UMBERTO ECO – BÜYÜK USTAYA SAYGIYLA
Dünyamıza ışık saçmak üzere gelen büyük usta Umberto Eco’nun okuduğum ilk kitabı ortalama her Türk okuru ile aynı olmuştu: Gülün Adı.
Umberto Eco Gülün Adı’nı 1980‘de yayınlamıştı. Yayınlandığı anda tüm dünyada büyük ilgi uyandırmasına karşın, dilimize çevrilmesi ve yayınlanması için önce kitabın filme alınması gerekmişti. Yönetmenliğini Jean Jacques Annaud’un yaptığı ve Sean Connery’nin ana karakteri canlandırdığı Gülün Adı filmi ülkemizde 1 Nisan 1987’de gösterime girmişti.
Daha ilk hafta sonu yağmurlu bir Cumartesi günü, öğleden sonra Ankara Konur sokaktaki Metropol Sinemasından çıktığımda başım dönüyordu. İki saati aşan uzunluktaki filmi anlamaya çalışarak soluksuz izlemiş ve adeta çarpılmıştım.
Nasıl çarpılmayayım ki? Olağanüstü bir Ortaçağ şölenini izlemiş, Manastırın daracık koridorlarında ve dünyanın en zengin kitaplığının labirentinde kaybolmuştum.
Henüz 30. yaşımı doldurmamıştım. Oldum olası tarihe ve edebiyata meraklı, Mülkiye’den mezun, genç ve çalışan bir anneydim ama o güne kadar edindiğim yetersiz bilgiyi henüz süzgeçten geçirememiş, yerli yerine oturtamamıştım.. Okuduğum ve izlediğim her şey aklımda ve ruhumda karmakarışık uçuşmaktaydı.
Durağa doğru yarı sarhoş yürürken karşıma çıkan ilk kitapçıya girdim. Bingo! Gülün Adı Şadan Karadeniz’in özenli çevrisiyle Temmuz 1986’da Can Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Benim satın alabildiğim kopya Eylül 1986’da yayınlanan 2. baskıya aitti.
Filmi daha o gün izlemiş olmanın yarattığı tanışıklık duygusu romana çok kolay dalmamı, böylece manastır hayatının detaylarını gözlemlememi ve Ortaçağ Hristiyanlığındaki mezhep çekişmelerini kolayca anlamamı sağladı.
Umberto Eco bu ilk romanı ile edebiyat dünyasını adeta sarsmış, inanılmaz derinlikli tarih bilgisini fon olarak kullanarak inancın temelindeki 7 günaha gönderme yapmış ve beklenmedik bir şeye imza atarak, güncel edebiyat normlarına uygun modern bir polisiye başyapıt yaratmıştı.
Yazarımız bir söyleşisinde “Gülün Adı benden daha ünlü. Yeni bir kitabım yayınlandığında bile hala tüm dünyada önce raflarda bekleyen ‘Gülün Adı’ romanlarımın satışı yeniden yükseliyor“ diyerek, bu romana duyulan olağanüstü ilgiden bir miktar sıkıldığını dile getirmiş.
Gülün Adı romanını ana karakteri Benediktin Manastırında işlenen cinayeti çözmek üzere görevlendirilen Fransisken rahibi ve eski sorgucu Baskerwilleli William, öğrencisi ve yazıcısı (çömezi) genç rahip Melk’li Dom Adso’ya şöyle der: “Peygamberlerden kork Adso; gerçek uğruna ölmeye hazır olanlardan da… Çünkü onlar genellikle birçok insanı da kendileriyle birlikte ölmeye sürüklerler, bazen kendilerinden önce, bazen de kendilerinin yerine”.
Kendisine inancını soran bir gazeteciye verdiği cevap çok ünlüdür: “Spinoza’nın Tanrısına inanıyorum. Gülün Adı romanından şu cümle tam da bu noktada yazarını desteklemektedir : “Gülmek korkuyu öldürür. Ve korku olmadan inanç olmaz. Çünkü şeytan korkusu olmadan Tanrıya inanç kalmaz”.
Bize “bol kahkaha” önermiş olan bu güzel İnsan zekasını ve birikimini eserlerine ve söyleşilerine bir nakkaş titizliğiyle işlediği eşsiz bir mizah duygusu ile taçlandırmıştır.
Bu yazıya bir roman özeti veya kitap tanıtım yazısı olarak değil, Büyük Usta’nın doğum günü nedeniyle bir saygı duruşu niyetine başladım.
Bu nedenle henüz okumayanlar için Gülün Adı adlı ilk romanından başlamanın Umberto Eco okuru olmak için doğru bir adım olduğunu belirterek, internet ortamında bu roman hakkında çok sayıda analiz, yorum, tanıtım yazısı, ödev, inceleme vb çalışma bulunduğunu belirtmekle yetinmek istiyordum. Ama gene de buraya Açık Bilim sitesinden ilginç bir değerlendirme yazısının linkini bırakıyorum: BİLGİ KİMİ ZAMAN ÖLDÜRÜCÜDÜR: GÜLÜN ADI – Açık Bilim (acikbilim.com)
Umberto Eco 5 Ocak 1932’de İtalya’da dünyaya gelmiştir. Felsefeci, Tarihçi, yazar, düşünür, eleştirmen, gösterge bilim profesörü ve Orta Çağ estetiği uzmanıdır. 1954’te 22 yaşındayken, Torino Üniversitesi’nden doktora derecesi almıştır. Yüksek Lisans ve Doktora tezlerini erken dönem filozofu ve dinî düşünür Aquinolu Aziz Tommaso üzerine yazmıştır. Daha 39 yaşındayken göstergebilim profesörlüğü unvanını almış ve uzun yıllar Bolonya Üniversitesinde bölüm başkanlığı yapmıştır.
James Joyce’dan çok etkilenen ve onun yazın dünyası üzerinde derin araştırmalar yapan Umberto Eco’nun çalışmaları 1960’ların ortasından itibaren kitle kültürüne yönelmiştir. Tüm dünyada Gülün Adı ve Foucault Sarkacı adlı romanları ile tanınmıştır.
Umberto Eco’nun külliyatında edebiyat eleştirileri, tarih alanındaki yazıları önemli bir yer tutar. Ülkemizde çok sayıda kitabı yayınlanan yazarımız eserleri ile özellikle felsefe ve tarih alanında çalışmalar yapan çok sayıda genç bilim insanımıza ışık tutmuş, yol göstermiştir.
Umberto Eco hem çok okuyan, hem derin okuyan, hem de çok üretken, çok çalışkan bir yazardır. Milano’da bir otelden dönüştürülen evinin uzun koridorları kitaplıklarda otuz binden fazla kitabı olduğu bilinmektedir. Romanlarını hafta sonlarında manzaraya karşı yazdığı kır evinde on bin kitabı olduğunu belirten yazarımız aynı zamanda çok önemli bir koleksiyonerdir. Aralarında çok sayıda yazma eserin de bulunduğu bin iki yüz nadir kitaba sahiptir. Yazarımız Pelin Batu ile yaptığı bir sohbette kendisini çok etkilemiş olan James Joyce’un Ulysses’inin ilk baskısının bu nadir kitaplar koleksiyonunda yer aldığını anlatmıştı.
Umberto Eco “Okumanın insanın hayatını zenginleştirdiğini” görüşünü 2013 yılında gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti sırasında Enver Aysever ile yaptığı söyleşide şu cümlelerle anlatmıştı: Varsayalım ki yazıdan tamamen uzaksınız, hiç kitap okumadınız. Ölüm anınızda yaşamınıza dair çok az şey anımsayacaksınız, çok kısa bir hayat yaşadığınızı fark edeceksiniz. Ben ölürken Julius Caesar’ın suikastını, Romeo Juliet’in aşkını, Dante’nin cehennemini yaşamış olacağım. Çok zengin bir hayat yaşamış olacağım. Eğer fakir bir yaşamı tercih ediyorsanız sorun yok. Ben Kızılhaç değilim sizi kurtarmaya çalışmam ama okumak zengin bir yaşamdır.”
Aile evinin getir götür işlerine koşturulduğu yedi yaşındaki küçük Umberto’nun hayatı bir gün şarap mahzeninde bir kenarda bekleyen büyükbabasına ait sandığın kapağını açtığında bir daha asla değişmeyecek şekilde belirlenmiş oldu. Kitaplara çok meraklı olan büyükbabasından kalan bir sandık dolusu kitabın büyülü dünyasına dalan Umberto Eco bu dünyada uzun ve derin bir yolculuğa çıkacaktı. Bu yolculuğun bir durağında, Kasım 2005’de ABD’den Foreign Policy ve İngiltere’den Prospect dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünya’nın ilk 100 entelektüeli listesinde 2005 yılında 2. sırada yer alması mümkün olacaktı. 2008 yılında tekrarlanan aynı ankette ise 14. sırada yer almıştı.
19 Şubat 2016’da bir süredir mustarip olduğu pankreas kanserine yenik düşen yazarımız 84 yaşında hala çok üretken olduğu bir dönemde Milano’da yaşama veda etmiştir. Umberto Eco’nu vefatı ile bitmez tükenmez kapasitesi olan çok parlak bir kandil sönmüştür.
Umberto Eco’nun “ölümünden sonra en az 10 yıl boyunca ne kendi ne eserleri adına ne de düşünceleri üzerine konferanslar, buluşmalar ve akademik etkinlikler gibi şeylerin düzenlenmesini istemediği” yönündeki vasiyeti eşi Renate Ramge tarafından açıklandığında onu tanıyan dostları ve meslektaşları hiç şaşırmamış, Yazarın bu isteğini gülümseyerek karşılamışlardı. Düşündürücü olduğu kadar, eğlendirici ve şaşırtıcı açıklamalarıyla bilinen Umberto Eco’yu tanıyanlar bu sıra dışı vasiyeti, “tam onun karakterine uygun bir istek, dâhiliğinin bir ürünü ve Profesörün son şakası olarak ” olarak yorumladılar.
Umberto Eco’nun dilimize çevrilen romanları şunlardır: Bu yazıda değinilen Gülün Adı, Prag Mezarlığı ile Foucault Sarkacı, Sıfır Sayı, Önceki Günün Adası, Kraliçe Leona’nın Gizemli Alevi ve İstanbul’a da geniş yer vermiş olduğu Baudolino. Hatta Umberto Eco bu romanı yazmadan önce 1998’de kızı ile birlikte İstanbul’u ziyaret etmiştir.
Ülkemizde aralarında bu yazıda söz etmek istediğim “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti” de olmak üzere 12 adet deneme kitabı yayınlanmıştır. Ayrıca 1 çocuk kitabı, 7 inceleme kitabı, biri bu yazıda tanıtacağım “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” adlı eser olmak üzere, söyleşilerinden ve derslerinden derlenen 4 farklı kitap, editörlüğünü üstlendiği 7 adet Orta Çağ Tarihi kitabı ile Güzelliğin Tarihi, Çirkinliğin Tarihi ve Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı adlı 3 adet de kültür sanat kitabı da dilimize kazandırılmıştır.
Son otuz yılda ülkemiz okurunun vazgeçilmez yazarı olan, meraklılara, araştırmacılara ve akademisyenlere rehberlik eden Büyük Usta geride bıraktığı onlarca eser ve binlerce sayfa ile bizlerle olmaya devam edecektir.
Benim gözde kitaplarımdan olan Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın aslında Umberto Eco ile Fransız sinemasının en önemli senaryo yazarlarından Jean-Claude Carrière’nin daldan dala atlayarak yaptıkları uzun söyleşilerden oluşmaktadır.
Bu iki entelektüel, deha düzeyindeki kültür insanı çok neşeli bir konuşma gerçekleştiriyor ve okurlarını papirüsten elektronik dosyalara, kitabın beş bin yıllık tarihinde bir yolculuğa çıkarıyor. İki kitap tutkunun zengin dünyasından yansıyan çarpıcı bilgiler ve gerçek kişilerin ve roman kahramanlarının anlatıda birlikte yer alması bizi şaşkına çevirirken, iki meraklı koleksiyoncunun eser toplama süreçlerinde yaşadıkları bizi güldürüyor.
Söyleşinin bir bölümünde iki kitap aşığı dost yazı, fotoğraf ve filmleri elektronik ortamlarda saklamada karşılaştıkları sorunlardan çok çarpıcı örneklerle söz ederler. Söyleşinin bu bölümü hala hafızamda tüm canlılığıyla durmaktadır.
Eco ve Carrière teknolojideki inanılmaz hızlı gelişmelerin kısa bir süre öncesine kadar kullandıkları bilgisayarları, disketleri, CD, DVD vb diğer saklama aygıtlarını bir anda kullanılmaz hale getirmesini eğlenceli bir dille tartışırlar. Örneğin çekmecede kalmış 10 yıl öncesine ait bir disketi bugün kullanılmakta olan son teknoloji ürünü bilgisayarlarıma takmak ve disketi okutmak artık mümkün değildir. Çünkü bilgisayarlardan disket sürücüler kalktığı gibi son yıllarda üretilen bilgisayarlarda artık CD sürücüler bile bulunmamaktadır. Bugün verilerimizi ya harici belleklerde ya da tümüyle internet ortamındaki “bulut” adlı saklama alanlarında depolamaktayız. Üstelik çok yakında günümüzde kullanılmakta olan kişisel bilgisayarların yerini çok farklı aygıtların alması beklenmektedir. Yazarlarımız da yaptıkları söyleşide bu belirsiz duruma dikkat çekerek, henüz olgunlaşmamış veri depolama biçimlerinin yanında kitabın biçim olarak mükemmelliğe ulaştığını savunmaktalar.
Söyleşide sinema ustası Jean-Claude Carrière’nin anlattıkları çoktan unutulmazlarımın arasında yerini aldı. Carrière o güne kadar onlarca yıldır yaptığı tüm filmlerin bir kopyasını sakladığını, ama herhangi bir filmini yeniden izleyebilmek için o filmin çekildiği tarihte kullanılan bir gösterim aygıtı gerektiğini, bu nedenle evinin bodrum katının eski teknolojiye ait çok ayıda alet ve edevatla adeta bir tür elektronik çöplüğüne dönüştüğünü anlatmıştı.
Meraklı okura fırsat vermek için Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın adlı söyleşi kitabını burada kapatıyor ve Umberto Eco’nun muazzam olarak niteleyebileceğim bir romanının kapağını aralıyorum: Prag Mezarlığı
Eleştirmenler tarafından Gülün Adı ile birlikte Umberto Eco’nun en iyi romanı olarak tanımlanan Prag Mezarlığı kitabına kısaca değinmek istiyorum. Bu roman yayınlandığı ilk günden itibaren Vatikan’dan ve Roma Hahamından sert tepkiler almış, Dünyanın her yerindeki Yahudilerin eleştirilerine yol açmıştır.
Çok katmanlı bu romanda Yahudi düşmanlığının kökleri ve ‘Siyon Bilgeleri Protokolü’nün oluşma süreci, hazırlanması, basılması ve yayınlanması anlatılırken İtalya Birliği’nin oluşması, 19. yüzyılda ve komün günlerinde Paris’in genel durumu, ünlü tarihi kişilik Fransız Yüzbaşı Dreyfus’un suçlanması ve mahkemeye çıkarılması süreçleri uzun uzun anlatılmış.
Umberto Eco bu romanında Cizvit rahipleri, günahkâr papazları, Yahudileri ve Yahudi düşmanlarını, satanist örgütleri, çılgın dini ayinleri, masonları, sahte noterleri, 19. Yüzyılın tüm karanlık işlerini, İtalyan, Fransız, Alman ve Rus gizli servislerini, çift kişilik gibi psikiyatri konularını, dönemin lokantalarını ve yemeklerini tamamen tarihi gerçeklere dayanarak ve o dönemde yaşamış kişilerden yola çıkarak çok detaylı olarak anlatmıştır.
Çok uzun bir süre insanlık tarihini meşgul eden Siyon Bilgeleri Protokolü hakkında kısaca bilgi verelim:
Söz konusu Protokoller 1902-1903 yıllarında Moskova’da bir gazetede tefrika edilmiş, ardından 1905’de Papaz Sergey Nilus tarafından kitap olarak yayınlanmıştır. Daha sonra da Türkçe dahil birçok dile çevrilmiştir. ‘Protokoller’, 19. Yüzyılda Yahudi liderlerin dünyayı ele geçirmek için oluşturdukları sözde stratejilerini ve planlarını içermektedir.
“London Times” gazetesi muhabiri Philip Graves, Yahudi aleyhtarı bu kitabın düzmece olduğunu 1921’de bir yazı dizisiyle kanıtlamıştır. ‘Protokoller’in düzmece olduğu genel olarak kabul edilmekle birlikte ‘Protokoller’ Yahudi karşıtlığı için dayanak oluşturmaya devam etmiştir. Örneğin Adolf Hitler, ‘Kavgam’ kitabında bu ‘Protokoller’e göndermede bulunmuş; bu konu 1933’den sonra Almanya’da ders konusu olmuş ve Naziler tarafından yürütülen soykırımın gerekçesi olmuştur.
Umberto Eco Prag Mezarlığı’nı niçin yazdığını şu cümlelerle anlatmış: “Sevgiye adanmış sayısız roman var ama artık sevgiden çok daha yaygın bir duygu olan nefreti anlatmak için bir roman yazmanın zamanı gelmişti. Yaygın; çünkü nefret olmasaydı, savaş, suç ve ırkçılık da olmazdı. Sevgi, seçicidir (“Seni seviyorum, sen de beni seviyorsun, öyleyse dünyanın geri kalanı bizim ilişkimizin tamamen dışında.”) Nefretse tümüyle kolektif ve toplumsaldır. Mesela bir ulus başka bir ulustan nefret edebiliyor. Nefreti beslemek, diktatörlerin takipçilerini bir arada tutabilmelerini sağlayan bir yol, diktatörler bu yüzden hep nefret talep ediyor, sevgi değil. Hatırlıyorum; çocukluğum faşist diktatörlükle yönetilen bir ülkede geçti, bize durmadan başka ülkelerin uluslarından nefret etmeyi öğretiyorlardı, Fransızlardan, İngilizlerden, Amerikalılardan… Sevmeye teşvik edildiğimiz tek insan Mussolini’ydi. Bu eğitim tarzı başarılı olamadığı için kendimi mutlu hissediyorum, Prag Mezarlığı’nı bu yüzden yazdım.”
Yalan bilgi ve düzmece belgelerle insanların ve toplumların yaşamının nasıl karartıldığı ve hatta yok edilebildiğinin kanıtı olan bu uydurma Protokoller insanlık tarihinin utanç sayfası ve kara yüzüdür.
Prag Mezarlığı romanını okumak isteyenlere bir ders kitabı gibi üzerinde çalışarak, sayfalarda geri dönerek okumaya hazırlıklı olmalarını, tarihin arka yüzüne meraklı olmayanların bu serüvene hiç girişmemesini hatırlatmakla yetiniyorum.
Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı söyleşi kitabını ise okumaya ve yazmaya meraklı herkese önermek, hatta kitapsever dostlarıma hediye etmek istiyorum.
Umberto Eco’nun bu kitabı Harvard Üniversitesi tarafından her yıl düzenlenmekte olan Norton Seminerleri’nin 1992-1993 döneminde yazarımız tarafından sunulan ders notlarından oluşmaktadır. Nobel ödüllü Orhan Pamuk da 2009 yılında bu seminerlere davet edilmiş, ders notlarını kapsayan “Saf ve Düşünceli Romancı” kitabını 2011 yılında yayınlamıştı.
Kitabı yayınlamış olan Can yayınlarının tanıtım yazısından alıntılıyorum: “Umberto Eco’nun Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti’si, tıpkı Italo Calvino’nun Amerika Dersleri gibi, uluslararası saygınlığı olan yazar ve bilim insanlarının her yıl Harvard Üniversitesi’nde sundukları altı konferansın metinlerinden oluşuyor. Anlatı konusundaki kuramsal çalışmalarıyla da tanınan Umberto Eco, bu kez bir kuramcıdan çok iyi bir okur kimliğiyle çıkıyor karşımıza. Kırmızı Şapkalı Kız masalından Nerval’in Sylvie’sine, Dumas’nın Üç Silahşörler’inden Tolstoy’un Savaş ve Barış’ına, Kafka’nın Dönüşüm’ünden Agatha Christie’nin polisiyelerine, bir anlatı ormanının gizleri arasındaki gezintide okurlarına yol arkadaşlığı yapıyor”.
Neden kurmaca metinleri okumaya ihtiyaç duyarız? Neden Raskolnikov’un yaşadığı iç sorgulamayı kendimize mal ederiz? Neden Anna Karenina’nın kendini bir trenin önüne atması bizi bu kadar etkiler? Eğer kurmaca metinleri okurken bu soruları kendimize hiç sormadıysak, kurmaca ile kurduğumuz ilişkide bir eksik var demektir. Dünyada yapılacak onca şey ve bolca “gerçek” varken, neden hiçbir zaman olmamış ve olmayacak bir hikâyeyi yahut bir karakterin dramını okumak isteyelim? Yaşam bunca karmaşık ve bunaltıcıyken, neden edebiyatta nefes almayı tercih edelim? Eco bu soruya şöyle yanıt veriyor: “Başka, çok önemli estetik nedenlerin ötesinde, romanları şu nedenle okuduğumuzu düşünüyorum: Romanlar bize doğruluk kavramının tartışmaya açılamayacağı bir dünyada yaşamanın getirdiği rahatlatıcı duyguyu veriyor, oysa gerçek dünya çok daha yanıltıcı bir yer gibi görünüyor.”
Bu özel kitap hakkında özet bir şeyler yazmak yerine büyük ustanın 4. Konferansından kendi cümleleri ile devam etmek daha doğru olacak: “Bir anlatı ormanında gezinmek, oyunun çocuk için gördüğü işlevi görür. Çocuklar oyuncak bebeklerle, tahtadan atlarla ya da uçurtmalarla, fiziksel yasaları ve bir gün ciddi olarak yerine getirecekleri eylemleri daha yakından tanımak için oynarlar. Aynı şekilde anlatılar okumak, gerçek dünyada gerçekleşmiş, gerçekleşmekte ve gerçekleşecek olan uçsuz bucaksız şeylere bir anlam vermeyi öğrendiğimiz bir oyun oynamak demektir. Romanlar okuyarak, gerçek dünyayla ilgili bir şeyler söylemeye çalıştığımız an bizi kuşatan o kaygıdan kurtulmuş oluruz. Anlatının tedavi edici işlevi ve insanların insanlığın başlangıcından bu yana öyküler anlatmalarının nedeni budur. Bu, aynı zamanda mitlerin de işlevidir: Deneyimin düzensizliğine biçim vermek.”
Eco Harvard Üniversitesi’ndeki 6. ve son seminerini tamamlarken şöyle diyor: “Her ne olursa olsun, kurmaca yapıtlar okumaktan vazgeçmeyeceğiz, çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. Sonuçta, yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı söyleyecek bir ilk öykünün arayışı içindeyiz. Kimi zaman kozmik bir öykü arıyoruz, evrenin öyküsünü, kimi zaman kendi bireysel öykümüzü (günah çıkardığımız rahibe, psikanalistimize anlattığımız, bir güncenin sayfalarına yazdığımız öykümüzü). Kimi zaman kendi bireysel öykümüzü evrenin öyküsü ile çakıştırmayı umuyoruz”.
Soner Sezer tarafından 2016’da Post Dergide yayınlanan “Umberto Eco ile Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti” başlıklı analiz yazısını daha derinlikli okumaya meraklı olanların dikkatine sunuyorum: Umberto Eco ile “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti” – Post Dergi
Bu noktada Umberto Eco’nun kitaplarından ve söyleşilerinden birkaç alıntı daha yapmak istiyorum:
“21. yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır.”
”İroni insanın kendini dünyaya anlatma yolu değil, kendini dünyadan belli bir uzaklıkta tutma yoludur.”
“Eğer dünyayı ben yönetseydim, insanları bütün kitapları okumaya mecbur kılardım. bırak okuyup benim gibi bilgili olsunlar ve bizim dünya liderine ihtiyacımız olmadığını anlasınlar.”
“Aydınlanmış entelektüel ahlakın vazgeçilemez koşulu, tüm inançları, hatta bilimin mutlak gerçek dediklerini de eleştiriye tabi tutmaktan geçer.”
Bir filozof için hakikat çok temel bir sorunsaldır. Bir şeylerin doğruluğunu ortaya koymak ne kadar zorsa, bir şeylerin yanlış olduğunu söylemek o kadar kolaydır. Fakat yine de yanlışları keşfetmek hakikate yaklaşmanın bir yoludur.”
“İnsan kendine özgü şekilde olağan dışı bir yaratıktır. Ateşi keşfetti, şehirler inşa etti, muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi, mitolojik imgeler yarattı ama aynı zamanda hemcinslerine savaş açmaktan, çevresini yok etmek gibi yanılgılara düşmekten bir türlü vazgeçmedi. Terazinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine aptallığı koyduğunuzda neredeyse dengede kalır.
“Nedir aşk? sanmam ki şu dünyada bir şey olsun da, aşk kadar nüfuz etsin insan ruhuna; ne insan, ne şeytan ne de başka bir şey. Kalbi aşk kadar saran ve dolduran başka hiçbir şey yoktur. O yüzden, eğer ona boyun eğdirecek silahlardan yoksunsanız, ruh aşk ile derin bir uçuruma dalar.”
Umberto Eco 9 Nisan 2013’de Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. yıl etkinlerinde Orhan Pamuk ile birlikte yaptıkları söyleşide, “İnsanların yüzde ellisinin aptal olduğunu düşünüyorum. Hepsinin aptal olduğunu düşündüğüm gün rahatça ölebilirim” diyerek, salondaki dinleyicileri güldürmüştü.
Söyleşinin tamamını izlemek isteyenler için youtube linkini buraya ekliyorum:
Boğaziçi Üniversitesi Umberto Eco – Orhan Pamuk Söyleşisi (Türkçe) – YouTube
“Efsanevi Yerlerin Tarihi” adlı büyük eserin yazarı Umberto Eco, bir kenti anlamamanın bilimsel yolunun bir uzmanın rehberliğinde gezmek olduğunu düşünmesine rağmen 2013’deki İstanbul ziyaretinde 5 gün boyunca sanat tarihçisi Sedat Bornovalı’nın kendisine eşlik etmesine razı olmuştu. Elindeki bastonla yürümekte zorlanmasına rağmen daha önce gezdiği yerleri tekrar görmek istemiş, karısı alışveriş yaparken sık sık bir yerlerde oturarak değişik konular hakkında sohbet etmeyi daha doğrusu o zengin birikiminden süzülen altın damlacıklarla eşlikçisini bilgilendirmeyi tercih etmişti.
Sedat Bornovalı büyük yazarla geçirdiği 5 günü anlattığı bir söyleşide özel bir anıya da değinmiş: “Oteline çok yakın olan İtalyan İşçi Cemiyeti’nin Garibaldi binasını da ziyaret ettik. Varlığını bile bilmiyormuş; çok çok sevindi. Eski kitaplara olan tutkusu nedeniyle, bastonla yürümesine rağmen kütüphane merdivenlerini hiç tereddütsüz çıktı. Beş dakika diye uğramıştık ama ayrılmak istemedi”. Sedat Bornovalı anlatıyor: Ünlü yazar Umberto Eco’yla İstanbul’da 5 gün – Turizm Güncel – Turizm Haberleri – Turizm Gazetesi (turizmguncel.com)
Usta son dönemde gerçekleşen bir söyleşisinde, “internet, yanlışla doğrunun ayırt edilmediği, süzgeçsiz bir hafıza rezaletidir” demiş ve devam etmişti. Gelecekte eğitimin hedefi, süzme sanatını öğretmek olacaktır. Artık Katmandu’nun nerede olduğunu, ya da Charlemagne’dan sonra ilk Fransız kralının kim olduğunu öğretmenin lüzumu yok; çünkü bu tür bilgiler artık her yerde bulunuyor. Buna karşılık, öğrencilerden on beş internet sitesini incelemeleri ve onlara göre hangisinin en güveniliri olduğunu belirlemeleri istenmeli, öğrencilere karşılaştırma tekniği öğretilmeli.
Yazılarında ve söyleşilerinde teknolojinin hızla gelişmesine rağmen kitabın varlığını sürdüreceğine inandığını ısrarla vurgulayan Umberto Eco İstanbul’da yapığı bir söyleşide; internetin hızla yaygınlaşması ile dijital dünyanın olanaklarından yararlanmayı kolayca benimsediğini belirterek, aynı anda okumakta olduğu birkaç kitabı yolculuklarında yanında taşımak yerine, IPAD’ine yüklemeyi tercih ettiğini ve dünyanın çeşitli yerlerinde kendine ait sekiz adet bilgisayar bulunduğunu anlatmıştı.
Yazarımız söze şöyle devam ediyor: “Bu gerçeklere rağmen manastır kültürünü tekrar yerleştirmek gerektiğine inanıyorum; er veya geç bir gün, hâlâ okumayı sürdüren insanların büyük komünlere, belki Pensilvanya’daki Amish’ler gibi kırsala çekilmesi gerekeceğine inanıyorum. Orada, kültür korunur; artakalan da dalgalanmaya bırakılır. Yeryüzünün altı milyar sakininin hepsinin entelektüel olduğu iddia edilemez. Bu bakımdan biraz aristokratça davranmak gerek.
Büyük Usta!
Adın ve yazdıkların edebiyat ve düşün dünyasında unutulmazlar arasına çoktan silinmez harflerle kazındı. Dünya durdukça yaşayacak olan sen Umberto Eco, yazdığın ve söylediğin her sözcük için okurların sana daima teşekkür edecektir. Sonsuza olan yolcuğuna yıldızlar eşlik etsin Ustam.
Bu yazı kitabın devamlılığına inananlara armağan olsun.
2021 Dünyamıza ve insanlığa barış, hoşgörü, esenlik ve adalet getirsin.
Birsen KARALOĞLU