Audrey Hepburn, War and Peace (1956) starring Henry Fonda and Mel Ferrer
İnan Palancı

DÜELLO

 

“Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.”

Kürk Mantolu Madonna

İleriki yıllarda bir Western filminde izlediğim Henry Fonda’ya daha da hayran olmama ve Audrey Hepburn ile birlikte tüm kadınları sevmeme neden olan romanın 1956 yapımı film hâli üzerine düşünürken şunu da fark edecektim: İnsan, tıpkı kalbi yaralı Andrey Bolkonski gibi ölüm döşeğinde daha sakin düşünüp hayatın sadeliğini fark edebiliyordu. Hatta Nataşa’nın ihanetini bağışlayabiliyor ve fakat bu duygu durumu hayata karışması ile sona eriyordu.

Dostoyevski’yi önemsemediği için hiçbir zaman Nabokov okumayan ve Mel Ferrer’in uzun bir ömrü olması ile mutlu olan ben ve kavanoz dibi gibi gözlükleri olan düello şahidim Hasan Çınar ile alana geldiğimiz zaman rakibim, şahidi ile birlikte dimdik orada duruyordu. Hakem triosu, iki yardımcı hakemle birlikte üst sınıflardan Kubilay denen çocuktan oluşuyordu ve seyirciler hariç hemen her şey tıpkı romandaki gibi gelişiyordu. Günseli de oradaydı. O niye gelmişti? Onun orada olması içe dönmemden başka hiçbir işe yaramazdı.
Gerekli gereksiz içe dönme ve orada hapsolma hep başımın ağrımasına neden olmuştur. Muhtemel bir savunma mekanizması olarak gelişen bu refleks, olayları daha açık ve net görmeme hep engel olmuştur. Peki, olayları, hayatı, doğayı ve insanları açık ve net görmek gerçekten gerekli ve önemli bir mekanizma mıdır? Bu sorunsalı ve ‘sorunsal’ kelimesinin sorunlu yanını bir başka yazıya bırakıp devam edelim.
Kubilay, Marco Polo ile Görünmez Kentler’i konuşur gibi değil de uçsuz bucaksız Osmanlı coğrafyasında iletişim için iyi bir ara durak olan gür sesli tellallar gibi meydana çıktı ve bağırmaya başladı. O böyle bağırarak konuşurken ben, kulaklarımda bir Metin-Kemal Kahraman parçası, Günseli ile birlikte hareketlenen kalabalığı izliyordum. Bu kavgayı kazanmam ne kadar önemliydi tam olarak bilemiyordum. Kalabalık bir çiçeğin taç yaprakları gibi güneşe bakarken bunu düşünüyordum. Sadece farklı bir alternatif olduğu için elimden gelenin en iyisini yapıp rakibimi yıkabilirdim. Bir çemberin eksik parçasını tamamlamaya çalışan kalabalık hep birlikte beni işaret ederken bunu düşünüyordum. Belki de şehri gören o tepede, kırık bira şişeleri arasında konuşulduğu gibi “Hayatın neresinden dönersen kârdır.” cümlesine sadık bir şekilde kendimi Ali Osman’ın insafına bırakmam gerekliydi. Kalabalık, Kafka hikâyelerindeki gibi aralarına girmeye çalışan fare sesli adamı tartaklarken bunu düşünüyordum. Belki de genlerimde saklı olduğunu düşündüğüm bu bilgi, egemenler tarafından öğretilmişti sadece. Tartaklanan adam, kalabalığa girmeye çalışan fare sesli bir başka adamı tartaklarken bunu düşünüyordum. Diğer dünya inancı ile beslenen ve Habil gibi, İsa gibi, Hüseyin gibi, Selahattin gibi ben de yenilgiyle taçlandırabilirdim geleceğimi.
Kubilay Romalı bir çığırtkan gibi bağırdı ve bizi arenaya çağırdı. Kalabalık hiç doğmayacak bir kara delik gibi daralıp genleşti ve rakibimle ben karşılıklı çalışan bir makinanın kolları gibi birbirimizi yumruklamaya başladık. Bu işi o kadar senkronize bir şekilde yapıyorduk ki olimpiyatlarda yarışan ve buz pateni pistinde en kritik hareketlerine hazırlanan birbirine âşık Slav çiftler gibiydik. Kanayan kulağımda o Metin-Kemal Kahraman parçası, okyanus altı nehirler gibi akmaya devam ediyor ve suratıma inen her yumruğa cevap veriyordum. Mutlu oluyor, rakibimi de mutlu ediyordum.
İleriki yıllarda alacağım hiçbir antidepresanın bana yaşatamayacağı bu mutluluk, huzur ve sadelik sağanağının ortasında kısa bir an, ilk çocukluk aşkım üzerine de düşündüm. Donuk o güneşi, Walter Benjamin’in bahsettiği “bir imgeye dönüşen” ve hiçbir zaman bir daha var olmayacak olan onun ışıltılı parlak güzel gölgesini… Memur olan babamın çocukluğunun geçtiği dağları, sonra ölen amcasının ardından ağlayarak ilçeden kasabaya koşarak gelişini… Yurttaş Kane’in Rosebud’u gibi… Belki de insan yazarken ve yaşarken kendini değil de sadece sevdiklerini hayatta tutmaya çalışıyordur. Kim bilir? Tıpkı resüsitasyon odasında zihni yaralı o doktor gibi. Bir Faulkner göndermesi ile “Boş bir sokakta yürüyen büyük bir adam ve yaralı bir çocuğun parlak sarı dişleri kadar yalnız ve kederli görünen başka bir şey yoktur bu hayatta” diye konuşan o doktoru, okurdan gelmesi muhtemel önemi tartışılır telkinler öncesi bir kenara bırakalım ve devam edelim.
Yaklaşık olarak yarım dakika -tam olarak 34 saniye- süren bu karşılıklı yumruk ve mutluluk sağanağı sonrası benim kulağım, rakibimin ise burnu kanamış ama ikimiz de ayakta kalmayı becermiştik. Dalda sallanan güzel renkli birer güz yaprağı gibi birbirimize sarılıp ayakta durmaya çabalarken kalabalık, arenadaki seyirciler gibi devinimleri ile görünür olan çıplak yerlerine aldırış dahi etmeden birimizin diğerini devirmesi için sıçrayıp çığlıklar atmaya devam etti. Belirsizlikten ölesiye korkan bu insanlar, herhangi birimizin üstünlüğü ile sona ermesini diledikleri bu müsabakada daha bir öfkelenip tiz çığlıklar atmaya başladıklarında Ali Osman ve ben, şahitlerimizin omuzlarında birbirimizden ayrılmıştık. Onlar hayatlarındaki tüm umutsuzluk ve mutsuzluğun kaynağı bizmişiz gibi sessizce yere baktıkları zaman ise ben de Günseli ile birlikte Kubilay’ı izlemeye başlamıştım. Galiba iki hareketli karakteri aynı anda izlemeyi başaran ilk roman kahramanlarından biri de bendim ve çok mutluydum.
Kalabalık tavuk sürüsüne bakan gözü yaşlı tilki gibi hakem triosunu izlerken nefes nefese yumruklarımızı sayan yardımcı hakemler, Kubilay’a hararetli bir şekilde bir şeyler izah etmeye çalışıyorlardı. Düello şahidimin omuzlarında tekrar hafifleyeceği zamanı bekleyen ağır bir balon gibi hakemlerin el, kol ve ağız hareketlerinden evrene yayılan yanılsamaları izlerken bir taraftan da ilk kavgam olmasına rağmen, bu işi nasıl da profesyonelce becerebildiğim üzerine düşünüyordum. Rakibim öncesinde birçok kavgaya karışmış ama ben ömrü hayatımda ilk defa birine yumruk atmıştım. Hem de olası rakiplerim, onlara hamle yaptığım zaman nasıl zarar görebilir üzerine defalarca kafa yoran ben, bunu tamı tamına 32 defa yapmıştım.
Sonrasında şunu fark edecektim: İlk yumruk, ilk kurşun, ilk cinayet ve ilk ihanet çok önemliydi. Farklı süreçlere neden olsalar da bir Çin ya da Japon atasözünde söylendiği gibi “atılan ilk adım” çok ama çok önemliydi. Her ne kadar Günseli ilk anda iri beyaz yapraklarımın kendi üzerime kapanmasına neden olmuş olsa da hızla toparlanmasını bilmiştim. Ardından yumruğumu atmış ve yediğim ilk yumruk sonrası seri bir şekilde bunu yapmaya devam etmiştim. Tüm bunlar olurken kulağım kanamış, canım acımış ve kısa bir an rakibimin gözlerinde gördüğüm şaşkınlık hâli sonrası -o da benden böyle bir performans beklemiyordu- bekleme kararı almıştım. Yani yine bir Japon ya da Çin atasözünde denildiği gibi zafer için kısa bir süre daha rakibimden daha fazla ‘sabretmeye’ karar vermiştim. Zaferi bu şekilde kucaklamıştım.
Ben yüzün üzerinde yumruk attığımı düşünürken Kubilay bizi kapalı ve huzursuz çemberin ortasına çağırmış ve “İlhan 32, Ali Osman 28 yumruk.” diye konuşmuştu. Demek ki rakibim ve bana bir ömür kadar kısa değil, on ömür kadar uzun gelen bu horoz dövüşü sırasında sarılmalar, nefes almalar, ter ve toza bakmalar sebebiyle durumu böyle bilince çıkarmıştık. Buna, gürz benzeri ahşap bir silahla elinden tuttuğu kardeşini ormanlık alanın en ücra köşesine sürükleyen Kabil’i görmem de neden olmuştu. Farkında olmadan esler verip hayat ve hakikat üzerine de düşünmüştüm.
Sürecin eksik bir bütüne evirilmesi ile az da olsa huzur bulan kalabalık açılmış ve nefes alıp bir hoş olmuştu. Onlar tatlı bu nefes sonrası yaşadıkları esrime hâlinin ortasında sessizce beklerken kısa bir an rakibim Ali Osman’a bakmıştım. Onun yerinde ben olsaydım yıkılırdım. O ise öğrenmek zorunda olduğu bu bilgi ile yere bakıyordu. Belki de milyonlarcası gibi önceki anlar ve anılar üzerine düşünüyordu. Yıllar sonra insanlığın aynılığı ve yalnızlığı üzerine düşünürken Ali Osman üzerine de düşünecektim. Binlerce yılın güneşine o da bakacak, sonra yok olup gidecekti. Ne güzel edecekti. Bilinen tarihi değiştirmekten ziyade hiçbir şeyin değişmediğini gösteren Göbeklitepe’de de bunlara yakın şeyler düşünecektim.
Peki. Aynı düdük sesi ile savaşa ve fabrikalara gönderilen insan topluluklarının arasına katılmasına benim de yardımcı olduğum arkadaşım Ali Osman, düello şahidinin omuzlarında batan güneşi izlerken ben de Günseli’nin elinden tutup arkamdaki insan kalabalığı ile oradan ayrıldım. Kalabalık, kayalara çarpıp parçalanan dalgalar gibi kaybolurken ilk avından başarı ile dönen o ilk insanın kibir yüklü gururu ile Günseli’nin elinin kadifemsi yumuşaklığını hissediyordum. Önce incitmekten korkar gibi parmak uçlarından tuttuğum bu eli, sonra kaybetmekten korkar gibi avuçlarımın arasına aldım. Yüzüne bakmadan sadece güzel elini hissediyor ve bedenime yayılan kıvılcımlar eşliğinde daha farklı bir perspektifle doğayı ve hayatı anlamlandırmayı deneyimliyordum. Tıpkı bir rüya gibi o anda uzun süre kalmak hatta hapsolmak istiyor ama her güzel şey gibi bu büyülü ânın da biteceğini iyi biliyordum. İşte Gerard de Nerval’in gerçek olan rüyalarının gerçek olduğunu bilmesi gibi ileriki yıllarda günü bitiren uzun gündüz uykularımda ikinci âleme yani rüyalara hep bu yüzden sarılacak ve sığınacaktım. Yani sizin anlayacağınız bu saçma dünyada farklı bir gerçeklik yaratmak için çaba sarf edecektim.
Günseli ile birlikte onunla ne yapacağımı bilemeden nehrin kenarında oturduğumuz zaman yukardaki uzun paragrafa yakın şeyler düşünmeye devam ediyordum. Hiç de arkaik durmayan bu düşünce taslakları ile nehri izlerken Günseli’nin elini tutmaya devam ediyordum. Ay gümüşî ışıkları ile ağaçların arasından nehri selâmlarken yeme vuran ve mantar ile birlikte misinada titreşim benzeri bir hareketlenmenin oluşmasına neden olan alımlı alabalıkların yarattığı dirilik ve merak duygusuna benzer bir duygu içerisindeydim. Günseli içimde nebülöz bir seçki oluşmasına neden olan fısıltılı bir ses ve nefes ile kulağıma konuşurken nehri aydınlatan ayın gümüşî yansımalarını izlemeye devam ettim.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir