Bir Ayrılık
“Bir kez olsun,” dedi, gözleri yaşarmaya başlamışken, “bir kez olsun beni anlamaya çalışmadın.” İşaret parmağının kenarlarıyla göz torbalarını ovuşturdu. Sinirlenmişti. Yanlış anlaşılmış olmaktan dolayı değil, hiçbir zaman anlaşılmış olmanın kıyısına bile vuramadığı için sinirlenmişti. Ve biliyordu; bu sinir, sonraları kızgınlığa dönüşecekti. Hemen sonra, her şey kendisine dönecekti, sinir ve kızgınlık; kendisini suçlamaya dönüşecek olan ilk basamaklardı.
“Peki sen? Sen bir kez olsun anlatmaya çalıştın mı kendini?” dedi İrfan.
Yeşim afalladı. Kızarmış gözleriyle, durgun bir bakış attı İrfan’a.
“Evet, denedim,” dedi, sesi titriyordu, “ama İrfan, biliyor musun, hiçbir önemi yok artık tüm bunların.”
“Ne yani, hiçbir şey olmamış gibi bırakıp gidecek misin gerçekten?” İrfan, bunları söylerken büyük bir korku yaşıyordu. Gözleri büyümüştü, sesini kontrol edemiyordu.
“Evet, gidiyorum. Öyle yoruldum ki İrfan, öyle çok yoruldum ki boşluğa konuşmaktan, birkaç kelime etmek, günlerce yorgun düşürüyor beni.”
O sabah, Güneş bahçenin daha yarısını ısıtırken, arka sokaktaki gürültülü kepenk sesleri daha gelmemişken, Yeşim gitti. Erkendi. İrfan için erkendi, ve bitmek bilmeyen bir yirmi dört saat için erkendi.
Bir sinek, televizyonun üzerine konmuş, öndeki iki bacağını birbirine sürtüyordu. Mutfak camında küçükçe, çok sayıda leke vardı. Kahve bardaklarının dipleriyse katılaşmıştı. İrfan uyandı. Yatak odasına çıktı. Yeşim’in orada olduğundan neredeyse emindi. Kapıyı açtı. Oda, terk edilmişlikle çarptı yüzüne. Her şey yerli yerinde, yalnızlık verici bir düzendeydi.
Yeşim gitmişti.
Bazı özlemleri yatıştırıp, yenilerinin tohumunu atan zaman da geçip gitti. Yeşim, şirketlere tanıtım ve reklam hizmeti veren bir ajansta işe girmişti. Üniversite’den bir arkadaşının yanına taşınmıştı. İş günlerinde yoğun bir şekilde çalışıyor, kendisinin olan zamanlardaysa ayrılığı sindirmeye uğraşıyordu. Bir şeyler yoktu. Eksik olan bir şeyleri anımsatıyordu ona, hayata ve kendisine dair düşünceleri. “Bir şey eksik,” diyordu, endişeli olmaktan ziyade eksikliği keşfetmiş bir sesle.
İrfan, boğucu geceleri atlatmıştı. Ailesinin yanında birkaç hafta kaldıktan sonra tekrar eve döndüğünde, ortak olmayan şeyler tekrar çarpmıştı suratına belki, ama eskisi kadar kasvetli değildi. Geride kalan kişi olmayı, bırakıp gidilmiş olmayı kabullenmişti. Bir sonraki akşam, arkadaşlarıyla, erkek erkeğe yemek yiyeceklerdi. Heyecanlıydı. Çok iyi geleceğini düşünüyordu. Günü çabuk bitirmek için uykuya bıraktı kendini; zamanı hissetmek istemiyordu.
Karaköy’de, bir lokantaya oturdular. Buzlu rakı bardakları gidip geliyor, küçük tabaklardaki mezeler sürekli azalıyordu. Keyifliydi. İrfan, uzun zaman sonra bu kadar ferah hissetmişti. Hafızası onu rahat bırakmıştı. Yeşim’in görüntüleri, ortak hatıraları, yaşanmış şeyler artık acı vermiyordu. İmgeler, geçmişin damgaları ve izler saldırmıyordu zihnine. Dört arkadaş her şeyden konuşuyorlar, şarkılara gülerek eşlik ediyorlar, komik anılar anlatıp gülüyorlardı. Geceye kadar oturdular. Veda vakti gelmişti. Tam ayrılacakları sırada, Yunus, beraber biraz yürümeyi teklif etti İrfan’a, “açılmış oluruz,” dedi. Diğerleri gittiği için, İrfan kabul etti. Ara sokaklardan birine daldılar, nereye gittiklerini bilmeden, öylece, konuşarak yürüdüler.
“Nasıl geçiyor günler? Yeşim’den haberin var mı?” diye sordu Yunus, sesi şefkatliydi.
“Bir ajansta başlamıştı en son,” dedi İrfan. Yunus’un yaktığı çakmağa doğru eğildi.
“Yalnızlığı iyi bilirim,” dedi Yunus, derin bir nefes verdi. “bilirsin, benim de başımdan geçti bir Sinem.
“Yeşim’in olmadığını kabullendim, sorunum daha çok benim kendi kendimi kabullenmem.”
Dar ve karanlık bir sokaktan yürüyorlardı. Bir inşaat alanı vardı, yerde demir yığınları, tahtalar, irili ufaklı taşlar vardı. Yavaş yavaş, dikkatlice yürüyorlardı. Karşıdan gelen bir araba, ikisinin de gözünü aldı. Elleriyle korumaya çalıştılar gözlerini.
“Bence,” dedi Yunus, “bütün mesele, yalnızlığı daha çok hissetmek veya daha az hissetmek. Çünkü aslında yaptığımız her şey, şu an burada yürüyor olmamız bile, yalnızlığımıza çare aramaktan başka bir şey değil. Seni neden yürümeye davet ettim, gayet açık değil mi? Eve gidip, yalnızlıktan uyku basana dek uyanık kalmak zorunda olmaktan bıktım. Kendime maruz kalmaktan bıktım! Her aşk, her dostluk yalnızlığı biraz daha büyütür. Kendimize dönüşümüz o denli zor olur. Seviştiğin kadınlar, öpüştüğün dudaklar, büyütür yalnızlığını. Çünkü en sonunda, koca bir yalnızlık kalır ve katlanmak zorunda olduğun lanet bir benlik. Evet, yalnızlığa çare aramak için çırpınıyoruz böyle; birkaç an kendimizden kaçmak için. Ama boşuna! Her şey boşuna. Kimse bizi alamayacak kendimizden. Başkasına dokunacağız, konuşacağız başkalarıyla, ama hayır! Onları hissedemeyeceğiz, ulaşamayacağız onlara. Günlerdir, tekrar tekrar okuduğum bir şiir var, Sully Prudhomme şöyle yazmış:
Okşamalar birbirine aktarılan endişelerdir
Sınan aşkın zavallı ve aldatıcı denemeleri
Ruhların bedenlerle buluşturulmasının
olanaksızlığı…
Peki ya sonra, okşamalardan, buluşmalardan sonra? Koca bir hiç. Geriye kalan ben. Ölüm beni ondan ayırana kadar, geriye kalan sadece ben.”
İrfan yere bakıyor, Yunus’un söylediklerini düşünüyordu. Haklıydı. Ne yazık ki haklıydı. Bu andan sonra, ikisi de tek kelime etmedi. Yürüdüler, yürüdüler. Caddeye vardıklarına, iki ayrı taksiye binip, konuşmadan, bakışlarla veda ettiler birbirlerine. Eve vardı. Yunus’un söylediklerini düşünüyordu hâlâ. O an bir şey fark etti. Yeşim onu terk etmemişti aslında. Sadece, onu, kendi kendisiyle baş başa bırakmıştı. İrfan, kendisine mahkûm olmuştu.
O sabah, arka sokaktaki mobilyacı dükkanının kepenkleri açıldığı sırada, İrfan’a bir telefon geldi. Cihan arıyordu.
“Yunus intihar etmiş.”
Muazzam bir hikaye