Akşam olmak üzereydi. İki kardeş birlikte işlettiğimiz, babadan kalan restoranımızda, kasayı kapatıyorduk. Ağabeyim Alaaddin, benden on iki yaş büyüktür. Bizimkiler öldüğünde, ben on altısında bir delikanlıyken, himayesine aldı beni. Onun da, yengemin de hakkını ödeyemem. Kızlar da elime doğdular, amcalıktan öte bir düşkünlüğüm vardır onlara. Kendi çocuklarım olsa bu kadar severim herhalde. Evdeki sıkışık ve zorlu ortama rağmen, üniversiteyi kazanmayı başardım, işletme okudum. İki yıl önce de üniversite arkadaşım Meryem’le aşk evliliği yaptım.
Çıkmadan, hafta sonu planımı haber vermem gerekiyordu: “Ağabey, biz hafta sonu Abant’ta olacağız. Meryem’e doğum günü için sürpriz yapmak istedim. Kadın her gün telefonda, bilgisayarda, akşamları bile raporlarla uğraşıyor. Elin şirketinin tüm işi sanki onun omzunda. Çok yoruldu, sıkıldı. Hava alsın biraz.” Bunları söylerken biraz çekiniyordum aslında. Hem restoranın hafta sonu yoğunluğunda onu yalnız bırakacağım için, hem de yine kadın erkek ilişkileri hakkında her zamanki vaazlarından birini vereceğini düşündüğümden…
“İyi, gidin oğlum, ben idare ederim burayı, sen meraklanma.” Sonra da sesine alaycı bir ton yerleştirip “Karısını da pek severmiş bizim ufaklık. Balayı bitmedi mi hala, oğlum?” diye takıldı. Ben de hemen hızlı bir manevrayla konuşmanın yönünü ona döndürdüm. “Aman ağabey, dalga geçmesene. Siz de gidin bir yerlere. Yengeme de üzülüyorum. Kadın hiç dışarı çıkmıyor. Yalnız başına salmıyorsun bir yere. Ne alışverişe çıkıyor, ne arkadaşlarıyla görüşüyor. Hapis gibi kadıncağız. Yapma böyle, mutsuz etme karını.”
Beni, asılan bir surat ifadesiyle dinlerken, adisyonları istifliyordu. Daha önce de duyduğum ve onaylamadığım cümlelerini sarf etti yine: “Tek başına ne işi var sokaklarda, dışarılarda? Neye ihtiyaç varsa ben alıyorum, hiçbir şeyini eksik bırakmıyorum. Görüşmek istediği arkadaşları filan varsa da onlar bize gelsin. Hem öyle çok insanla görüşmesine de gerek yok. Çok temas, çok dert. Kadınlar birbirini doldurur, sonra sesleri çıkmaya başlar, dır dır dır. Evde işini gücünü yapsın, çocuklarına baksın. Kadının yeri evidir.” Bu düşüncelerini biliyordum. Onlarla yaşarken, yengemin bu konudaki mücadelesine ve tartışmalarına, hatta ağabeyimin sertliklerine tanık olmuştum. “Kadıncağız bekârken çalışıyordu ne güzel. Ona da mani oldun. O da sana gönül verdi diye her şeyi kabul etti. Meryem asla benim güdümüme girmez, ben de böyle bir şeyi istemem zaten. Çalışmak, kazanmak, gezmek hakkıdır. Tek veya birlikte arkadaşlarımızla vakit geçirmeyi de çok seviyoruz. Normal olan bu. Kadının erkekten ne farkı var? Düşüncelerini yanlış buluyorum biliyorsun ağabey, kusura bakma.”
Eliyle, beni umursamadığını gösteren bir işaret yaptı, “Sen kendi işine bak. Sen nasıl kılıbık oldun böyle bilmem ki. Ezelden beri bilinen, kadın erkek rolleri vardır. Erkek evin reisidir, evini geçindirir. Kadının da asli görevi anneliktir ve evine, kocasına hizmet etmektir. Hatırla anamızı… Nasıl mazbut, sessiz, fedakâr bir kadındı, mis gibi yetiştirdi bizi. Rahmet olsun. Nerede şimdi öyle kadınlar?”
İtiraz ettim: “Çaresizdi, hiçbir dayanağı yoktu ki. Ben çok isterdim, annemin ailede söz sahibi olmasını, özgüvenle babama yeri geldiğinde itiraz etmesini, şiddetine boyun eğmemesini… Çocukken annemi ağlarken gördüğümde, ilerde karım olursa, babamın anneme davrandığı gibi davranmayacağıma söz verdim kendime.” Bir an düşüncelere daldı, sonra da “ Babamız, dediğim dedik, sert bir adamdı. Biz de dayak yedik, yemedik mi? Erkek adam, düzeni sağlamak için, gücünü gösterecek, yeri geldiğinde.” dedi. Doğrudan gözlerine baktım ve ikna edici olmayı umarak “Güç dediğin öyle kaba kuvvetle olmaz ağabey” dedim. “Şefkatli, güvenilir, adaletli olacaksın. Saygı göstereceksin ki, saygı göresin. Üç tane kızın var senin, ne emeklerle büyütüp, yetiştiriyorsun. Söyle bakalım, büyüyüp evlendiklerinde kocaları onlara saygısız ve kötü davransa, şiddet uygulasa haklı mı göreceksin yani?”
Kızlarının bahsi geçince, gözlerinde sevgi pırıltıları uçuştu, sorum karşısında ise afalladı, düşüncesi bile sinirlendirdi belli ki “Ne münasebet! Benim kızlarım akıllıdır, hem okutacağım ben onları, ezdirmesinler kendilerini elin adamlarına… Ayşe’m şimdiden bana kafa tutuyor, daha on yaşında kerata, bir laflar ediyor, susturuyor beni bile.” derken gururla gülümsüyordu.
Biraz yüreğime su serpilmişti. Demek korktuğum kadar değildi, kadına bakışını, karısına takındığı baskıcı tutumunu kızlarına yöneltmeyecekti. Onları okutacaktı, onların bağımsız bireyler olmalarını istiyordu. Sevindim. Biraz daha üstüne gitmek istedim. “Eh bak gördün mü, can parelerin söz konusu olunca aklın, vicdanın nasıl da dile geldi! Kadınlar bizim tamamlayıcı parçamız, hayat yoldaşımız. Eşlerimiz bizim kölemiz ya da malımız değil! Erkekler şu reislik sevdasından vazgeçip, sadece “adam” olsalar, her yer güllük gülistanlık olur zaten. Neyse, kızların bir büyüsün, çok şey öğretecekler sana belli ki…” dedim şaka yollu ve çıkmak üzere hazırlanmaya başladım. “Benim şimdi çıkıp, Meryem için bir doğum günü hediyesi almam lazım… Sizin evlilik yıl dönümünüz de bu ay değil miydi ağabey?” diye sordum dükkândan çıkmak üzereyken. Bir an hatırlamaya çalıştı “Doğru ya, haftaya on ikinci yılımız bitecek bizim… Dur ben de geleyim seninle, yengene bir hediye alayım sevinsin kadın bari!” deyince, sevinçle sırtına vurdum ağabeyimin. “Hey maşallah benim adamıma! İşte budur! Onlar olmasa ne yapardık biz? Kadınlar olmasa hayat olmazdı hayat!” dedim coşkuyla.
Yüzünü yalandan buruşturdu, kapıyı açıp, arkamdan iteledi. “Haydi, yürü haydi! Çıkalım artık.” dedi. Kapıyı kilitlerken, “Yandın Alaaddin Efendi sen, diline düştün bunun ya artık iflah olmazsın!” diye başını iki yana sallayarak söyleniyordu. Sesinde, -şaşkınlık mı desem, heyecan mı, gurur mu?- alışık olmadığım bir tınıyla “Beni de kendine benzettin, kılıbık ufaklık seni!” diyerek, kolunu sevgiyle omzuma attı ve sokaktaki akşam kalabalığına karıştık.