SAİT FAİK ÖYKÜLERİNDEN FREUD’A
Hani bazen bir kitaptaki tek cümleye , bir tablodaki fırça darbesine, bir şarkının sözlerine takılıp kaldığımızda içimize anlatamadığımız bir sıcaklık dolar ya, bize tanıdık gelen bir şey vardır orada. Kendimizi bulduğumuz ya da kendimizden bir şeyler bulduğumuz…
“Ne kadar ben!” diye geçiririz içimizden. Hayatımıza anlam katan ama geçmişte kalmış bazı anıların birdenbire su yüzüne çıkmasıyla, farkında olmadan içimize doğru bir yolculuğa çıkarız. Tıpkı Sait Faik’in Haliç semtleriyle ilgili öykülerinin beni alıp bazen çocukluğuma, bazen de ilk gençlik yıllarıma götürmesi gibi.
Şimdi, Fatih’in Haliç’e bakan mahallelerinden birine doğru yolculuğum. Aradan neredeyse elli yıla yakın bir zaman geçmiş. Oysa içimde yaşanmışlıklar dün gibi yakın. Küçük bir kız çocuğunun merakı ve heyecanıyla yol alıyorum. Ahşap evlerin cumbalarının neredeyse birbirine değdiği dar, yoksul sokaklar zaman tünelinin bir yerinde takılıp kalmış gibi. Evlerin bazılarının kapısında 1.derece tarihi eser ibaresi dikkatimi çekiyor. Yıkımları yasak, onarımları izne bağlı. Öyle yaşlılar ki çoğu ağaçlar gibi ayakta ölmüş bile.
Ahşap evlerin giriş katlarındaki pencereler göz hizamda olduğundan savrulan perdelerden içerisini görüyorum. Ve birden o mütevazi yoksulluğun içinde gördüğüm o semaverle bir başka boyuta geçiveriyorum… Gözümün önünde ışıl ışıl bir başka semaver canlanıveriyor.
Sait Faik’in Semaver’i düşüyor aklıma. O öyküyü içim burkularak okumamın nedeni, Haliç’te yoksul bir evde geçmesi değildi elbet. İçimde katılaşıp kalan duygularım semaverin sıcak buğusunda eriyip adeta yeniden hayat bulduğu içindi o yakınlık.
Halıcıoğlu’nda bir fabrikada elektrik işçisi olarak çalışan Ali’yle ortak ne çok paydamız varmış meğer… Sabahları dar, çamurlu, kaldırımsız sokaklardan Haliç kıyılarına inerek sise karışan fabrika dumanlarını solumuşuz yıllarca birbirimizden haberimiz olmadan. O, karşıya Halıcıoğlu’na geçerken, ben Eminönü’ne doğru yol almışım. İkimizin de farklı hayalleri vardı elbet. Onunkiler fabrikaların ince tiz düdükleri arasında kaybolup giderken, benimkiler tuzlu, serin bir rüzgarla birlikte vapur bacalarının isli dumanlarına karışarak yitip gitmişti.
Ali’nin annesine ölüm bir sabah semaverin başında bir komşu teyze sessizliğinde gelmiş, alıp götürmüştü. Ali, bütün arzusuna rağmen ağlayamamış, tek damla gözyaşı dökememişti. Ben de aynı kaderi paylaşıyordum onunla. Annemin arkasından tek bir damla gözyaşı gelmemişti gözlerimden. İçim yanıyor, gözlerim kızarıyor ama ağlayamıyordum… Böyle içinde kendimi bulduğum ne çok öyküsü vardır Sait Faik’in.
Fatih, Zeyrek, Vefa, Şehzadebaşı onun gibi benim de semtlerimdi: “Zeyrek’teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk Bulvarında cinler top oynuyor. Rüzgar bir kaleden bir kaleye bulut atıyor.”* Ah, sevgili Sait Faik; bulvarın bugünkü halini görsen, inanamazsın. Unkapanı’ndan Saraçhane’ye bir saatte çıktığımız günler oluyor.
Aynı öykünün içinde yağmurlu bir günde Atik Ali’den Fatih’e doğru yürüyoruz. Onun cebinde Hidayet, benim cebimde üşüyen ellerim. Sait Faik Panço’ya Fatih parkının demirlerine dayanıp uyuyan adamı anlatırken, ben üzerimdeki beyaz elbiseyle parkın yeşil demirleri üzerine oturduğum gün annemden işittiğim azarı hatırlıyorum.
Şimdi su kemerlerine çıkan dar Arnavut kaldırımından yürüyoruz. Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği kaldırımlar. Cibali Kız Ortaokulu, Fatih Kız Lisesi yılları… Tüm evreni içine sığdırdığımız bir yürekle “yaşamayı delicesine sevdiğimiz” yıllar… masum , mutlu, kaygısız.
Yalnızca biz değildik elbet mutlu olan. Çevremde gördüğüm herkes mutluydu, sevgi doluydu. Şimdilerde insanların yüzü ne kadar asık ve mutsuz görünümdelerse, o yıllardaki insanlar acılarını bile hüzünle perdeledikleri bir tebessümün ardında saklarlardı.
Biz ne zaman ve neden mutsuz insanlar haline geldik?
Sorun bizde mi yoksa koşullarda mıydı?
Mutsuzluğun sevgisizlikten kaynaklandığını çoğu kişi bilmez. Oysa Freud’un dediği gibi depresif ya da melankolik saplantılar öncelikle sevme yeteneğinin kaybolmasıyla ortaya çıkıyor. Sonrasında ise kendi kabuğu içinde yaşamaktan asosyal, öfkeli, güvensiz, hoşgörüsüz bireylerden oluşan toplum, ister istemez sevgisiz bir topluma dönüşüyor.
Estetik kaygılar, nezaket, samimiyet, dostluk gün geçtikçe azalıyor… Mizah duygumuzu bile yitiriyor, gülümsemesini unutuyoruz…
Sevmesini bilmeyen bir toplum olarak sevgisizliğimizle tüm kapıları kendi yüzümüze kapatıyoruz. Belki de bu yüzden insan, insana olan ihtiyacını sanal dünyadan karşılıyor artık. Gerçeklerle kendisi arasındaki yabancılaşmadan böyle kurtarıyor kendini. Ya da kurtardığını sanıyor.
Sanal alemin bize sunduğu sonsuz olanaklar elimizin altındayken insani ilişkilere gerek olmadığını düşünüyor ve her gün biraz daha yalnızlaşıyoruz… Tıpkı senin yazdığın gibi sevgili Sait Faik “Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.” ** Ve bazen “ Her şey bir insanı sevmekle bitiyor …”***
*Alemdağda Var Bir Yılan s.15 **age s.31 ***age s. 32