi, eniştelerimi, kuzenlerimi seviyordum. Onların olmadığı bir dünyayı tanımıyordum ki zaten. Madem onlar buradaydılar. O halde ben de burada kalır, burada onlarla mutlu olurum diye düşünüyordum. İşler umduğum gibi gitmedi. Büyüklerimizi art arda kaybettik. Kuzenlerim eşlerinin işleri nedeniyle Anadolu’nun farklı şehirlerine, hatta yurt dışına yerleştiler. Eskisi gibi sıklıkla görüşemez olduk. İstanbul’da uzak akrabalardan başka yakınımız kalmadı. Hem bu dönemde insanların birbirine gidip gelmesi, zaman ayırması çok güçleşti. Her birimiz kendi dar çevremizde yaşamak zorundayız. Uzun çalışma saatleri ve trafik yoğunluğu insanları hücresel yaşamlara mahkûm ediyor.

Tiyatroyu, sinemayı ve telefonu önceki yaşamımdan zaten biliyordum, öğrencilerimin de yardımıyla internet kullanmayı, akıllı telefonla her işimi halletmeyi de zamanla öğrendim. Her fırsatta internette yabancı kaynakları da araştırdığım halde hala bana ve bize ne oluğunu, gerçek/fiziki dünyaya nasıl geldiğimizi anlayabilmiş değilim. Televizyonu sevemedim. Ev işi yaparken ve öğrencilerimin ödevlerini kontrol ederken teknolojik gelişmeleri anlatan belgesellere kulak kabartmak dışında televizyonla hemen hiç ilgilenmiyorum.

Zaten televizyonun kumandası Necdet ile babasının elleri arasında gidip gelirken benim başım dönüyor. Yalnız, bir gece eski siyah-beyaz filmleri izlerken uyuya kalan Necdet’in üstünü örtmek üzere salona döndüğümde yerimde çakılıp kaldım. Ekranda ben vardım. “Lisemin misafir salonunda bana fondan getirmiş olan kuzenimle aklım sıra dalga geçiyor, onu iğnelemeye çalışıyor, bir yandan da kutudaki fondanları birer birer dilimin üstünde eritmeye bayılıyordum.”

Usulca kanepeye Necdet’in ayakucuna oturduğumu hayal meyal hatırlıyorum. Siyah beyaz filmin içinde kaybolmuştum.  Neden sonra kendime geldiğimde, filmin bittiğini, oyuncuların ve diğer görevlilerinin adlarının ekranda akan jenerikte belirdiğini gördüm. Türkan Şoray adını okuyunca heyecanlandım. Evet, Feride’yi yani beni canlandıran sanatçı Türkan Şoray’mış.  Ben Feride, nam-ı diğer Çalıkuşu, Reşat Nuri’nin kaleminden sonra Türkan Şoray’ın oyunculuğunda bir kez daha var olmuştum.

Ertesi sabah erkenden internet bilgimi sonuna kadar kullanarak, Çalıkuşu Feride’yi araştırdım. Aman Allahım! Neler neler buldum. Meğer Aydan Şener adlı bir oyuncu da televizyon dizisinde Feride’yi canlandırmış bir zamanlar. Ama o Feride olamamış ki, hatta yanından bile geçememiş.  Çok üzüldüm. 1986’da bu diziyi izleyenlerin Çalıkuşu’nu asla tanıyamamış ve anlayamamış olduklarına eminim.

Koca Osman Seden 1966’da yönetmiş olduğu sinema filmindeki Çalıkuşu Feride’nin ruhunu 1986’da çektiği bu televizyon dizisiyle yok etmekten çekinmemiş. Ah para, sen nelere kadirsin.

Birkaç yıl önce yeniden çekilen Çalıkuşu adlı iki ayrı televizyon dizisinden söz etmek bile istemiyorum. Diğer yandan romanımızın ruhunu bozmadan tiyatro oyununa uyarlayan Necati Cumalı ve çok başarılı bir baleye dönüştüren Merih Çimenciler ise saygıyı hak ediyorlar.

Yıllar önce, tüm İstanbul’un önce laleler ve leylaklar, sonra erguvanlar, begonviller ve mor salkımlarla rengârenk boyandığı bir bahar günü ailece gittiğimiz Büyükada’da eski günleri hatırlamış ve fayton gezisi yapmamız için ısrar etmiştim. Faytonumuz Adanın gölgeli yollarında, köşkler ve bahçeler arasında yol alırken, karşıdan gelen faytona yol vermek için bir ara duraklamıştı. Sadece giriş kapısını görebildiğim bir köşkün önünde durmuştuk. Başımı sağa çevirdiğimde kapının yanında bir plaket çakılmış olduğunu fark ettim. “Reşat Nuri Güntekin 1937-1956 yılları arasında bu köşke yaşamıştır” yazıyordu.

Birden çok heyecanlandım. Bir zamanlar Kuşadası’nda öğretmenlik yaptığım okul, Kurtuluş Savaşı sırasında aniden hastane olarak kullanılmaya başlayınca okulda kalmış olan bazı kitaplarımı almak için uğradığım gün başhekimimle karşılaştığım o ilk anda duyduğum heyecanın aynısını duymaktaydım. Babamı bulmuş gibi Doktor Hayrullah Bey’in boynuna atılmıştım.  Şimdi de aynı heyecan içindeydim. Faytondan inmek için hamle yaptım. Şimdi de Reşat Nuri’yi bulmuştum, birazdan O’na kavuşacaktım. Beni en iyi O anlardı. Başıma gelenleri ona anlatmalıydım. Hareketlendiğimi gören Kamran “ne oluyor”” diye koluma yapışırken, fayton da yeniden hareket etti.

Bir yandan ağlayarak, bir yandan da elimle kolumla anlatmaya çalışıyordum. “Reşat Nuri’ Beyefendiyi görmem, onunla hemen konuşmam lazım” diyordum. Telaşım ve heyecanım devam ediyordu etmesine ama nasıl olduysa Necdet’in sesini duydum. “Yılar önce bir okul gezisinde biz bu köşkü ziyaret etmiştik anne” diyordu. “Reşat Nuri Güntekin 1956’da ölmüş, evi bir müze değil ama ziyaret etmek mümkün”.

Artık Necdet’i dinlemiyordum, yeniden dalıp gitmiştim. Önce annemi yitirmiştim. Bebeklik çağımın mucizevi ilacı Fatma adlı Arap sütannemden koparılmış, babamın bir ayağı sakat emir eri Hüseyin’den ayrılmak zorunda kalmıştım. Yatılı okuldayken subay babamın Osmanlı coğrafyasının uzak bir köşesinde öldüğünü öğrenmiştim. Küçücük bir çocukken evlat edindiğim Munise’mi tam gelinlik çağına girerken kuşpalazından kaybetmiş, aylarca kendimi toparlayamamıştım. Bir baba sevgisiyle sığındığım Doktor Hayrullah Bey’i de benden kanser illeti koparmıştı. Ya şimdi. Tam yazarımı buldum derken; derdime deva olacak tek ve son şansımın da ben bu dünyevi hayatıma uyanmadan önce çekip gittiğini öğrenmiş olmaktan çok etkilenmiş, içinde bulunduğum durumu anlamakla ilgili kalan son umudumu da böylece yitirmiştim.

Toparlanmam ve günlük hayatıma dönmem oldukça zor oldu. Çok şükür ki, mesleğime, öğrencilerime, Necdet ve Kamran’a duyduğum sorumluluğum vardı. Onları koruyup, kollamam gerekiyordu.

O günden sonra ben çok değiştim. Adeta kurudum, soldum ve görevlerini hakkıyla yapan bir tür makineye, son günlerde herkesin hayatımızı pek yakında işgal edeceklerini söylediği robotlardan birine dönüştüm.

Bugün geri dönüp baktığımda, “keşke, Reşat Nuri’nin büyülü satırlarından hiç çıkmasaydım. sonsuza kadar orda yaşasaydım” diye düşünüyorum sık sık.

Köşkün geniş bahçesini, tırmandığım meyve ağaçlarını, köşkün bitmeyen misafir kalabalığını çok özlüyorum. Hatta yolu ve elektriği olmayan ücra köyleri, bana “Gülbeşeker” adını takan Çanakkaleli beyleri, “Çalıkuşu” adını armağan eden öğretmenimi, en çok da Munise’yi ve Doktor Hayrullah Bey’i özlüyorum. Diğer yandan romanda yaşamaya devam eden adaşımı da fena halde kıskandığımı söylemeliyim.

Onca özlediğim, yıllarca gözyaşı döktüğüm, kendisinden kaçtığıma pişman olduğum Sarı Çıyan Kamran’ı bu yirmi yıllık evliliğin deneyimiyle özler miydim, doğrusu pek emin değilim. Kamran gerçek dünyada da romandaki gibi “beyzade” konumunda yaşamak istedi hep. Bana her zaman sevgi ve şefkat gösterdi, çok kibar davrandı ama hiçbir işin ucundan tutmaya yanaşmadı, ortak yaşamı kolaylaştırmak için gereken çabayı asla göstermedi. Bu konuda serzenişte bulunduğumda; ya uymazlıktan geldi ya da küsüp, darıldı. Necdet’i büyütmek ve eğitmek de sadece benim görevime dönüştü. Gerçi bu görevi memnuniyetle yerine getirdim ama sevgili Kamran’ın bu süreci uzaktan izlemesine de doğrusu hem bozuldum, hem de derinden kırıldım.

Kendisini hiç eleştirmedikleri için eski kolej arkadaşlarının yanında neşesi yerine gelen, genç veya gençliğe veda etmek üzere olan kadınların bulunduğu ortamlarda gözleri ışıldayan, bambaşka bir enerjiyle dolan zarif hayat arkadaşımın rahatını sağlamak için kendime çok yüklendiğimi düşünmeye başladım bir süredir.

Bazen dalıp gidiyorum, rüya ve hayal arasında geziniyorum: “Okulunu çoktan bitirmiş olan Necdet bir işe girince ve kendi yaşamını kurunca, en son mutlu olduğum yere, Munise ve Doktor Hayrullah Bey’in sonsuz uykuya yattığı topraklara gitsem, bir köye yerleşsem, armutla beslediğim koyunlarımdan dünyanın en lezzetli sütünü sağsam, halâ okuma yazma bilmeyen genç gelinlere, büyükannelere okuma yazma öğretsem, benim gibi öksüz ve yetim çocukların başını okşasam, Hayrullah Bey’in bana “yüz görümlüğü” olarak verdiği yetimhaneyi yeni baştan kursam…”

Ben Feride, nam-ı diğer Çalıkuşu, İpek Böceği, Gülbeşeker, Fındık Kurdu.

Sahi, neden beni romanımda rahat bırakmadınız? Benden ne istediniz?

Neden sizin sevgisiz, duygusuz ve erdemlerini çoktan yitirmiş olan dünyanıza davet ettiniz?

Birsen Karaloğlu

 

Not: İlkokul 4. Sınıfı bitirdiğim 1967 yazında tanıştım Feride ile. Bugüne kadar sayısız kere yeniden okudum. Her seferinde yeniden duygulanarak, hatta içimi çeke çeke ağlayarak.

24 Nisan sabahı uyurla uyanıklık arasında duyduğum iki sözcüklü bir çağrı ile uyandım. Bir ses  “beni yaz” diyordu. Arka arkaya bir iki kere tekrar etti. “Ben feride, beni yaz” diyordu.

Birden uyandım, yavaş yavaş kendime geldim. Kitaplığımdan lime lime olmuş, defalarca tamir görmüş, perişan Çalıkuşu’nu aldım ve uzun yıllar sonra gözlerim dolup, taşarak bir kez daha okudum.

Reşat Nuri Güntekin Evi : https://www.turanakinci.com/portfolio-view/buyukada-resat-nuri-guntekin-kosku/

 

 

 

 

6 thoughts on “BEN FERİDE/ Birsen Karaloğlu

  1. Melek Koç dedi ki:

    2000 li yılların Feride’sini keyifle, imrenerek, kıskanarak okudum. Hem güzel, hem uzun hem de hiç sıkmadan yazmayı bana da öğretin lütfen…

    1. Birsen Karaloglu dedi ki:

      Sevgili Melek Hanım,
      Övgünüzü hak edebilsem keşke. Hep çok ve uzun konuştuğum için yazarken de sözcükleri seçmeden dolu dizgin gidiyorum.
      Hiç abartısız söylemeliyim. Bunu Feride kendi yazdı. Ben sadece klavyeye dokundum.
      Çünkü yataktan Feride’nin sesi ile uyandığım o gün Çalıkuş’unu baştan sona bir daha okudum. Bugünün Feride’sinin yaşamındaki ve duygularındaki hemen tüm ayrıntıları Reşat Nuri’den kopya çektim. Ben kurgu yapamam hiç.
      İlgi ve desteğiniz için çok teşekkür ediyorum. Sizi sevgiyle selamlıyorum.

  2. Sevgili Birsenciğim,
    Yeniden Feride karakterini seçmen, Feride’yi günümüz dünyasına taşıman ve ona ruh katan film, dizi oyuncularını, yönetmenlerini vb. anman harika bir bağdaştırma olmuş. İmgelem dünyan son derece zengin belli oluyor… Sanırım gerçek öykülerin. romanlarına kapı açtın, diye düşünüyorum bu yazınla. Kutlarım.

  3. Birsen Karaloğlu dedi ki:

    Berna Hocam, beni şımartmayın ne olur? Kurgudan çok korkuyorum, Başlayıp, beceremeyip, mutsuz olmaktan ödüm kopuyor.
    Böyle yavaş yavaş kıyıdan, köşeden, Genel Yayın Yönetmenimizni vereceği yazma ödevlerinden yola çıkarak birkaç adım atmak benim için yeterli olacaktır diye düşünüyorum.

    Bir yandan da sizin beğenmiş olmanızı ve beni cesaretlendirmenizi çok önemsiyorum. Çünkü eğitmen, öğretmen, şair ve yazar kimliğinizle kaleminizden çıkan her değerlendirmenin samimi olduğuna inanıyorum.. Sağ olunuz, var olunuz.

  4. Ali İhsan Tunçağıl dedi ki:

    Sevgili arkadaşım, harika olmuş Feride yı günümüze taşıman. Zeka ve derin birikimin ürünü olduğu hissediliyor. Tebrik ediyorum.

  5. Birsen Karaloglu dedi ki:

    Kıymetli Arkadaşım,
    20 yaşımdan bu yana desteğiniz ve sevginiz hep benimle oldu, çok teşekkür ediyorum. Sizi sevgiyle selamlıyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir