AYŞE KULİN’İN İZİNDE 4. BÖLÜM / Gizli Anlar Yolcusu

 

Ayşe Kulin’in kitaplarından izlenimlerimi ilk kez 1 Mayıs günü paylaşmıştım. Bu dördüncü ve umarım son yazı olur. Kulin’in roman karakterlerinin peşine düşmekten, iz sürmekten sıkıldım.

Kulin’in anı-roman ve biyografi-romanlarını hatta anılarını ilgiyle okuduğumdan, kurgu romanlarını ise  “Önerilecekler” listeme koymadığımdan daha önce de söz etmiştim.

Yazarın bazı kitaplarında maddi-teknik eksikliklere takılıp, romanın içine giremediğimi, kitapta kurgulanan hikâyeye epey dışardan bakarak okuyup bitirdiğimi anlatmıştım.

Özellikle eşcinsel aşkın anlatıldığı dört kitaplık seri hakkında uzun uzun yazmıştım. Serinin ilk üç kitabını bu süreçte yeniden okuduğumu, hatta yazarken bazı ayrıntıları kontrol etmek için her birinin sayfalarını defalarca yeniden karıştırdığımı da biliyorsunuz.

Kurgu kitapları arasında hakkında en çok konuşulan, dedikodusu fazlaca yapılan ilk iki kitabın (Gizli Anlar Yolcusu ve Bora’nın Kitabı) fotoğrafını da bu yazıya ekliyorum. Dün; yazarımızın Ayşe Arman ile bu iki kitap için yapmış olduğu söyleşiyi okudum. Eşcinsel aşkın anlatıldığı bu romanlarla ilgili olarak koparılan yaygarayı ve Kulin’in bu eleştirilere verdiği yanıtları merak edenlere bu söyleşiyi internetten bulup, okumalarını öneririm.

https://www.hurriyet.com.tr/canim-istedi-escinsel-romani-yazdim-19229554

Ayşe Kulin diğer kitapları hakkında da eleştirmenlerin tutumundan duyduğu üzüntüyü defalarca ifade etmişti. Çeşitli söyleşilerinde, “Ben, çok satmak gibi büyük ayıbı olan bir yazarım” dediğini biliyoruz. Kitaplarının çok satması nedeniyle suçlanmasına, bazı edebiyat çevreleri tarafından edebiyatçı olarak ciddiye alınmamasına, biyografi yazarı olarak tanımlanmasına haklı olarak çok kırılmıştı.

Benim de üzüldüğüm bir anısını paylaşmak istiyorum: Nefes Nefese adlı romanının yayınlandığı dönemde bir gün Doğan Hızlan tarafından televizyon programına davet edilir. Programa bir yazar daha davetlidir. Söz sırası Kulin’in gelince, Doğan Hızlan ilk sorusunu sorar: “Kitabınız için çok işlenmiş, çok popüler bir konu seçmişsiniz. Herhalde iyi bir satış bekliyorsunuz!”

Ne desin? Nasıl cevap versin bu giriş cümlesine Kulin?

Yakışıyor mu duayen edebiyat eleştirmeni, yılların entellektüeli Doğan Hızlan’a bu cümle?

Kulin’in yazdıklarını hafife alabilir, kitaplarını popüler yazın olarak değerlendirebilirsiniz. Ama programınıza davet ettiğiniz konuğunuza daha açılış cümlenizde saldırganca davranmanız affedilemez. Lafı dolandırmaya hiç gerek yok. Kulin’e yapılan ayıptır.

Doğan Hızlan madem televizyonda bir edebiyat programı yapıyor, o halde sadece Kulin’in popülerliğinden yaralanmak ya da aşağılamak için iyi edebiyatçı olmadığını düşündüğü Ayşe Kulin’i davet etmemeliydi.

Ünlü bir kadın yazarımız da, yıllar önce, kitapları satış rekorları kıran Kulin için;  “O edebiyatçı değil” demiş ve hayran okuru olan beni bile üzmüştü.

Kulin son yıllarda yaptığı söyleşilerde; hakkındaki eleştirileri okumadığını ve dar bir edebiyatçı çevresine sıkışmış, “eski” değerlere tutunmuş eleştirmenlerin söylediklerini önemsemediğini defalarca belirtti. Kulin; üniversitelerde “Eleştiri” bölümleri açılmaya başlamış olmasını memnuniyetle karşıladığını, halen bu bölümlerde öğrenim gören gençlerin gelecekte yeni nesil eleştirmenler olarak yapacakları değerlendirmeleri beklediğini söylüyor.

Biyografi ve dönem hikâyesi olarak yazdığı kitapları ve kaleme aldığı anılarıyla binlerce kişinin; belki de okul dışı kitapla ilk kez tanışmasını, kitap okumasını sağlamış olmasını tek başına muazzam bir başarı olarak görüyorum.

Otuz beş adet yayınlanmış kitabı bulunan yazarımızın özellikle Adı Aylin ve Nefes Nefese adlı kitapları birçok dile çevrildi. Nefes Nefese tam otuz iki ülkede yayınlandı ve İtalya’da “Yabancı Çeviri Roman” dalında ödül aldı. Ayşe Kulin yazını hakkında Yüksek Lisans ve Doktora tezi yazıldı.

Bu başarıları nasıl küçümseriz?  Hele de; “edebiyatçı” kimlikleri ile üniversitelerde, özel kurslarda yazma dersi vererek, para kazanan onlarca yazarımızın tek bir kitabının bile, herhangi bir dile çevrilmediğini ve dar bir arkadaş/tanış çevresi dışında okunmadıklarını bilirken.

Artık konuyu toparlama zamanı. Önceki üç yazıda Kulin kitaplığından ayrıntılı olarak söz ettim, bazılarının konularını bile anlattım. On gündür elimde olan, evirip çevirdiğim Kulin kitapları hakkında son olarak, genel gözlemlerimi sıralamak istiyorum.

Anılarının bir yerinde alfabemizden “28 harfli” olarak söz ediyor. İki dilde okuyup yazdığı için karıştırması muhtemeldir. Ancak burada da; hem çok acele yazıp bitirme ve hemen yayınlama telaşının varlığı, hem de düzeltmenlerin hatası söz konusudur.

Ayşe Kulin’in romanlarındaki kadın kahramanların üzücü bir durumla karşılaştıklarında, kötü haber aldıklarında baygınlık geçirmeleri benzer ögelere bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.  Anılarında da, konak ahalisinden kimilerinin, büyükannesinin ve anneannesinin üzücü habere bayılarak tepki verdiklerini sıklıkla okuruz. Bizzat yazarın kendisinin de, İlkokul çağındaki büyük oğlu Mete’nin, evdeki bir parti sırasında camlı kapıya çarpıp, elini kestiğinde kısa bir baygınlık geçirdiğini anılarından öğreniyoruz.

Gene Yazarımızın anılarında rastladığım bir cümle ile devam ediyorum: “Orhan Pamuk, ‘bir kitap yazdım, hayatım değişti,’ diye yazmıştı.

Şimdi hiç olmadı! Bir başka yazardan “alıntı” yaparken biraz daha özenli davranmak gerekmez mi?

Orhan Pamuk’un daha 1994 Ekim ayında yayınlandığında; iki ayda, on iki baskı yapan Yeni Hayat kitabının açılış cümlesinin doğrusu şöyledir: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.”

Otuz yedi yaşımın birikimiyle, Yeni Hayat romanını anlayabilmek için nasıl kıvrandığımı hala hatırlıyorum.

Üslup farkı tam da bu örnekte ortaya çıkıyor. Severek okuduğum Ahmet Ümit’in romanları da, Ayşe Kulin’in romanları gibi olay akışına dayalıdır. Yüksek/derin edebiyat eseri olma iddiasında değildir. Dil yalın, anlatım akıcıdır ve merak uyandırır. Romandaki karakterlerin derin iç analizleri yapılmaz, polisiye türüdür ama okuru sarar, sarmalar içine alır ve bazen tatlı tatlı bilgi de verir.

Örneğin Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası adlı romanını okuduktan sonra, Bizans (II. Roma-Doğu Roma) döneminin başkentinde meydanları birbirine bağlayan ‘İmparator Yolu’nu adım adım yürümek için bir hafta sonu özel olarak İstanbul’a gidip, imparatorlar zamanında meydanlara yerleştirilmiş ünlü anıtların izini zevkle sürdüğümü belirtmek isterim.

Bana göre Ayşe Kulin ve Ahmet Ümit benzer kulvarlarda koşuyor ama farklı alanlarda yazıyor. Yazdıkları için “yeni” diyemeyiz pek.

Orhan Pamuk ise bambaşka bir kulvarda, hiç acele etmeden, oya gibi işleyerek, adeta damıtarak yazıyor. Son dönemdeki kitaplarının bazı bölümleri hariç “özgün” sözcüğünü hak ediyor. Örneğin Masumiyet Müzesi özgünlük abidesidir kanımca.

Bu kapsamda; Mehmet Eroğlu’nun romanları da özgün değildir ve hatta her romanda adı değişen ama kişiliği adla değişmeyen bunalımlı, dürüst, aykırı karakter olarak tanımlanan erkek kahramanı artık okuru bıktırmış bulunmaktadır.

Yeniden Ayşe Kulin derlememize dönersek; önceki yazılarımda söz ettiğim, bu yazının da ilk paragraflarında andığım Gizli Anlar Yolcusu adlı içeriği nedeniyle gürültü çıkaran romandan bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum.

Gizli âşıklardan yaşlı ve zengin olanı İlhami,  bir yıldan bile az süren ilişkileri sırasında genç ve fakir sevgilisini Pekin’e götürür, ayrıca armağan olarak, Rolex saat ve Apple bilgisayar alır. Hatta Bora’nın Cihangir’de kirada oturduğu küçük, bakımsız evi de satın alır, onartır, döşer. ABD’ye gittiğinde ise Bora’nın laf arasında beğendiğini söylemiş olduğu ünlü bir saat markasından da yeni bir saat daha alır ama arkasını yazdırmak için İstanbul Akmerkez’de bıraktığı mağazadan geri alamadan ortalık karışır. (Acaba ünlü markalı saat hala o mağazada mı duruyor?)

Buna karşılık Bora, kırklı yaşlarının sonundaki sevgilisine yani İlhami’ye çok sayıda tüylü oyuncak alır. Öyle ki; Derya habersiz olarak Bora’nın evine geldiğinde bir raf dolusu ayıcık türü oyuncak görünce çok şaşırır.

Ayşe Kulin kitabı hakkındaki soruları yanıtladığı birkaç söyleşide “eşcinsel aşkı bilmediğini, aşkın kimler arasında olduğunun bir önemi olmadığını, duyguların benzer olduğunu düşündüğünü” söylüyor ve ekliyor. “Sadece yayın temsilcime eşcinsel ilişkide taraflar birbirine ne tür hediye verir, diye sordum.”

Olmaz ki! Zaten az sayıda kaçak buluşmalar yaşanırken, Çin’den birlikte satın aldıkları ipek ceketi bile Bora’nın evinde bırakmak zorunda olan İlhami’ye, hepsi Bora’nın evindeki rafta tozlanmaya mahkum, bir raf dolusu yumuşak oyuncak hediye alınması hiç mantıklı değil. Bana göre, Yazarımız hediye konusunu oldukça abartmış ve hikâyenin akışında gerçeklik duygusu kaybolmuş.

İlhami, iş ortağı Handan’a Pekin kitap gezisi hakkında bilgi vermediğini, iş yerindekilerin şimdilik bu seyahati bilmesini istemediğini kızına ve eşine anlatır, konuşurken pot kırmamalarını tembih eder.  Bora ile birlikte gittiğini herkesten gizlediği Çin gezisinden dönüşte, getirdiği ipek elbiselerin rengi konusunda karısı Eda ve kızı “keşke hangi renk istediğimizi bize sorsaydın” dediklerinde, gezi öncesinde grafik tasarımcı olması nedeniyle onlara yakışacak renkleri Bora’ya danıştığını söyler. Aslında renkler isabetli seçilmiştir ve zaten Pekin’de alışverişi bildiğiniz gibi, Bora ile birlikte yapmışlardı.

Bunu niye anlatıyorum. Çünkü İlhami’nin, son derece gizli hazırlandığını, sadece ailesini haberdar ettiğini ısrarla vurgulamış olduğu Çin gezisi hakkında Bora’ya önceden bilgi vermiş olmasını, hata ailesine alacağı hediye konusunda Bora’ya danışmasını karısı ve kızı nedense hiç yadırgamıyor.

Kısacası, hikâye akışında gene bir dikkatsizlik söz konusu. Düzeltmenlere bir selam daha gönderelim mi?

Ayşe Kulin hakkındaki bir eleştiride şöyle okumuştum. “Romanlardaki kahramanlar Akmerkez dışında alışveriş yapmazlar mı?’ Home Store’ ve ‘Mikla’ dışında bir yerde yemek yemezler mi?”

Bunun gereksiz bir eleştiri olduğunu düşünmüştüm okuduğumda. Sonra kitapları yeniden okurken iş ortağı ve eski sevgili olan İlhami ve Handan’ın roman boyunca, en az iki kez Home Store’da birlikte öğle yemeği yediklerini, İlhami’nin Bora’ya armağan ettiği bilgisayarı Akmerkez’den aldığını, başka bir gün ABD’den satın almış olduğu marka saati arkasına sevgilisine hitaben yazı kazınması için Akmerkez’deki bir mağazaya bıraktığını, Handan ile Akmerkez’deki Remzi Kitabevi’ne giderken, kısa süre sonra patlayacak bombanın fitilinin yürüyen merdivenlerde ateşlendiğini vb okuyup, şaşırdım.

 

Hele Beyoğlu bölgesindeki Mikla teras bar ve lokantanın romanlardaki yeri oldukça şaşırtıcı.

Örneğin; Derya Londra’dan yeni yıl tatili için geldiğinde annesi Eda,  kızını ağırlamak için bir arkadaşından ününü duyduğu Mikla’da akşam yemeği programı yapar. Aynı romanda bir süre sonra, İlhami ve karısı Eda bir gece Beyoğlu’na giderler. Kızları Derya’nın arkadaşları ile zaman zaman gittiği caz kulübünün ne tür bir yer olduğunu öğrenmek isterler. Ancak, Kulüpte henüz müzik başlamadığı için beklemek üzere muhteşem manzaralı Mikla’nın barına çıkarlar.

Henüz bitmedi; aynı romanda aile dostları Nihat da, İlhami ve eşini Mikla’da yemeğe davet eder.

Haksızlık etmeyelim, İlhami roman boyunca konuklarını (sevgilisini, eşi ve kızını, çocukluk arkadaşını) sadece Arnavutköy’deki balıkçıya götürüyor.

Mikla Teras Bar ile “Kanadı Kırık Kuşlar” romanında yeniden karşılaşıyoruz. Tıp öğrencisi Esra savaş muhabiri erkek arkadaşıyla 2013 ve 2016’da Mikla’da buluşur.

Ayşe Kulin; bu romanları yazarken, hikâyede kullanacağı lokanta, bar ve kulüp gibi mekanlar için yayıncısından öneri istediğini bir söyleşisinde kendisi anlatmış.

Anlaşılan; çalışmaktan, gezmeye vakti kalmayan, disiplinli ve çok üretken olduğunu bildiğimiz Ayşe Kulin yakın çevresinden aldığı yüzeysel bilgileri romanlarına serpiştiriyor.

Yazarımız; aynı bar-lokantadan 2011’de yayınlanan ve 2010 yılında gerçekleşen olayları anlattığı romanda üç kez söz ettikten sonra, aynı mekânı 2016’da yayınlanan diğer romanında iki kez, 2013 ve 2016’da geçen olayları anlatırken neden kullanır ki? İstanbul’da manzarası olan başka teras barlar olduğundan yazarımızın haberdar olmadığını mı düşünelim?

Meraklısına notlar babından; Mikla’nın, Asmalı Mescit semtinde, The Marmara Pera Otel’in üst katında,  şahane manzaraya sahip bir lokanta ve bar olduğu bilgisini de paylaşmış olayım.

Ayşe Kulin uzun yıllar boyunca çeviri yaparak, dergi ve gazetelere yazılar yazarak, hayatını kalemi ve yoğun emeği ile kazanan dört çocuklu bir annedir.

Öykülerinden oluşan Güneşe Dön Yüzünü adlı ilk kitabını nasıl yayınlandığının öyküsü çok ilginçtir. Yıl 1984, Ayşe Kulin kırk üç yaşına gelmiştir, öykülerinden oluşan dosyası çeşitli yayın evlerinden geri dönmüştür. Sonunda, Yazarlar Kooperatifi -YAZKO yöneticisi “kağıdını kendin satın alırsan, basarız” der. Çünkü yayınevi zor durumdadır, batmak üzeredir. Ayşe Kulin mecburen bu koşulu kabul eder. O günün koşullarında; kitabın provasını dizgiden matbaaya götürmekte olan çırak yolda düşer ve dizgiler birbirine karışır. Korkusundan kimseye bir şey söylemeyen çırak, yere düşen harfleri rastgele boş yerlere tıkıştırır. Dolayısıyla baskıdan çıkan kitap ciddi baskı hatalarıyla doludur. Kitap buna rağmen okunur ve beğenilir.

Yazarımız, kitaplarının basılmasının çok geç gerçekleştiğini, okurla buluşmakta geciktiğini, kalan zamanının azaldığını, yazacak çok hikâyesi olduğunu söyleşilerinde sıklıkla ifade etmektedir.

Kulin’e telaşı nedeniyle hak vermekle birlikte, yazdıklarını hiç dinlendirmeden, dikkatle gözden geçirebileceği zamanı kullanmadan, hemen baskıya yetiştirmesi, her yıl bir kitabının, bazı yıllar iki kitabının yayınlanması şüphesiz kitapların içeriğini de etkilemektedir.

Bu koşullarda “çok satan kitaplar, iyi edebiyat örneği değildir” diyenlerin eline koz geçebiliyor. Bazı romanlarda aynı motiflerle (kanadı kırk kuş, kırmızı elbise) benzer söylemler (hayat akan bir sudur, hayatın geçilen kapıları vb) aynı cümle kalıplarına sıklıkla karşılaşmak edebiyat tadını azaltabiliyor.

Örneğin hem Handan romanında hem de Kanadı Kırık Kuşlar romanında yer veriyor. Hatta tanıtım yazılarımın ilkinde anlattığım Tutsak Güneş romanında da tek kişilik iktidara karşı başlatılan eylemlerin şekli, çıkış noktası, örgütlenmesi, eylemlerde kadınların varlığı, öykü gelecekteki bir ülkede geçtiği ve Gezi doğrudan anılmasa da;  Gezi Parkı direnişi ile büyük benzerlik taşımaktadır.

Bazı kitaplarını çalakalem yazdığını düşünmeme rağmen çok akıcı bir anlatımla ve duru bir Türkçe ile yazan Ayşe Kulin’in kitaplarını her zaman bir solukta, bir gecede, okuduğumu belirtmek isterim. Okurunu hiç yormayan, kolay akan öyküler anlatıyor. Ancak çok kolay okununca, anlatılana yeterli dikkati vermek mümkün olmuyor. Hikâyeler dizi film gibi akıp gidiyor. Kitaplarında çoğunlukla, iyi kötü benzer çevrelerin, benzer sosyo-kültürel tabakanın yaşantısını okuyoruz. Bir iki kitaptan sonra hele yazarın anılarını da okumuşsak, karakterleri ve ortamı, çevreyi tanımışlık hissi yükseliyor kitapla aranızda.

Ayşe Kulin’in biyografik romanlarını ve araştırmaya, belgelere, anılara dayalı dönem romanlarını; anlatılan öykünün akışı ve konunun çerçevesi belli olduğu için, kurgu kitaplarından daha başarılı bulduğumu önceki yazılarımda ve yukarıda belirtmiştim. Yazarımızın üretkenliğine hayranım. Kitaplarında işlenen ana konu belgelere dayandığında dahi, anlatılan öyküye renk katmak için yaratılan yan karakterlerin genel akışa uygunluğunu takdir ediyorum.

Ayşe Kulin kendisini, kendi yaşamından kesitleri, içinde büyüdüğü aileyi, yakınlarını, kısacası çok yakından tanıdığı, bildiği insanları, ortak deneyimlerini, yaşadığı, ziyaret ettiği evleri, yaşam tarzlarını, yakınlarından dinlediği anılardan edindiği izlenimleri anlatırken çok başarılı. Bu özelliğini hemen tüm kitaplarında, en çok da zaten aile tarihinden kurguladığı Umut adlı kitabında görüyoruz.

Öyle ki; Almanya’dan göç etmiş Yahudi bilim adamının ailesinin öyküsünün dört kuşak boyunca aktığı Kanadı Kırık Kuşlar romanının en inandırıcı bölümlerini İstanbul’daki aile apartmanında yaşananlar, aile içi korumacı ilişkiler, kolej ortamı vb. ayrıntılarda buluyoruz.

Bu kadar sözden sonra; dün internetten Ayşe Kulin’in son yayınlanan kitaplarını aldığımı söyleyerek sizi şaşırtayım. Malum; aynı kişilerin etrafında şekillenen dört kitaplık kurgu romanlardan sonra, yani 2014’den 1 Mayıs karantinasına kadar başka kitabını okumamıştım.

Kördüğüm, Son ve Her Yerde kan Var adlı son romanlarının yanı sıra kitaplığımdan kaybolduğunu bu günlerde Kulin rafını gözden geçirirken fark ettiğim Füreya ve Türkan”ı da yeniden satın aldım.

Ayşe Kulin bir başka söyleşisinde; Adı Aylin’den itibaren sadece yazdığı kitaplardan kazandığı telif hakları ile yaşamını sürdürdüğünü, başka bir işte çalışmak zorunda kalmadığını, hatta çocuklarına yük olmak istemediği için yaşlılık günleri için yeterli birikim yaptığını söyler.

Kendisine “siz zengin misiniz? diye soran muhabire yanıtı şöyle olur. “Çocuklarımın itirazına rağmen orta halli bir yaşamı tercih ediyorum. İstanbul’da bir dairede yaşıyorum. Urla’da çocuklarım ve torunlarımla buluştuğum geniş bahçeli bir evim var. Mercedes yerine Volkswagen Golf’e biniyorum. Benim tercihim bu yönde.”

Anılarının tamamını okumuş olanlar; yazarımızın; lükse düşkün olmadığını bildiği gibi, dönem dönem büyükbabasının Beyazıt’taki konağında ve Burgaz Ada’daki köşklerinde, Harbiye’deki apartmanda yaşadığı zamanlarda bile ölçülü bir hayatları olduğunu, hiçbir zaman nakit açısından “mirasyedi” tarzı bir yaşantıları olmadığını da bilirler. Ayrıca ikişer oğul doğurduğu, iki zengin kocasından da boşanırken tazminat ve nafaka almadığını gene anı kitaplarından biliyoruz.

Yazarımız; çeşitli vesilelerle anılarında, söyleşilerinde sık sık sevgili babasından söz eder. Cumhuriyetin ilk su mühendislerinden, ülkesinin kalkınması için dağda, bayırda, bataklık ve nehir yataklarında yıllarca görev yapan;  ülküsü, dürüstlüğü ve çalışkanlığı ile göze çapan babası ile her daim gurur duyduğunu ifade eder. Babası dik duruşludur, siyasetçinin karşısında asla eğilip, bükülmez. DSİ’nin kurucusu mühendisin kendi yağı ile kavrulan, mütevazı bir aile hayatı vardır. Ayşe Kulin’in kişiliğine bu gururlu dik duruş, kendi yağı ile kavrulmak adeta baba mirası olarak işlenmiştir…

Yazarımız bir söyleşide, yaklaşık otuz yıldır, hayat yoldaşlığı yaptığı kişiden şu sözcüklerle söz eder: “Konuklar olmadan da evinde mutlu olabilen, müzik dinleyerek, kitap okuyarak ve hobileri ile ilgilenerek yaşayabilen birisidir.”

Dolayısıyla sakin bir ev ortamında sürekli yazarak ve okuyarak yaşayan biridir Ayşe Kulin. En çok mutfak masasında çalıştığını, eğer mutfakta yazmazsa, yemeklerin yandığını, anlatmıştır bir söyleşisinde.

Normal yaşamında, ilkokul ve kolejden sınıf arkadaşları ile görüşmeye devam eden, tiyatroya, sinemaya giden, klasik müzik dinleyen Yazarımız; yayıncılarının kitap tanıtım programlarına uyarak; yurt genelindeki kitap fuarlarına, imza günlerine, okul ve derneklerdeki söyleşilere mutlaka katılmaktadır. Instagram dışında sosyal medya kullanmayan, Facebook ve Twitter hesaplarını bile yayın temsilcisinin izlediği Ayşe Kulin, her yıl yeni bir veya iki kitap yayınlamak için bitmeyen bir sabırla yazmaya devam ediyor.

 

Birsen KARALOĞLU

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir