NURİ AMCAM
Babaannem elindeki bıçakla karpuz kabuklarını ahırdaki ineğin yalı olan, kullanılagelmekten kararmış, eskilerde kullanılan yağ tenekesine doğruyordu iri iri… Ekmek artıkları, ayıklanmış yeşil fasulye kabukları, sabah kahvaltılarında yenilen pancar turşusundan kalanlar, mısır kâkülleri, soğan ve patates kabukları yüzer dururdu ekşimiş suyun içinde…
Nuri gözü dalgın, oturduğu daha doğrusu yığıldığı tahta sedirde -o hep birdenbire yığılarak otururdu zaten- giydiği pantolonun içinde bir ayağı, diğer ayağını giymemiş daha, öylece bakar yaşlılıktan beli iyice bükülmüş anasına… Baktığı anası mıdır yoksa o dalgınlıkta gördüğü, su gibi akıp giden günlerin çaresizliğine midir, bilinmez!..
Ağzının kenarında ince bir salya, şerit olmuş akar çene kıvrımına doğru. Fark ettiğinde durumu, daha önce kezlerce silinmekten, giysi üzerinde kuruyup yaldıran lekeli kolunu yine sürterek siler.
Sabahın titrek rüzgârı, irice birkaç karadut tanesini düşürür evin önüne. Arılar peydahlanır birden. Başları dut aromasından dönmüş arılar, bir konar bir kalkarlar, semah döner gibi pervane olurlar dutun üzerinde.
Yaşlı ve yorgundur Nuri herkes kadar. Konuşmanın kifayetsizliği kadar, istediği gibi konuşamamanın, anlaşılamamanın gündönümü turuncusu inmiştir ruhuna. Yıllar vardır ki, abileriyle ve de anasıyla ağız dalaşından öteye taşmayan kavgalar, kendi varlığını bu şekilde kabul görmelerini isteme arzusu dinmiştir artık. Hoş, o bu varlığını kendisi ne kadar kabullenmiştir ya, burası da şüphelidir işte… Ağzının içinde dönmeyen diliyle ya da döndüğü kadarıyla ettiği küfürler azalmıştır. Ağzı, zamanla kıyı dalgalarının yığdığı çakıllarla kapanmaya yüz tutmuş, kimsenin uğramadığı, yengeçlerin yuva kurduğu mağara girişine benzemektedir artık.
Nuri’yi tanıyanlar, onun kâh işaret diliyle, kâh sesli harfleri uzatarak kurduğu kelimelerle ne demek istediğini bilir. Bilmekle yetinmez cevabını da verirler. İnsan felçli de olsa, konuşamasa, doğru dürüst yürüyemese, titreyen parmaklarıyla tabaktaki bir zeytini kavrayamasa da en nihayetinde sesine bir yankı arıyor, yaşıyor olduğu bilinsin istiyor.
Daha bir aylık bebekken, Yasun Burnu yakınlarında, soğuk, fırtınalı bir havada balıkçı teknesi batar babasının. Denizde boğulur, cesedi bulunamaz, bayramda seyranda ziyaret edilecek, başında dua okunacak bir mezarı bile olmadan, denize gömülür babası.
Köylük yerde dört bebesiyle bir başına kalan anacığı, koşulların yetersizliğinden onunla yeteri kadar ilgilenemez ve menenjit olur Nuri… hayatta kalmasının karşılığında göksel babamızla anlaşma yapar o bebek haliyle ve beden sağlığından feragat ederek, felç kalır… Çünkü, anacığı adını bile henüz adını koymamışken, denize gömdüğü kocasının adını verir ona… Nuri, göremediği babasının adıyla yaşayacaktır bundan böyle!… Tanrı da bu duruma aldırış etmemiş olacak ki, Nuri felç kalmakla yaşamaya bir şekilde tutunma çabası göstererek, ilahi sınavı aşmış oldu böylelikle… Nasıl bir çocukluk yaşadı, orasını bilmiyorum. Fakat ben sizlere onu, hatırımda kalan gençlik yıllarının ufak tefek kıstaslarıyla anlatacağım.
Avlunun altındaki geniş dut ağacının yapraklarıyla gölgelediği evin önündeki beton uzantıda, etraftaki cırcır böceklerinin gevezelikleri altında, titreyen parmaklarıyla zeytin çekirdeklerini saatlerce, hatta günlerce düz bir taşa sürterek yuvarlaklaştırır Nuri. Çekirdeğin kutupları yorgan iğnesiyle delinecek kıvama gelince, yine titreyen parmaklarıyla iğneli ipliği o delikten geçirirdi. Bu dizme işi, yine sabırla katlanmayı gerektiren günlerini alırdı. İşi gücü olmayan bir sakat (sakat sözcüğü ara sıra kendisine kızan amcalarım tarafından onu aşağılamak için kullanılırdı. Sakat sözcüğü ortalığa döküldüğü vakit, Nuri susar, belki de abileriyle ya da babaannem ile gereksiz bir inatlıkla sürdürdüğü ağız dalaşına yenilmişçesine son verirdi o vakit.) için köylük yerde sabır ve zamandan bol ne vardı ki!.. Nihayetinde oldukça mütevazi görünen, otuzüçlük bir tespihi olurdu…
Balıkçılıkla, ailesinin geçimini sağlayan kocasını, genç yaşta Karadeniz’in karanlık sularına gömen babaannem için, henüz o zamanlarda beşikte olan Nuri amcam ne yakınılası ne de dövünülesi bir talihti. Sadece ve sadece yüklenilen hayat karmaşasının biraz daha ilgiye muhtaç, asgari koşullarda yaşam uğrunda savaşacağı, köy yerinde namuslu bir dul kadının, yüksünmeden her türlü zorluğa göğüs gerebileceği, diğer üç evladı kendisi için her neyse, Nuri amcamda aynı derecede onun için bir cevherdi…
Nuri’nin bir büyüğü, ailenin en çalışkanı Fethi amcam birkaç yılda bir, Nuri amcamın gönlünü hoş tutmak için, Yalıköy’de çalıştığı Muhittin’in atölyesinde, çekmeceleri olan, boyasız, tahtadan sanduka yapardı. Nuri amcam da tespihler dahil nesi var nesi yok, evin rutubetli arka odasında yattığı divanın altında saklı tutardı bu sandukayı. Öyle ki, o zamanlar meraklı birer küçük olan yeğenleri olan bizler, görüp karıştırmayalım diye sandukayı üzerinde yattığı divanın altında en dibe iter, önünü de içi çamaşır ya da urba denilen giysilerin bulunduğu seleyle kapatırdı. Neler yoktu ki o sanduka içinde; hediye gelen tespihler, çakı, tırnak makası, tarak, küçük yuvarlak, kapaklı eskiden köy yerinde “göt aynası” denilen aynalardan…hatta, yılın belli dönemlerinde, mesela bayramlarda veya fındık zamanlarında köye dönen Almancılara, elinde kalın fındık dalından veya babaannemin fasulye diplerine ektiği çangallardan ibaret bastonuyla, ağzının kenarında, yüzüne güneş vurduğu zamanlarda ışıldayan kurumuş salyasıyla gülümseyerek avucunu uzatır, karşıdakine anlamsız gelen ama bizlerin bildiği kelime topaklarıyla dua ederdi…işte o günlerde topladığı paraları koyduğu kesesi de olurdu. Oda kapısının arkasına yığılı döşeklerin arasına saklı olan bu para kesesi, diğer iki amcamın ve de onların konuşmalarını ağzı merakla açılmış bir halde izleyen biz yeğenleri için merak, çokça da alay konusu olurdu. Velev ki, Nuri yokken onun odasına girdiniz ve de Nuri’ye o an o odada yakalandınız, o zaman vay halinize!… Nuri’nin bağırışları, havada savurduğu el kol hareketleri ile odadan kovulur, onun para kesesine göz dikmiş potansiyel bir hırsız muamelesi görürdünüz.
Düzgün söyleyebildiği, ‘Anne ve Allah’ kelimesidir sadece. Ablaya amma, abiye ayde derdi. Çoğunlukla işaret ederek konuşur, anlaması onu dinleyen bizlere düşerdi. İnsanları yargıladığı birkaç sözcük varsa da onlar, ‘iyi, kötü, kibirli-kasıntı’ idi. İyiye iyi der, kötüye ise kolunu havaya kaldırarak, yüzüne konan bir sineği kovar gibi, ‘bırak sen şu hayırsızı, bahsini etmeye değmez’ minvalinde birtakım işaretleri olurdu. Kibirli insanı tanımlarken de titreyen elini burnunun üzerine kondurur, işaret parmağını burnunun uzantısına ekleyerek, Pinokyo’nun uzun burnuna benzetir, o kişi için ‘burnu uzamış’ derdi.
Yine o yıllarda, fındık toplamaktan yorulan babaannem ve amcamlarım, akşam yemeğinden sonra TV başında uyuklamazdan belki yarım saat önce öylece durdukları zamanlarda, TV’de Kenan Evren konuşurken mesela kimse TV ile ilgilenmez, Nuri’nin acaba bugün köye bayram ziyareti için gelen Almancılardan kaç para tokatlamış olduğunun eğlencesini yapar, onun bu üçkâğıtçı, uyduruk dualarla insanları kandırdığını kahkahalar atarak kendi aralarında konuşurlardı. Nuri ise hiç onlara bakmaz, yüzüne, kısılmış gözlerine konan sinekleri kovalayarak Kenan Evren’ e bakardı… bakardı da babaannem daha fazla dayanamayıp, ” uğraşmayın oğlumla, siz kendi açık götünüze bakın ” deyince, babaannemden aldığı destekle iyice içlenen Nuri amcam, oturduğu sandalyeden bir eliyle destek alarak kalkar, düşmemek için duvarlara tutuna tutuna yatmaya giderdi… Ayağı yerdeki kilime veya bir sandalyenin bacağına takılıp düştüyse de, bir an önce oradan uzaklaşmak amacıyla, zamanını ve enerjisini doğrulmak için harcamaz, emekleye emekleye uzaklaşırdı…
Odasının ve zihninin karanlığını, pilli radyosunu açarak dağıtmaya çalışırdı. Cızırtılı radyo dalgaları arasında TRT Radyoyu bulur, o an Kamil Sönmez, Ümit Tokcan, Bedia Akartürk, Yıldıray Çınar veya Nuri Sesigüzel, artık hangisi denk gelirse, onların seslendirdiği türkülerden birini bulur, yan odadaki amcalarıma nazire yaparcasına, anlaşılmaz seslerle gaydalı gaydalı, yüksek sesle türkülere eşlik eder, moralini düzeltmeye çalışırdı.
Sabahında ise saatlerce yatağından kakmaz, bol soğanlı taflan turşusu kavurması ve dut pekmezinden ibaret kahvaltıya gelmez, yattığı yerde yüzüne gözüne konan sinekleri bile kovmadan, kırışmış alnının altında iyice küçülmüş, iki küçük yavru yengeci andıran gözleriyle tavana yakın duvar köşesine yuva yapmış örümcek ağına, ağın titreyişine, kurumuş sinek boklarıyla kirlenmiş duvarlara bakar bakar dururdu.
Bıldır yıl, Kurban Bayramının ilk günü annesi rahmetli oldu Nuri amcamın, geriye Allah ı kaldı sadece. Onu da dillendirmez oldu nicedir. Oysa Allah, anne yaşadıkça anne üzerinden şekle şemale bürünürdü.
En çok da akşamüstleri, yemek saatlerinde göğsü sıkıştıran yürek burkulması, derin bir iç çekiş, sararmaya yüz tutmuş fındık bahçelerinden yükselen sis, yağmur altında köy yokuşunu çıkan arabanın farı. Evin çatısında biriken suların ev yüksekliğince boylanmış oluktan akan suyun dibindeki çamurda yıkanan kurbağa vıraklaması. Hiçbir şey, insan karşılaşmaları, teğetleşmeler beklenen de değil, yeni gelen de değil Nuri amcam için. Çıkınında eski sözcükler taşıyan biri, hangi yeniyi(!) duyumsayabilir, dil ile onu tarif edebilir ki!…
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.