Bademli Limanı
Gün henüz doğmuştu. İçimdeki “kalk kalk kalk” sesinin peşine düşüp, yoldaşlarımı da uyandırmaya kıyamayarak sessizce süzülüp çıktım odadan. Hedefim bir kilometre ötedeki Bademli Limanı’na yürüyüp keşif yapmak. Limandan çok balıkçı barınağı ile iskele arasında bir yer aslında. Köşeyi dönüp oteli arkamda bırakarak yolun iki tarafındaki zeytin ağaçlarına bir kez daha aşık olup, yüzümde gülümseme, gözümde hayranlıkla ilerlerken bir yandan da bisiklet ile köy okuluna gitmek üzere yolda olan çocuklar ile selamlaşıp gülüşüyoruz.
“Günaydın çocuklar, iyi dersler” diye sesleniyorum karşıdan gelen ikiliye. “Sağ ol Ablam” diye cevap geliyor esmer, gamzeli oğlandan.
“Abla” dedi ya, kesin günüm güzel geçecek.
Sağ tarafım deniz ama henüz göremiyorum çünkü zeytin bahçeleri yol boyunca benimle beraber ilerliyor. Demir kapılar bahçeler boyunca hep açık. Köpek sesleri kuş seslerine karışıyor. ‘Gir içeri’ diyor içimdeki ses. ‘Zeytin ağaçları seni çağırıyor. Ama diyorum kendime; köpekten falan korkmam da, en fazlası havlar. Özel mülk buralar. İzinsiz giremezsin, ayıp olur’. Asfalt yolda yürümeye devam ediyorum. Sağ tarafta bir amca, motosikletin üzerinde duruyor. Sol elinde bir ip ve ipin ucunda bir köpek. Çoban köpeği kırması belli. İpi boynuna geçirmiş köpeciğin, yürütmeye çalışıyor. Köpecik geri geri kaçıyor. Amca elini kaldırıp köpeciğin başına bir şaplak atınca “ıyyyk” diye bağırıyor garibim. Pek de perişan. Bu arada benim de tüm yaylar geriliyor. Amcaya da epey yaklaştım zaten. “Amca” diyorum “neden vuruyorsun çocuğa? Çekme ipi öyle boynu kırılır. Hem gidemez ki o seninle birlikte motorun ardından”. Amca belli ki biraz mahcup oluyor. “Kaçıp duru gızım bu evden. Geri götürcem” deyip motoru zeytinlerin altına bırakıp köpecik ile birlikte yola koyuluyor. “Hadi köpecik git evine” diye sesleniyorum ardından içim buruk. Sonra ‘mutsuz olmasa kaçar mı hiç evinden’ diyorum kendime.
Üç beş adım atıyorum ki bir araba geçiyor asfalttan sessizliği yararak. Kuş seslerini bastırdı diye çok kızıyorum arabaya.
Sonra bir şarkı takılıyor dilime çocukluğumdan;
‘Bir gün okula giderken,
Her şeye dikkat ederken’ diye başlayıp devam eden.
Zeytin bahçeleri bittiğinde denizle kavuşuyoruz. Sağ taraf Sunar’ın Yeri Restoran, yer denizle beraber. Karabiber ve okaliptüs ağaçlarının dalları suyla buluşuyor. Öyle kapısı falan yok kapalı duran bekçisi de. Sadece sandalyeler masaya çapraz kapanmış. Örtüler uçuşup, kedi köpek üstünde yatmasın diye. Sanki az sonra zil çalıp herkes bahçeye çıkacak gibi, yaşanmaya hazır.
Bahçeye girip, şöyle bir dolanıp bir kaç fotoğraf çekiyorum. Yine izinsiz girmenin mahcupluğu ile ” akşama size geleceğiz. Duyduk ki gün batımının seyrine doyum olunmuyormuş hem de Berna’cığımın doğum günü bugün, burada kutlayacağız” diyerek çıkıyorum dışarı. Artık önümde hiç bir engel yok. Liman tamamı ile görüş alanımda. Bir an kalakalıyorum gördüğüm güzellik karşısında. İçim kaynayıp taşıyor, coşuyor yüreğim kanat çırpıyor, müjganlar mutluluktan yelpaze. Sağ elim sol elime çakıp sevinç nidaları atıyor. Gri balıkçıl kuşu arzı endam ediyor, adeta bir ressama poz veriyor. Kimse gelip geçmesin istiyorum yoldan. Doğanın sesine ses katmasın. Yavaşça ilerliyorum limana doğru. Liman konum olarak oldukça derin. Haliç ile Dalyan arası. Hal böyle olunca sazlar var yer yer kıyıda, diplerde. Balıklar için doğal yaşam ve üreme alanı. Bir balıkçı kürek çekerek ilerliyor. Küreğin suya vurup çıkma sesi kulaklarıma doluyor. Tam ‘Fıış fışş kayıkçı, kayıkçının küreği’…
Limana doğru yürüyorum. Gri balıkçıla biraz daha yaklaşıyorum.
Limanın arkasındaki tepeden yine bir otomobil geliyor homur homur. Bilmem benim homurtum mu yüksek otomobilin ki mi? Neyse ki gri balıkçıl tekrar iniyor suya, aynı yere. Belli ki orada güzel bir kahvaltı bulmuş, ayrılamıyor.
Saat sekiz oldu. Limana, teknelerin arasına dalıyorum.
Hayat çoktan başlamış burada. Miçolar uyanmış, komşu tekneler ile sohbet halinde. Pek neşeliler, diğer balıkçıları çekiştirip eğleniyorlar. Havada tatlı bir dedikodu meltemi esiyor. Bir teknenin yanından iskelenin ucuna geçerken burnuma çok yoğun tiner kokusu doluyor. Genzim ve gözlerim yanıyor açık havada. Usta çoktan yarılamış teknenin boyasını. Bir de Ege türküsü dilinde. Çay bardağı da boya kutusunun yanında. ‘Ne güzel’ diyorum, ‘mavi kubbe altında deniz üstü tinerli çay kafası’.
Teknelere doğru biraz daha yürüyünce sesler, gülüşmeler çoğalıyor, ben de frene basıp geri dönüyorum.
Bu sefer deniz solumda kalıyor. Bakış açım değişiyor. Güneş biraz yükselmiş. Gökyüzü suya inmiş. Dilim tutuluyor. Keşke bu “an” a hapsolsak. İçimde aniden suçluluk duygusu ve bir pişmanlık peyda oluyor. Keşke yoldaşlarımı da uyandırsaydım, onlar da bu güzellikleri görselerdi diye düşünüyorum. Bir de video çekeyim bari diyorum. Videoda ki tek bozuk ses benim ayak sesim oluyor. Artık dönüş yolundayım. Kayıkçı da dönüyor liman ağzından. Sunar’ın yerine giriyorum tekrar. Kayıkçı yaklaşıyor restoran tarafına. Yandaki iskeleye bağlayacak kayığını.
“Rastgele” diye sesleniyorum benim fış fış kayıkçıma. “Eyvallah” diye sesleniyor. “Var mı balık?” diyorum. Bir balık çıkarıyor livarından. “Bir buçuk kilo siparişim vardı bugün ama ancak bu çıktı şimdilik. Ağlarım var ileride” diyor ve devam ediyor, “dün gelseydin üç buçuk kiloluk levreğin resmini çekerdin” diyor gururla. Sonra balık elinde bana poz veriyor.
“Şimdi köye gidiyorum” deyince de “bak bu zeytinliklerden kıyı kıyı git. Köye varırsın” diyor. “Ayıp olmaz mı?” diyorum, “insanların bahçesinden geçmek”. “Hiç bir şey olmaz” diyor. “Atlayıver şu duvarın üstünden bahçeye. Teee karşına tel örgü gelinceye kadar. Sonra yola çıkarsın”. Benim istediğim de bu değil miydi zaten? Demiştim ben günüm güzel geçecek diye. Neyse, kayıkçı ile vedalaşıp daha doğrusu ben öyle olduğunu zannedip döndüm arkamı. Atlamam gereken duvara baktım ve günümün güzel devam etmesini istediğime karar verdim. Duvardan atlamayı seçsem denize düşme olasılığım yüzde doksan. Artık kayıkçım gözünde beni nasıl canlandırdıysa.
Duvarı takip edip zeytinliğin kapısını buldum ve içeri girmek için davranmıştım ki fış fış kayıkçım karşımda. “İşte dedi bu yolu takip et, teee tel örgülere kadar. Hiç korkma, ayıp olmaz”. Kayıkçımla el sallaşarak ayrıldık.
Allah yolumuza hep güzel insanları çıkarsın.
Deniz ve zeytinler. Tam öldüm derken yaşama yeniden başlamak.
Ölüp ölüp dirilmek, asla pes etmemek. Bahçedeki tüm zeytin ağaçlarının tanımı kısaca bu. Ölümsüzlük ağacı, ölümsüzlük meyvesi. Kralların yiyeceği. Tam da içindeyim masalın. Ağaçların şekillerinden yeni masallar uyduruyorum kendime. Ayaklarım toz toprak. Sağa sola sallanarak yürümeye çalışıyorum. Taşlı tarla dedikleri bu olsa gerek.
Tek tek bakarak, görerek, severek zeytin ağaçlarını ve pembeli yeşilli buğulu çocuklarını. Tel örgüyü görüp yola doğru yöneliyorum. ‘Yoldaşlar uyanmış mıdır?’ deyip bir mesaj atıveriyorum “Doğum günü kızı uyandı mı acaba?”
Gördüklerimin huzuru, mutluluğu ve enerjisi ile sarılıyorum yoldaşlarıma. Güzel bir kahvaltı ve sonrası keşfedilecek rotalar bizi bekliyor.
19.09.2019
Ayşe Eser Kuşata