aysel karaca yazar
Aysel Karaca

BAHAR BUNUN NERESİNDE?

Baharın eşsiz çiçekleri henüz açmaya başlamışken, yaşamın bize sunduğu en değerli zaman dilimini biricik haliyle yeniden deneyimleme, duyumsama şansına kavuşuyoruz. Bu harika şöleni hemen her gün yürüdüğüm, evimin yakınındaki parktan keyifle izliyorum.
Birkaç gün evvel, günlük yürüyüşüm esnasında yine kendimden geçmiş; filizlenen, çiçeğe duran pembe-beyaz bahar dallarını, yemyeşil çimenliğe halı gibi yayılan papatyaları, pıtır pıtır açmış masmavi unutmabenileri seyre dalmıştım. Parkın ıssız banklarından birinde karşıma çıkıveren çiftin, öpüşmelerini gizleyebilmek için kafalarına koca bir tişört geçirdiklerini görünce irkildim. Her yer bahar, her yer çiçek açmış, tüm doğa birbiriyle sevişirken onları böylesine bir absürtlüğe zorlayan şey ne olabilirdi? Şehrin son yeşiline sığınmış bu masum çocuklar belli ki yaptıklarının utanç verici bir hareket olduğuna kanaat getirerek bizden gizlenmeye karar vermişlerdi.
Onları bu utanca zorlayan sistem adına yerinip dururken, Marquez’in portakal çiçeklerinin, badem ağaçlarının, muz bahçelerinin ve incirlerin gölgesinde işlenen namus cinayetinin anlatıldığı Kırmızı Pazartesi romanı düşüverdi aklıma.
Gencecik, kırılgan, umutsuz Angela ile yakışıklı, çapkın, arsız ama bir o kadar da masum Santiago Nasar’ın hikâyesi.
Marquez’in ilk gençlik yıllarında mahallesinde tanık olduğu bir olaydan, sarsıcı bir hatıradan yola çıkarak kurguladığı roman, en etkileyici eserlerinden biridir. Romanda gencecik delikanlı Santiago Nasar’ın namus meselesi yüzünden kapısının önünde, güpegündüz katledilmesi anlatılır. Üstelik belediye başkanından rahibine, hizmetçisinden komşusuna dek tüm kasaba halkı onun öldürüleceğinden haberdardır.
Santiago Nasar öldürülmeden önceki gece bir rüya görür:
“Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu, bir an için mutluluk duymuş, ama uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı. ‘Rüyasında hep ağaçlar görürdü,’ demişti bana annesi.”
 Hangimiz koca koca incir ağaçlarının olduğu bir ormanda gezinsek mutlu olmayız ki? Cennet meyvesi incire bir el uzanımı mesafedeyken, o koca yaprakların oluşturduğu çardağın harika serinliği altında soluklanırken, yere düşen, çatlamış incir meyvesinin arasından akan balı kim görmezden gelebilir ki?
Evet, Santiago Nasar şehvet düşkünü ve çapkın bir delikanlıydı. İyi giyinir, avlanmayı ve ateşli silahları kullanmayı çok severdi. Babasından kalan miras yoluyla da konforlu bir hayat sürmekteydi. Sokağa çıkmadan evvel, evdeki aşçı kadının yeni yetme kızını taciz etmeyi de ihmal etmemişti. Yine de üzerine isnat edilen suç, yani komşu kızı Angela’yı iğfal etmek aklının ucundan bile geçmemişti. Hatta onu akılsız ve itici bulmaktaydı.
“Şu senin salak kuzinin, derdi … artık kız kurusu olup çıktı.”
Yazık ki Santiago Nasar, Shakespeare’in Othello’su gibi yöre halkının pek de hoşuna gitmeyen bir soydan gelmekteydi. Kasabalı ondan hem çekinmekte hem de ona karşı nefrete benzer bir duygu beslemekteydi.
Aslında Angela bakire olmadığını ve zifaf gecesinin kendisi için ölüm demek olduğunu biliyordu. Epeydir içi kurumuştu; yüzü gülmez, gözü ışıksızdı. Zaten hiç kimse de Bayardo San Roman’ın onun nesine vurulduğunu bilememişti. Ama olan olmuş, Roman ona tutkuyla bağlanmıştı. Tüm umutsuzluğuna karşın Angela, Roman’ı kandırabilmek için makyaj çantasına bir şişe kırmızı mürekkep koymayı ihmal etmemişti. İki ihtimal vardı, kocası ya kanacak ya da onu oracıkta vuracaktı. İkinci ihtimale daha çok hazırdı aslında. Ona hayal ettiği şeyi sunamayacağının farkındaydı.
“Onun bu derece tedbirli davranması doğaldı, çünkü bir kadın için üzerinde gelinliğiyle bekletilmekten daha utanç verici bir talihsizlik olamazdı. Buna karşılık, Angela Vicario’nun duvağıyla portakal çiçeklerini bakire olmadığı halde takmaya cesaret edebilmesi, daha sonra saflığın simgelerine karşı büyük bir saygısızlık olarak yorumlanacaktı.”
 Ancak taze damat Bayardo San Roman onu öldürmek yerine ailesine teslim etmeyi uygun görmüştü. Evde annesinden yediği dayağa dayanamayan Angela’nın, “Kim yaptı?” sorusu karşılığında aklına ilk gelen isim elbette Santiago Nasar olacaktı.
 Anne hiç sorgulamadan kabullendi itirafı. Öyle ya, bunu yapsa yapsa onlardan olmayan, içten içe diş biledikleri Nasar yapardı. Tuhaf olansa -ihtimaldir ki- Angela bu çapkın delikanlıya ilgi duymaktaydı. Ne var ki onun hiçbir zaman kendisine ilgi duymayacağının da farkındaydı; herkesin içinde “Alık” diyerek aşağılamıştı onu. Öyleyse acımaya lüzum yoktu.
O andan itibaren Desadamona’nın talihsiz kaderi misali, Santiago’nun talihsiz kaderi de yazılmıştı.
Nasar bir şubat günü, portakal çiçekleri henüz açmışken, tüm kasabanın gözleri önünde, bir yaban hayvanı gibi defalarca bıçaklanarak öldürüldü.
Pencerelerden bakan, meydandan cinayeti izleyen onca insan içinden tek bir kişi bile evin kapısını çalıp Nasar’ın annesini haberdar etmemişti. Eve gelen dilenci kadını ve isimsiz bir mektubu kapı altından atan meçhul kişiyi saymazsak, kimseler haber vermeye yeltenmemişti.
Oysa Angela’nın abileri, sabahın erken saatlerinden itibaren meydanda dolanmakta, önlerine gelen herkese onu öldüreceklerini söylemekteydi. Belki de gerçekte istedikleri onu öldürmek değil, birilerinin buna engel olmasıydı. Buna karşın hiç kimse kesmemişti önlerini. Yalnızca belediye başkanı, dedikodular ayyuka çıktığında ve cinayet ihtimali kendisine özel olarak iletildiğinde lütfedip ikizlerin elinden bıçakları almış, sonra da onları salıvermişti.
“Daha iki dakika önce gördüm, ikisinin de elinde birer domuz kesme bıçağı vardı,” demişti Cristo Bedoya.
“Hay Allah kahretsin,” demişti belediye başkanı,
“öyleyse gidip başka bıçaklar almışlar.”
Böylece bir gün evvel rengârenk taklarla süslenen, sabahın ilk ışıklarına dek içilen, dans edilen, şarkılar söylenen, havai fişekler atılan kasaba, birkaç saat sonra köpeklerin uluduğu, çığlıkların, feryatların duyulduğu, kanın gövdeyi götürdüğü bir katliam evrenine dönüşmüştü.
Romanın anlatıcısı ve kasaba halkı, Santiago’nun suçlu olduğuna hiçbir zaman ikna olmasa da neticede birinin evliliği bitirilmiş, öbürü canice öldürülmüş; namus temizlenmişti. Kasabaya da, olayın ardından yıllarca konuşulacak epeyce malzeme çıkmıştı.
Hikâyenin sonunu merak eden anlatıcı, yıllar sonra yollara düşer ve Angela’nın uzak bir köyde yaşamını sürdürdüğünü öğrenir. Anlaşılan o dur ki, Angela yıllardır tüm günü pencere önünde dikiş dikerek ve eski eşi San Roman’a aşk mektupları yazarak geçirmektedir.
Sonunda hayal gerçekleşir. Eski eş, aralıksız yazılan mektuplara karşı koyamaz ve beklendiği gibi elinde bavuluyla kapı eşiğinde görülür.
“Bir ağustos günü öğle vakti, kız arkadaşlarıyla birlikte iş işlerken, kapıya birisinin geldiğini hissetmişti. Kim olduğunu anlamak için bakmasına gerek yoktu. ‘Şişmanlamış, saçları dökülmeye başlamıştı, daha iyi görebilmek için artık gözlüğe ihtiyacı vardı,’ dedi bana. ‘Ama oydu işte, ta kendisiydi!’ Korkmuştu, çünkü kendisi onu ne kadar yaşlanmış görüyorsa, onun da kendisini o kadar yaşlanmış gördüğünü biliyordu,”
Elimde olmadan Oğuz’un sesi çınlıyor kulaklarımda “…izin vermiyorlar ki mutlu olayım.”
Evet vermiyorlar. Vermeyecekler…
Böylece yobazlığın, bağnazlığın, fitneliğin, kötücüllüğün yurdu olmadığını anlıyoruz. Ne Shakespeare’in Desdamona’sı kurtulabildi bu kötücül oyunlardan ne de Nasar.
Oysa daha ilk geceden Roman, sevdiğini olduğu gibi kabullenmeyi becerebilseydi. Sevgi her şeyin üstündedir, diyebilseydi. Ya da eve geri getirildiğinde, ailesi onun karşısına dikilip “Kızımız günahsızdır, başına gelen şey onun değil ataerkil düzenin bir sonucudur. Bunun bedelini neden kızımıza ödetiyorsun?” deseydi; Nasar ölmeseydi, o güzelim insanların gençlikleri yanmasaydı, hayat bayram olsaydı…
Evet, bahar geldi ve aradan geçen onca zamana karşın namusun hala tende gizli, şehvete ait bir mesele olduğu yanılgısından, uğruna kadınları, kızları katletmekten vazgeçemedik. Bir arpa boyu yol alabilmiş değiliz. Üstelik yakın gelecek bu anlamda ümit de vadetmiyor.
Sözüm ona Mars’a koloni kurmaya niyet eden insan ırkının ilericisi, gericisi, demokratı, bağnazı bu eril geleneği desteklemeye devam edecek; gençler parklarda öpüşebilmek için kafalarına poşet geçirmeyi sürdüreceklerse hep birlikte soralım;
Bahar bunun neresinde?
 

 

Kaynak: Kırmızı Pazartesi, Gabriel Garcia Marquez, Can Yayınları, 1982

Genel Yayın Yönetmenimizin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

2 thoughts on “BAHAR BUNUN NERESİNDE? / Aysel Karaca

  1. Alev Turanlı dedi ki:

    Ah! Be Ayselciğim bı ne kadar ironik bir yazı çok etkilendim çok çarptı şu bahar gününde canım benim

  2. Şebnem Satı dedi ki:

    Ne güzel bir yazı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir