BİR TOPLUMSAL DİRENİŞİN DESTANI: KÖROĞLU

“Benden selam olsun Bolu Beyi’ne
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından kalkan sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir”

Türkülerimizin yozlaştırıldığı bir dönemde beslendiği halk kültürüne sesi ve sazıyla, araştırmalarıyla büyük katkı yapmış olan Ruhi Su, Köroğlu adlı uzunçalarının kapağına Nejat Birdoğan’ın Köroğlu’yla ilgili yaptığı araştırmanın önsözünü koymuş.

Birdoğan’ın Aşık İhsani ile yaptığı sohbetle başlayan ilgisi bir kitabın ortaya çıkmasını sağlamış: “Köroğlu Bir Toplumsal Direnişin Destanı“. 16 yüzyıldan günümüze ulaşarak ilk kez 1834 yılında yazıya geçen Rumeli ve Azerbaycan’a kadar yayılmış destandaki Köroğlu, buralarda yaşayan kardeş halkların eşitlik ve adalet isteyen ortak kahramanıdır…

Köroğlu’nun babası Koca Ali, uzun yıllardır Hasan Han’a ait atların bakımını yapan bir seyisti. Bütün ömrünü onun kapısında çürütmüş saçı sakalı onun kapısında ağarmıştı.

Her sabah tan ağarır ağarmaz Koca Ali, Hasan Han’ın atlarını otlatmaya götürür, bütün gün bakımını yapar, geceye yakın bir zamanda da geri döndürürdü. Dağlarda taşlarda, ıssız yabanda Koca Ali’nin ayağının değmediği yer kalmamıştı.

Gene bir gün, Koca Ali, atları bir göle sürüp su kenarında otlamaya bırakmıştı. Atlar otlamaya başlarken Koca Ali de bir taş üzerine çömelip oturmuştu. Tanyeri de yeni yeni ağarır. Koca Seyis bir de bakar ki gölden iki aygır at çıkar. Atlar gelip sürüye katılırlar. İki kısrağa yakınlaşıp aştıktan sonra gene dönüp göle girerler ve gözden kaybolurlar. Hemen kalkar, iki kısrağa bakar, gördüklerinden kimseye söz etmemeyi de düşünür.

Gel zaman git zaman aygırların kısrakları dölleyişinin üstünden epey bir zaman geçer. Koca Ali aylar, günler sayar. Kısrakları da bu arada gözünün önünden ayırmaz. Vakit yaklaştığında da kısrakları otlatmaya götürmez ve onları tavladan dışarı çıkarmaz. Ve nihayet kısraklar doğurur, yavrular sonunda büyüyüp birer tay olurlar.

Bir gün Tokat Paşası Hasan Paşa Hasan Han’a konuk olarak gelir. Hasan Han’a hoşbeş arasında “Hasan Han duydum ki senin gayetle güzel ve cins atların varmış, gel bunlardan bana iki tane aygırlık at ver” der. Hasan Han hemen “gözümüste” deyip seyisi çağırır. Seyis Koca Ali’ye “yarın sürüyü ota götürme, Paşa için at seçeceğim” der.

Hasan Han bu sözleri söyler söylemez Koca Ali’nin aklına hemen o iki tay gelir. Bey’inin başını daha yüce etmek için sabah erkenden iki tayı çıkarıp halkala bağlar, kendisi de geri kalan atları alıp otlatmaya götürür.

Biraz sonra Hasan Han, Paşa yanında atların bağlandıkları yere gelirler. Paşa bakar ki, iki uzun orta aygır ve zayıfça at bağlanmış “herhalde bana verecekleri atlar bunlar olacak” deyip güler. Sonra da “Hasan han bana demişlerdi ki senin iyi cins aygırlık atların var, bunlar da nedir? İş böyle atlara kaldıysa bende çok vardır” der.

Paşanın bu sözleri Hasan Han’a dokunur. Koca Ali’yi hemen yanına çağırtıp “hey ahmak Koca ben sana sürüyü otlağa götürme, at seçeceğim dememiş miydim, niye ota götürdün?” diye sorar. Koca Ali “Han sağ olsun, ben koca bir seyisim, sürüdeki atların hepsini avucumun içi gibi tanırım, sen bunların böyle oluşlarına bakma, eğer başının yücelmesini istersen Paşa’ya bunları ver” der.

Seyis’in böyle büyük konuşması Han’ı kızdırır. Sinirlenerek “benim yılkımda dünyanın dilinde dolaşan cins atlar varken bu uyuzları Paşa konağına gönderip beni rezil etmekten maksadın nedir” diyerek bağırır. Seyiste bunun üzerine “Han sağ olsun ne maksadım olacak? Benim maksadım; Paşa’nın yanında senin şanının yücelmesidir. Sen de bilirsin ki ben atları iyi tanırım. Senin atlarının arasında bunlardan daha iyi at yoktur. Bütün dünyayı gezsen de gene bunlar gibi at bulamazsın” diye yanıt verir. Bu sözler Hasan Han’ı çileden çıkarır, “Artık bilmiyorum, bir saate kadar yerde de olsa gökte de olsa nereden bulursan bul, hem benim hem de Paşa’nın şanına yakışan iki at getir, Aygırlar bir saate geldi, geldi. Gelmezse başına geleni sen düşün.” der.

Koca Ali “Öyleyse Han izin ver Paşa için at seçmeye başka adam gitsin. Sürüde bu atların eşi yoktur, ben de bu atların yerine başka bir at seçemem. Benim seyis adıma yakışmaz” diye karşılık verir.

Bu sözler Han’ı iyice sinirlendirir. Cellatlarını çağırıp başının vurulmasını emreder. Koca Ali’ye kızan Paşa da “Hasan Han görüyorum ki senin seyisin bu atları çok övüp çok güvenir, belki o haklı, gelsen bu işi şöyle et, her ata onun bir gözünü paha biç” der. Paşanın bu sözleri Hasan Han’ın aklına yatar. Hemen cellada emrederek Koca Ali’nin gözlerini oydurur. Koca Ali, bu esnada ne inler ne de bir ses çıkarır. Bir kere bile af dilemez. Öyle ki cellat işini bitirdikten sonra ayağa kalkarak; “Hasan Han, dünyada her şeyden üstün olan şey gözdür. Sen beni onlardan ettin. Ben senin kapında can çürütmüşüm, yılan gibi kabir koymuşum, saç sakal ağartmışım. Sen bunların kıymetini bilemedin. Ancak ayıbı yoktur, sen bir paşanın sözüyle beni kör ettin, benim kısmetim buymuş. Sen ki benim gözlerimi bu tayların bedeli olarak aldın, hiç olmazsa sözünün ağası ol, tayları bana ver” der.

Hasan Han, tayların birini bir koluna diğerini bir koluna bağladığı Koca Seyis’i kapısından kovar. Kör Ali taylarla birlikte acı çeke çeke köyüne döner. Köylüler seyisin başına toplanırlar. Babasının başına gelenleri oğlu Ruşen de duyar.

Ruşen, on beş- on altı yaşlarında yeniyetme civan bir delikanlıdır. Ama öyle güçlüdür ki ağacı tutsa kökünden, öküze boynuzundan yapışsa yerinden kaldıran bir yiğittir. Babasını bu halde görünce telaşla sorar: “Baba, sana ne oldu, seni bu hale kim koydu?”. Koca Ali, hali, hikayeyi bir bir oğluna anlatır.

Ruşen kızgın, ayağa fırlayarak “oğlun senin acılarını yerde koymaz baba, şimdi Hasan Han dayansın benim önümde, bakalım nasıl dayanacak” der. Köyün delikanlıları da Ruşen’e arka verip kalkarlar.

Kör Ali durumu görünce Ruşen’i yanına çağırtıp oturtur. Elini omzuna koyar; “Hele öçleşmenin zamanı değildir oğul, zamanını ben sana söylerim. Şimdi söyleyeceklerime kulak ver. Benim gözlerim bu tayların üzerinde gitti, öcümde bu tayların üzerinde alınmalıdır. Bu tayları ben sana emanet ettim. Bunlar gördüğün diğer taylara benzemezler, derya atından döl buldular. Sen, şimdi büyük bir tavla yap, bu tavlanın hiçbir yerinden ışığa benzer nesne girmesin. Taylar tam kırk gün bu tavlada kalacaklar. Bu kırk günün içerisinde taylar ne bir bayır, ne bir çayır görecekler. Ne de bir insan gözü tayları görmeyecek” der.

Bunun üzerine Ruşen “Peki Atam Can, ben bu kırk gün içinde böyle olursa, bunları nasıl yemleyip nasıl savuracağım?” diye sorar. Koca Ali de oğluna “Sen her tay için tavlada kırk gözlü bir yemlik yapacaksın. Atların yemini samanını bu gözlere dolduracaksın. Köyün üstündeki Zümrüt Bulağından tavlalara birer ark açacaksın. Birer küçük havuzla da taylar sularını içecekler. Sen şimdi git. Tavlaları yapıncaya kadar tayları bir yere bağla” der.

Ruşen babasını rahatlatır. Sonra tavlayı babasının dediği gibi yapmaya başlar, tavla biter. Koca Ali gelip eliyle yemlikleri, havuzları yoklar. Tamam olduğunu görür. Sonra da oğluna “güzel, şimdi sen yemlikleri doldur. Suyu da ahırlara bağla. Bak, gene söylüyorum. Tavlalara ne bir ışık, ne de bir insan gözü düşmeyecek” diye söyler.

Ruşen babasının dediği gibi yemlikleri doldurur. Suyu arklardan tavlaya bağlar. Atları içeri çekip, tavlanın kapısını da sıkı sıkıya kapatır. Her tarafı sağlamlaştırıp dışarı çıkar.

Aradan tam otuz sekiz gün geçer. Atasözü de der ya “insan sabırsız olur” Ruşen otuz sekiz günü zor bitirir. Otuz dokuzuncu gün ne yaptıysa kendine dizgin vuramaz. Sanki birisi yüreğine girmiş “hey!” diyordu. Kırk günde başa gelen otuz dokuz günde de başa gelir. Yürü git, bir atlara bak. Sonunda Ruşen dayanamaz. Gelip tavlanın üstüne çıkar. Ufacık bir delik delip içeriye bakar.

Önce gözlerine inanamaz. Sağ bölmedeki atın omuzlarında, iki tane kanat vardır. Kanatlar alev gibi yanıp altın gibi parlamaktadırlar. Bu defa sol taraftaki ata bakar. Baktı ki bu atın kanatları yoktur. Gözlerini yine sağ taraftaki ata çevirir. Bu defa kanatların yavaş yavaş söndüğünü görür. Yaptığına pişman olur. Hemen deliği örtmeye çalışır. Ancak ne fayda, iş işten geçmiştir. Kanatlar yavaş yavaş eriyip ağırda yok olmuşlardır. Ruşen ellerini başına dizine vurur. Ancak olan olmuştur. Deliği örtüp geri döner. Babasına hiçbir şey söylemez.

Derken o gün gelir, kırkıncı gün. Koca Ali oğlunu yanına çağırarak “oğul gel, beni atların yanına götür” der. Ruşen babasının elinden tutup tavlaya götürür. Koca Yılkıcı, önce sağ taraftaki atın yanına varır. Elini atın boynundan tutup sağrısına kadar çeker, “oğul, bu atlara insan gözü bakmış” der. Ruşen önce inkar eder “baba, sen ne diyorsun” der. Koca Ali tekrarlar “Oğul gel benden olan biteni gizleme, ben sana bu atlara insan gözü değmiş diyorum. Bu atların kanatları olmalı. Ne oldu, doğrusunu söyle”.

Ruşen olan biteni babasına anlatır. Koca Ali, “oğul sabırsızlık daima zarar verir. Sen sabırsızlığının cezasını çekiyorsun. Ama üzülme olan oldu” der. Sonra da sol yandaki ata yaklaşır. Bu at uzun ayaklı, çekme sağrılı, nazik, ortalı bir at olmuştur.

Koca Yılkıcı yanına yaklaşınca at şaha kalkar, ona saldırmak ister. Fakat Koca Ali ona bağırınca onu tanır ve sakinleşir. Koca Ali bu atın da tımarını yapar. Sonra da oğluna “oğul bir süre bu atları bayıra çıkarmak olmaz. Ama kapısını bağlamakta gerekmez. Her gün gelir kendin yemlersin, sularsın” der.

Ruşen babasını eve götürür. Kendisi de tarlaya döner. Atlara göz kulak olmaya başlar. Aradan günler geçer. Bir gün babası gene sorar, “oğul atlar nasıl, nasıl yiyorlar?”. Ruşen “Baba sağ taraftaki at değirmen gibi öğütmekte. Arpa, saman yetiştirmek zor. Sol taraftaki at da iyi. Ama daha az yiyor. Genç ve dinçliğine de iyi. Sağ taraftaki ise kızgın bir deve gibi oynayıp duruyor” der.

Koca Seyis, oğluyla birlikte tavlaya gelir. Atları yoklar, “Oğul, atlar daha da büyüdü, binilme zamanları geldi. Önce buna sonra da öbürüne bin, yeni sulanmış balçığa gir, oradan dikenlere vur. Sonra da yalçın kayalara sür” diye söyler.

Ruşen babasının dediği gibi önce sağ taraftaki ata biner. Yeni sulanmış şumlu balçığa dalar, yıldırım gibi de geri döner ve seyisin yanına gelir. Eski kurt, atın burnunu tutar. At öksürmez. Sonra da kalbine kulak verir. Bakar ki yürekte de ses seda yoktur. Sonra tırnaklarını yoklar, bir ufacık balçık bulamaz.

Ruşen bu kez diğer ata biner. Aynı sınaklardan geçirir. Babasının yanına getirir. Koca Ali onun da burnunu sıkar, yüreğini yoklar, tırnaklarına dokunur. Bu at da öksürmez, yüreği dövünmez. Ancak tırnaklarının birinde bir parça çamur görünür.

Ruşen bu defa birinci ata binip, karadikenliğe sürer. Yıldırım gibi süzülür, gelir koca yılkıcının yanında durur. Koca Yılkıcı, onun karnını, baldırını yoklar. Hiçbir diken izine rastlanmaz. Öbür at da dikenlik sınağından yenik çıkmaz. Ancak arka ayaklarından birinde bir parça diken izi vardır.

Ruşen sonra ilk atı kayalıklara vurur. Koca Seyis’in yanına döndüğünde Koca Seyis atın ön ayaklarını tutar ve sıkar. Ama at ne tiksinip ne geriler. Şimdi sıra ikinci atındır. Ruşen bu ata da binip taşlıktan aşağı bırakır. At taşlardan aşağı süzülüp iner.

Koca Ali oğluna “Oğul Ruşen, birinci at sınaklardan çok güzel çıktı. İkinci at da fena çıkmadı. Ama birinci ata yenişemez. Bu atın eşi benzeri bu yeryüzünde bulunamaz. Birinci atın adını Kırat koydum. Seferlere, kaleler fethetmeye gidersen Kırat’a binersin. Kırat seni ölümlerden kurtaracaktır. Onun kadrini iyi bil. Şimdi atlar büyüdü. Hasan Han’dan öç alma zamanı geldi. Haydi git, atları eğerle. Gidip Hasan Han’dan hesabımızı soralım” der.

Ruşen çocukluğunda bir gün çayırda oynarken yerden bir taş bulmuştur. Taş küçüktür ama hem çok ağır hem de ışıltılıdır. Gözleri kamaştırır. Ruşen taşı yerden kaldırıp bir buzağıya atar, taş buzağıya değmez ama ışıltısı ve ateşi buzağıyı yıkıp öldürür. Ruşen dönüşte olan biteni babasına anlatır. Koca Ali oğluna “Oğul git sahibini bul. Buzağının parasını öde. O taşı da bul, bana getir” der.

Ruşen gider, önce buzağının sahibini bulur, parasını verir. Sonra da taşı bulup babasına getirir. Koca  Ali taşın o tarafına bakar, bu tarafına bakar. Bakar ki taş gökten düşmüş bir yıldırım parçası gibidir.

Koca Ali bu taştan delici bir şey olan biz yaptırmayı düşünür. Ertesi gün erkenden Ruşen’den gizli taşı alıp bir ustanın yanına gelir “usta bu taşın bir parçasından bana bir biz yap” der. Usta bir taşa bir de Koca Seyis’e bakar “Koca Ali sen dünya görmüş adamsın. Taştan da biz olur mu?” diye sorar. Uzun bir konuşmadan sonra Koca Ali ustayı kandırıp razı eder. Usta taşı dövdükçe taş adeta mum olur. Koca Ali’ye bir biz yapıp verir. Ali, ustaya emeğinin karşılığını verdikten sonra taşın geri kalan kısmını bir mısri kılıç yapan başka bir ustanın yanına gelir “usta bu taştan bana bir kılıç yap” der.

Bu usta öbürkünden de suratsızdır. Ama o da çok geçmeden razı olur. Yedi gün içinde bir kılıç yapar. Koca Ali gelip almadan usta kılıca bir bakar. Kılıçta ne kılıçtır ama gün gibi yanıp ay gibi ışık salmaktadır. Ustanın kılıçta gözü kalır. Teslim günü geldiğinde Koca Seyis’e ayrı bir kılıç verir. Ancak Ali işi sağlam tutmuştur. Cebindeki bizi çıkarıp kılıca dayar. Biz kılıcı ortasından delip geçer. Usta bakar ki Seyis’i kandıramayacak çaresiz kılıcı ona verir.

Koca Seyis kılıcı alıp evine gelir. Ancak Ruşen’e bir şey söylemez. Ruşen Kırat’ı hem Dürat’ı eyerleyip yedeğinde gelir. Ali eve girer. Kılıcı gizlediği yerden alıp Ruşen’e verir. Sonra da “Oğul, al bu kılıcı beline bağla. Bu kılıç gördüğün kılıçlara benzemez. Bu kılıca yıldırım kılıç derler. Bu kılıcın önünde hiçbir şey dayanmaz. Bu kılıçla sen hak yiyen hanlara, beylere, paşalara kan yutturacaksın. Bu kılıçla hainler, zalimler senden aman dileyecekler. Bu kılıçla sen kaleler yıkıp, setler dağıtacaksın. Ama bunun yıldırım kılıç olduğunu kimse bilmesin. Bundan sonra bunun adına mısri kılıç dersin. Kırat’ın sırtında belinde bu kılıç varken hiçbir düşman sana karşı koyamayacaktır” der. Ruşen kılıcı babasından alıp beline bağlar. Koca Ali Dürat’a, Ruşen’de Kırat’a binip yola düşerler.

Az gidip uz giderler. Sonunda gelip Hasan Han’ın kapısına dayanırlar. Hasan Han’ı dışarı çağırırlar. Hasan Han dışarı çıkar. Bakar ki Kör Ali uzun yeleli dev cüsseli bir ata binmiş . Bakar ki Koca Seyis’in oğlu da öyle bir ata binmiş, binmiş ki yelin gözü bile böyle bir at görmemiş. Koca Ali “Hasan Han, bu atlar senin beğenmediğin o çapaklı kulunlardır. Sen bunlara karşılık benim gözlerimi çıkardın. Ben sana iyilik etmek istedim. Sen anlamadın. Beni gün ışığına hasret bıraktın. Şimdi senden karşılığını almaya geldim Elinden geleni ardına koyarsan namertsin” der.

Koca Ali’nin bu sözleri Hasan Han’ı sinirlendirir. Kılıç çekip Kör Ali’ye saldırır. Ruşen de Kırat’ı Hasan Han’ın üzerine sürer. Yıldırımdan yapılmış mısri kılıcın gökte parlamasıyla Hasan Han’ın boynunun yere düşmesi bir olur. Sesi feryadı karışır. Hasan Han’ın askerleri Ruşen’in üstüne yürürler. Ruşen karşı koyar. Bir yandan Dürat bir yandan mısri kılıç ile adamların ön tarafını darmadağın ederler. Ancak askerin ardı arkası kesilmez. Bölük bölük ardına gelirler. Karınca sürüsü gibidirler. Koca Ali bunu anlayıp “Oğul bu kadar adamla sen tek başına başa çıkamazsın, sonunda ya ölü ya diri tutarlar. Sür atları kendimizi buradan kurtaralım” der.

Ruşen babasının sözüne bakmaz. Gene vurur. Baş keser, kol kırar. Merdi merdane cenk eder. Ancak kör babasının ele geçmesinden korkarak çaresiz dövüşten el çeker. Babası ile atları sürüp çöle doğru giderler.

Hasan Han’ın bazı askerleri de onların peşine düşer. Ruşen atının başını çevirip geri baktığında bir sürü atlının yıldırım gibi üzerlerine geldiğini görür. Babası Kör Ali’ye “baba bir tabur atlı ha yetti ha yetecek” der. Bunun üzerine Kör Ali, Ruşen’e atları balçığa doğru sürmesini söyler.

Ruşen atları balçığa sürer. Kırat ve Dürat yıldırım gibi balçığı yarıp geçerler. Askerlerin atları ise balçığa saplanıp kalırlar. Ruşen bakar ki bir sürü kara atlı daha üzerlerine gelmektedir. Koca Seyis’e bu sefer “baba bir sürü kara atlı da yetti ha yetecektir” der. Koca Seyis de oğluna atları dikenlere çevirmesini söyler. Askerlerin hiçbiri dikenlikten çıkamaz. Atlarının hepsi baldırlarından kana bulanıp kalırlar. Dürat’la Kırat ise dikenliği çimen gibi aşıp geçerler.

Ruşen’le Koca Ali bir süre daha giderler. Ruşen bir daha döner bakar ki yine bir bölük atlı peşlerinden gelmektedir. Babasına sorar “baba bir bölük atlı ha geldi ha geliyor. Koca Seyis “korkma atların ağzını taşlığa sür” der. Ruşen atları taşlığa sürer. Askerlerin atları sarp kayalıklara çıkamazlar. Kırat ile Dürat ise yırtıcı bir kuş gibi süzülüp kayaların arkasında gözden kaybolurlar.

Baba-Oğul akşam üstü bir çay kenarına gelirler. Kör Ali oğluna burası nasıl bir yerdir diye sorar. Ruşen Koca Yılkıcıya “burada yurt tutalım, ağaçlıklı otlu bir yerdir, ortasından da çay geçiyor” der. Koca Yılkıcı “burada yurt tutmak olmaz, eşkiyalar basar, zorba hanlar, paşalar kötülük eder” der. Geceyi orda geçirip sabah yola koyulurlar.

Az gidip uz giderler. Akşamüstü konaklayacak bir yere gelirler. Kör Ali yine sorar “burası nasıl bir yerdir?”. Ruşen “burası uçsuz bucaksız bir yeşilliktir, burada yurt tutalım” der. Koca Yılkıcı bu defa da “burada da yer tutmak olmaz, orada atlanan buraya da iner, kervanların ayakları altında kalırız” der.

Geceyi orada geçirip yine yola düşerler. Bir yüce dağın kıyısına gelirler. Kör Ali oğluna yine sorar “burası nasıl bir yerdir”. Ruşen “her tarafı kayalık, her yanı sisli, dumanlı bir dağdır” der. Bunun üzerine Koca Seyis “Tamam oğul buraları iyi tanırım. Burası Çamlıbel’dir. Burada kendimize bir konak, atlarımıza da bir yer yapalım” der.

Ruşen kendilerine kale gibi bir konak, atlarına da bir tavla yapar. Çamlıbel’e yerleşirler. Burada yaşamaya başlarlar. Günlerden bir gün Koca Ali Ruşen’i yanına çağırıp şunları der: “Oğul, buradaki dağların birinde bir küt pınar vardır. Adına Koşabulak derler. Yedi yıldan yedi yıla bir akşam doğu tarafından bir yıldız, batı tarafından bir yıldız doğar. Bu yıldızlar gelip göğün ortasına doluşurlar. Onlar doluşuncaya kadar Koşabulağa gökten ışık yağar. Bulak köpüklenip coşar. Her kim Koşabulağın o köpüğünde yıkanırsa kuvvetlenir. Dünyada eşi ve benzeri bulunmaz. Her kim o sudan içerse sesi güçlenir. Çok yiğitler, şehzadeler bu köpük için geldiler ama hiçbirinin bahtı yar olmadı. Şimdi yedi yıl tamam olmak üzere, zamanı geldi. Git ara, Koşabulağı bul. Dediklerimi yap, ancak köpüğünden bir kapta doldurup bana getir”.

Ruşen gider, akşam olur. Üstünden epey zaman geçer, baktı ki doğudan bir yıldız, batıdan da bir yıldız doğar. Yıldızlar buluşunca Koşabulak taşar. Ak köpükler adam boyunca olur. Ruşen köpükten bir tas doldurup başına döker. Bir tas da doldurup içer. Babasına da bir tas doldurmak ister. Baktı ki bulakta ne bir köpük var ne bir şey. Yalnız duru bir su akar. Elini başına vurur. Ama neye yarayacak? Tası alıp bin pişman geri döner. Olanları babasına anlatır.

Kör Ali ah çekip “oğul benim gözlerimin dermanı o köpükteydi, o da ele gelmedi” der. Ruşen’in üzüldüğünü görünce de oğluna şunları söyler “Oğul eza çekmekten bir şey çıkmaz. Geçene geçti derler. Demek ki bir daha seni görmek bana kısmet değilmiş. Şimdi benim ömrüm tamamdır. Kulak ver, sana bir çift sözüm var oğul, ay geçer, yıl dolanır. Senin adın doğudan batıya dillenir. O köpükten senin kollarına kuvvet, kendine de aşıklık verildi. Sesine güç gelecek. Hak yiyenler, zulüm edenler, çalanlar bey de olsa, paşa da olsa senin adını duyunca korkudan diz çökecekler. Sen Kırat’ın sırtında, mısri kılıçta senin belinde olduktan sonra Çamlıbelde kimse seninle başa çıkamaz. Ancak bu ellerde bir belalı kaçak vardır. Adına Deli Hasan derler. Kendini ondan sakın. Git oğlum senin adın Köroğlu olsun”.

Seyis Koca Ali vaziyetini bitirip ömrünü oğlu Köroğlu Ruşen’e bağışlar. Köroğlu da babasını Koşabulağın yanına gömer. O günden sonra da Çenlibel (Çamlıbel) Köroğlu’nun yurdu olur.

Temel Kaynak: Köroğlu Bir Toplumsal Direnişin Destanı, Nejat Birdoğan, Kaynak Yayınları 1996.

Tamer UYSAL

10327218356274.jpgha201223000726-22109.jpg

1 thoughts on “BİR TOPLUMSAL DİRENİŞİN DESTANI: KÖROĞLU/ Tamer Uysal

  1. Mehmet Sinan Gür dedi ki:

    Çok güzeldi. Çocukluğumda bunun benzerini okumuştum. Çamur için bir meydan sulanıyor ve Kırat orada gezdiriliyordu. Dürat’ı burada okudum. Tabi, farklılıklar oluyor. İnce Memet’e de benziyor biraz.

    İşin aslına biraz dokunalım. Osmanlı yönetimi göçebe tabasını yerleşik yapıp ondan vergi almayı düşünüyordu. Yörük Köroğlu buna direniyordu. Daha da yukarıdan bakarsak toplumun göçebe düzenden yerleşik, tarım düzenine, köylülüğe geçme dönemiydi. Mücadelenin asıl sebebi budur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir