AZAP

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, tepenin yamacındaki küçük köy evinin önünde gölgeler oynaşmaya başlamıştı. Hatun gelin kucağında çalılarla eve girerken, Senem Abu süt dolu helkesiyle çalmarın kapısından seslendi. “Gelin, ocağı yak, Ali’yi uyandır!” Hatun ocağa koyduğu çalıları tutuşturdu. Yan taraftaki eski sekünün kapısındaki tokmağı vurup “Ali, hadi kalk!” diye seslendi. Bu sırada Hasan Çavuş yıkadığı elini yüzünü kurutmak için ocak başına oturdu.

Senem Abu getirdiği sütü kara kazana boşaltıp sacayağına yerleştirdi. Hatun gelin tahta sofrayı ocağın önüne koydu, kucağındaki ekmekleri kaynanasına uzattı.” Yumurta ile yağ da getir,” dedi.

Sofra kurulurken yan taraftaki sekünün kapısı gıcırdayarak açıldı. Kapıda on iki-on üç yaşlarında esmer, ince yapılı, çelimsiz bir çocuk belirdi. Üstünü başını düzelterek dışarıya doğru yöneldi.

Ocaktaki alevlerin ve kapıdan sızan güneş ışığının aydınlattığı evde sofra kurulmuş, cızırdayan tereyağı ve kaynayan sütün kokusu her yeri sarmıştı. Hasan Çavuş iyice kırlaşmış bıyıklarını düzelterek çorbasını kaşıklamaya başlamıştı ki az önce dışarı çıkan çocuk yine sessizce gelip, ıslak yüzünü silerek sofraya oturdu. Senem Abu çorba tasını tepeleme doldurup önüne uzattı “Hadi, sana yumurta da kırayım,” dedi. Ali, kaşığı alıp yavaş yavaş çorbasına uzandı. Ocaktan ışık vurdukça yuvarlak yüzündeki, güneş yanığı soyuklar görünüyordu.

Hasan Çavuş “Bugün nereye götüreceksin malları?” diye sordu. “Himmet Yurdu’na doğru giderim, “diye fısıldadı Ali. Oradan Fındıklı’ya geç, şimdi iyi ot vardır orda,” dedi Hasan Çavuş. Onlar konuşurken kadınlar da evin işlerini sıraya koyuyorlardı.

Önce Hasan Çavuş kalktı sofradan. Ardından Ali onu takip etti. Dışarı çıktılar.

Hasan Çavuş; çalmarın içindeki ineklerin danaların bağlarını çözüp onları dürterek kaldırırken, Ali değneğini alarak çalmarın söğüt dalından örme kapısına dikildi. Gelen hayvanları götüreceği yola doğru çeviriyordu.

Senem Abu, elinde dağarcıkla geldi Ali’nin yanına. “Sıcak ekmek, çökelek koydum,” diyerek uzattı. Ali, dağarcığı beline doladı, ipini bağlarken ekmeğin sıcaklığını hissetti. Senem Abu avucundaki kesme şekerleri Ali’nin cebine koyup ” Kimseye verme emi!” diye tembihledi. Ali’nin yanık, yuvarlak yüzüne bir gülümseme yayıldı. Herkes ona “Azap” diye seslenirken Senem Abu hep “Ali” derdi. Babası onu bu eve getirip, Hasan Çavuş’a teslim etmişti. Akşam ocak başında otururken çaresizlik içinde kıvranarak “Oğlum size emanet, naçar kalmasam onu azap vermezdim” demişti. O günden beri Senem Abu Ali’yi şefkatle kollamıştı.

Ali, yola dizilen hayvanların arkasından yürüdü. Boyundan uzun değneği ve dizlerine kadar uzanan ceketinin içinde yürüyen bir korkuluğa benziyordu. Hasan Çavuş ile Senem Abu arkasından onu izliyorlardı. Hasan Çavuş “İyi çıktı bizim Azap,” dedi. Senem Abu “Yuvadan ayrılmış bir garip kuş, gelip bir çalıya sığınmış” diyerek başını salladı.

Ali önündeki hayvanları tarlaların arasındaki patika yoldan karşı tepelere doğru sürdü. Hava iyice ısınmıştı. Ceketini çıkarıp omzuna attı. Eliyle gözlerini siper ederek gölgelik bir yer aradı. Az ilerde pelit ağaçları ve kuşburnu çalılıkları vardı. Oraya doğru gidip gölgeye serdi ceketini, oturdu. Hayvanlar usul usul yayılıyorlardı. Gökyüzüne baktı. Bulutlar bir dağılıp bir toplanıyor sonra dağların üstüne doğru süzülüyorlardı. İşte o dağların ardındaydı köyü, anası, babası ve kardeşleri. Bir buluta otursam, gitsem köye doğru. Evimizin önüne bıraksa beni.  Kapıda oynayan Emine ile Mıstığı öpsem. Sonra eve girsek. Anam ” yavrum kara gözlüm,” deyip kucaklar beni diye hayallere daldı.

Öğlen olmak üzereydi. Hayvanları büyük çayıra götürüp köyün diğer çobanlarıyla buluşacaktı. Hayvanlar söğütlerin altında yatarken onlar yemeklerini yiyip, oyun oynayacaktı. Değneğine dayanıp doğruldu. İnekleri, danaları toplayıp büyük çayıra doğru sürdü.

Çocukların çoğu gelmiş, azıklarını açıp, söğütlerin gölgesine oturmuşlardı Onu görünce seslendiler. “Azap, Azap”. “Azap geliyor”. “Hasan Çavuşgilin Azap”. Ali’yi gören Çayan Bekir kalkıp üstüne doğru yürüdü. Gözlerini dikti, kaşlarını çattı.” Kesme şekerin var mı?” diye sordu sertçe. ” Var, “dedi Ali. ” Bana verirsen seni oyuna alırım,” dedi sırıtarak. Ali, hiç sesini çıkarmadan ceketinin cebindeki şekerlerden birkaçını uzattı. ” Çayan Bekir şekerleri hızlıca avuçlayıp “Tamam, gel otur” dedi. Çocuklar dağarcıklarını açıp ekmeklerini çıkardılar. Kimi çökelek dürmeci yaptı. Kimi yumurta soydu. Bu sırada Çayan Bekir ağzındaki şekeri şapırdatarak oynayacakları oyunu anlatıyordu.

Oyuna dalan çocuklar uzaktan çan sesleri gelene kadar vaktin nasıl geçtiğini anlamamışlardı.” Geliyorlar!” diye bağırdı birisi. Köyün davarı geliyordu. Herkes değneğini alıp hayvanlarını toplamaya koştu.

Ali hayvanlarını toplayıp çayırın karşısındaki çamlığa doğru giderken gülüşmeler ve mâni sesleri geliyordu. Kadınlar, kızlar, gelinler çamlıkta ellerinde helkeler ve stillerle davar sağmak için bekliyorlardı. Senem Abu her zamanki yerine oturmuş, sarı saçlı, kestane gözlü Gülkız ile konuşuyordu.

Biraz sonra sıcaktan birbirinin kuyruklarına saklanarak gelen koyunlar, keçiler çamların gölgelerine dağıldılar. Herkes kendi davarını seçip sağmaya başlamıştı. Ali de koyun ve keçileri tutarak Senem Abu’ nun oturduğu yere götürüyor, süt sağarken değneğine dayanarak onu izliyordu. Ara sıra gözlerinin üstüne dökülen uzun seyrek saçlarının arasından Gülkız’ a bakıyordu. Bunu fark eden Senem Abu “Bacılığımın kızı, Gülkız! Sütü sağdın mı? Diye seslendi.” Sağdım, Senem Abu” diye şakıdı Gülkız. Helkelerini alıp yanlarına geldi. Ali’nin yüreğinde minik bir kuş kanat çırpıverdi.

Sağım bitmiş kadınlar, gelinler, kızlar kenara çekilmişti. Karşı taraftan gelen çan seslerine koyun ve keçilerin melemeleri karıştı. Anneler ve yavruları var güçleriyle, birbirlerine doğru koştular. Morlu beyazlı koyunlar, kırçıl keçiler, yavrularını arıyor, annelerini bulan oğlaklar ve kuzular kalan sütü emmek için memelerine saldırıyorlardı.

Koyunlar kuzularına, keçiler oğlaklarına kavuşmuş, meleme sesleri kesilmişti. Artık herkes için ayrılık vaktiydi. Kadınlar, gelinler, kızlar helkeleri kollarında gülüşüp şakalaşarak köyün yolunu tuttular. Davar çobanları anaları ve yavruları birbirinden ayırarak ağıllarına doğru sürdüler. Ali ve diğer çocuklar ise hayvanlarını kaldırıp karanlığa kalmadan köye varmak üzere yola çıktılar.

Ali’nin sabah geldiği yol gözüne büyüdü. Kestirme yoldan Fındıklı deresinden geçip gitmeye karar verdi. Hem, Hasan Çavuş oraya gitmesini tembihlemişti. Hayvanlar, yamaçtan aşağı dereye doğru inen patikaya dizilip ağır ağır yürüdüler. Ali bir süre arkalarından yürüdükten sonra derenin sesini duyunca koşarak hayvanların önüne geçti. Dereye gelince onları durdurdu. Değneğine dayanarak ıslık çalmaya başladığında hayvanlar uzun uzun su içtiler.

Ali, değneği ile dereyi yoklayarak geçecekleri sığ bir yer aradı. Değneğini birkaç yere batırıp çıkardıktan sonra aradığı yeri buldu. Hayvanları oraya yöneltti. Onlar alışkın oldukları için teker teker suya girip karşıya doğru geçmeye başladılar. Ali lastiklerini çıkarıp, paçalarını sıvadı. Ceketini ve lastiklerini koltuğunun altına sıkıştırıp suya daldı, yürümeye başladı. Soğuk su bacaklarına değince ürperdi. Karşıya baktı. Hayvanlar kıyıya çıkıyorlardı. Ceketi ve lastikleri ıslanmasın diye kollarını havaya kaldırarak derenin ortasına doğru dikkatlice ilerledi.

Babası onu bu köye getirirken de sudan geçmişlerdi. “Geçerken suya bakmayacaksın Ali, su seni çeker,” diye uyarmıştı. Bir ara beline kadar çarpan suyla irkildi. Gözleri aşağı kaydı. Su derinleşmişti. Adım atmakta zorlanıyordu.

Birden sudan çıkan beyaz atlar ağızlarından köpükler saçarak üstüne doğru koşmaya başladı. Nereye kaçsa her yandan üstüne doğru geliyorlardı. Suyun içinde sağa sola yalpalamaya başladı. Gözlerini köpük saçan atlardan alamıyor, birinden kaçsa diğerine çarpıyor, suda çırpınıp duruyordu. Ayaklarının altındaki taşlar ve kumlar kaydıkça su derinleşmiş, boğazına kadar yükselmişti.

Başını yukarda tutmaya çabalarken gözlerini sudan ayırıp havaya baktı. Güneş dağların ardına doğru çekilmeye başlamıştı. Gökyüzü maviden sarıya dönüyordu. Güneşten iki sarı ışık düştü iki yanına. Bir kolundan kestane gözlü Gülkız, diğer kolundan anası tuttu. Ağzı köpüklü beyaz atlar kayboldu.  Kıyıya doğru yürüdüler. Ayakları toprağa değdiğinde yüreğinin gürültüsünü susturmak için derin bir nefes aldı.

Ceketi, elbiseleri, lastik ayakkabıları ıslanmıştı. Hemen üstündekileri çıkarıp çalıların üstüne serdi. Hayvanlara baktı. Yavaş yavaş köyün yolunu tutmuşlardı. Islak ıslak tekrar giydi elbiselerini. Hayvanlara yetişmek için hızlı adımlarla yürüdü. Akşam serinliği çıkmıştı. Dudakları morarmış, titremeye başlamıştı. Saçlarının ucundan su damlacıkları, kirpiklerinden azap gözyaşları dökülüyordu.

 

 

2 thoughts on “AZAP/ Zeynel Özbalçık

  1. Ali Dikdere dedi ki:

    Zeynel beyin her öyküsü birbirinden güzel. Her öyküsündeki hüzün bu öyküsüne de vardı. Severek okudum. Emeğine sağlık Zeynel bey. Can-ı gönülden kutluyorum.

    Ali Dikdere

  2. ZEYNEL Özbalçık dedi ki:

    Tesekkür ediyorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir