HASAN ÖZKILIÇ’TAN ‘ŞERUL’DA BEKLEMEK’ / Aysel Karaca
HASAN ÖZKILIÇ’TAN ‘ŞERUL’DA BEKLEMEK’
Hasan Özkılıç, günümüz Türk Edebiyatının ve öykücü kuşağın en değerli temsilcilerindendir. Adına Iğdır dediğimiz, bir ülkeden bir iç ülkeye açılan coğrafyamızın sıra dışı topraklarında dünyaya gelen Özkılıç’ın içine doğduğu köy, üç komşu ülkenin, İran, Azerbaycan, Ermenistan’ın sınırında bir yerdir. Çocukluğu boyunca üç dilin; Kürtçe, Ermenice, Azericenin Türkçeyle harmanlandığı bu sınır köyünde, kimi gün Kürtlerin, kimi gün Ermenilerin, kimi gün Azerilerin hikâyelerini dinler. Anlatılan hikâyeler, Yaşar Kemal’in çocukluğu boyunca dinleyip hafızasının en derinlerine kaydettiği gibi, doğu ezgilerini, motiflerini, âşıkların, dengbejlerin nefesleriyle günümüze aktardığı, Dede Korkut sarmalıyla edebiyatımıza taşınan masalsı mitleri ve sözceleri de önüne katarak, doğduğu acılı topraklarda yaşanan trajedileri, kayıpları, göçleri, ölümleri anlatan hikâyelerdir.
Özkılıç çok renkli, adeta bir karnavalı andıran bu çok kültürü topluluğun içinde dünyaya gelerek, onların diline, müziğine, masalına, söylencesine, acısına, trajedisine maruz kalarak büyümüş bir çocuktur. Şerul’da Beklemek isimli öykü kitabındaki on üç öykü, sınırın iki yakasındaki insanların, hem doğdukları coğrafyanın dirliksiz talihiyle hem de vahşi doğasıyla verdikleri mücadeleyi anlatan özel bir eserdir.
İlk hikâye, şose gibi belirsiz bir yol metaforuyla başlar:
“Kimse şose demiyor önümde ipince uzayıp giden bu yola. Bir ben kaldım şose diyen. Unuttular bu adı. Kimi, asfalt, diyor kimi sadece yol.” (S.7)
Unutulmuş, ihmal edilmiş, kuytudaki insanların anlatacağını imleyen bu başlangıç bizi yanıltmaz. İlk öykü ile başlayan kuytudaki insanın trajik hikâyesi, tüm kitap boyunca iliklerinize dek sarsarak şiirsel bir dille anlatılır. Bir coğrafyadan bir iç coğrafyaya oradan da tüm dünyaya açılan eşsiz, sessiz, kimsesiz öyküler.
Hasan Özkılıç anlatacağı öyküleri öylesine incelikli ve derin izleklerle anlatır ki, eğer nitelikli bir okursanız onun Cotazar’dan Çehov’a, Yaşar Kemal’den Bilge Karasu’ya uzanan bir ipin üzerinden nasıl da maharetli bir cambaz gibi salındığına şahit olursunuz. Uzun zamandır okuduğunuz hiçbir metinde böylesi özel lezzetler alamadığınızı, eğer ilk kez okuyorsanız bugüne dek nasıl da keşfedemediğinize hayıflanarak bakakalırsınız.
Abartmıyorum, o bir telkâri ustası, bir kuyumcudur. Özkılıç hikâyenin içindeki cevheri bulur ve işler.
Öyküler; hem insana hem doğaya dair trajedileri, kayıpları anlatırken bahsedilen coğrafyanın olmazsa olmazı, atlar da birkaç metnin kahramanı oluverir. Kırılan bir türlü iyileşmediği için vurulan atın hikâyesinin anlatıldığı Kadana, yaylı atıyla yarış atlarına meydan okuyan Atımla Ben, yük taşımacılığı işini babasından devralan kahramanın ağzından Tarnatore’nin Cinema Paradiso filmindeki Salvatore karakterinin uyarlaması olan Alican’ın hikâyesinin anlatıldığı Atlar ve diğerleri.
“Bugün atımla ben bir rüzgârdık, parke taşlarıyla döşenmiş kentin ana caddesinde. Rüzgârdık, yelesine tutunduğum atım, bir sevdanın peşine takılmıştı. Onlarca atın içinde uçar gibi geçiyorduk, çınar ağaçlarının kalın dallarına asılmış sığırcık bulutunun altından. Her şeyin farkındaydı atım…” (S.62)
Özkılıç dildeki ustalığının yanı sıra seçtiği, bekleyiş, kaybediş, ölüm, göç, yoksulluk, düşkünlük temalarını kimi zaman üst kurmacayla kimi zaman da neredeyse Marquez’in büyülü gerçekliğine varacak bir efsunla anlatır.
Tezekent öyküsündeki Ermeni ailenin biricik oğlu Dikran’ın, Kırmızı Pazartesi romanındaki Santiago Nasar gibi eninde sonunda öldürüleceğini bilerek, içimiz titreyerek okuruz tüm öyküyü. Tıpkı Marquez gibi Özkılıç da öykü boyunca okuru diken üstünde tutar. Ve öldürülüşün vahametini en derinlerimize kadar hissetmemizi sağlar. Bunu yaparken, hikâyeyi okura hem üst kurmaca yoluyla, bir üst hikâyeyle çevreleyerek hem de çift anlatıcı ağzıyla aktarmayı seçer. Üst hikâyedeki Âşık’ın meddahlık yoluyla aktardığı hikâyeyi bir tanrı anlatıcının dilinden bir de bu dehşetengiz öyküyü dinlemek için her türlü fedakârlığa hazır olan oğlan çocuğunun dilinden anlatır.
“Başkalarından farklı bir anlatış tarzı vardı bu Âşık’ın. Sesi sürekli değişiyordu. Bir süre sonra insan, hikâyeyi birden çok anlatıcıdan dinliyormuş duygusuna kapılıyordu. Saman karışımı çamurla sıvanmış dört duvarın içinde, hikâyesini anlatırken, orada bir tek o varmış gibi kendinden geçiyor, içine kapanıyor, kendi kendine konuşuyor havasına bürünüyordu.” (S.85)
“Kapının dibindeydim… annem, canımı en çok sıkıyordu… iki de bir başına öylesine attığı başörtüsünün bir kulağını dişlerinin arasına almış, bana pencereden, kısık bir sesle, gel, geç oldu… yarın okula gideceksin… bak baban gelirse seni eve kadar döve döve getirecek diyordu… Çıkıyordum kapının ağzına, yalvarıyordum anneme … Aşık ara veriyordu… oysa ben ara vermesini istemiyordum, soluksuz bitirsin, annem şimdi gelecek diye…” (S.90)
Yazar, Orada Onlar ve Sen öyküsünde de buna benzer bir yöntem kullanır. Kasabadaki sigara dumanıyla kaplı bir kahvede bir masanın etrafında toplanmış üç beş kişinin heyecanla anlattıkları hikâyeyi oradaki bir delikanlının ağzından, önce üçüncü tekil şahısla sonra sen diliyle aktararak okurun kafasını karıştırır. Anlatılan hazin bir aşk hikâyesi olsa da hikâye iç içe geçen çemberler şeklinde kurgulandığından bir süre sonra Borges’in labirentleri benzeri bir labirente düştüğünüzü, sonrasındaysa labirentin dışına fırlatıldığınızı duyumsayabilirsiniz.
2002 yılında okurla buluşan kitap yazarın henüz ikinci kitabı olduğu söylense de metin yukarıda da belirttiğim gibi ustalık işidir.
Kitaba adını veren Şerul’da Beklemek ise, adından da anlaşıldığı üzere bir bekleyiş, özündeyse bir terkediliş öyküsüdür.
Kitaptaki tüm öyküler gibi bu öyküde yerelden evrensele açılan kapı öykülerden biridir. Yine bir Tarnatore filmi olan Malena’ya ( Yazar belli ki Tarnatore’den fazlasıyla etkilenmiş, bu yolla da sinemaya olan bağını ve düşkünlüğünü açık etmiş oluyor) gönderme yaparak kendisini terk edip giden ve geri dönmeyen kocasının yolunu gözleyen kasabanın güzel kızı Yurdagül’ün hazin hikâyesi anlatılır.
“Yurdagül de onlardan biri şimdi. Siyah düz saçları topuklarını döverdi eskiden; şimdi kısacık kestirmişti. Kendini severdi önceleri, kırmızı tutkun olduğu renkti. Şerul’un çarşısında onu görenler bakmadan edemezlerdi… En çok kadınlar, kızlar onu kıskanırdı, hakkında olmadık dedikodular üretirlerdi… ‘…Yurdagül, bir de bana gül!’ derdi gençler ardından … Er’i Şerul’u terk edeli kaç gün, kaç ay oldu anımsamıyordu.” (S.68)
Şerul bir sınır kentiydi ve erkekler büyük şehirlere inşaatlarda, madenlerde çalışmaya giderdi, tıpkı Yarim İstanbul’u öyküsündeki Sadife’nin Hamit’i gibi onun eri de çalışmaya gitmiş bir daha da geri dönmemişti. O küçük, yoksul ve dirliksiz sınır kentinde yavuklusunu açlığa ve çaresizliğe terk etmişti.
Kitaptaki on üç öykü de yukarıda söz ettiğim gibi çok sesli, çok sözlü, çok dilli, çok kültürlü bir coğrafyanın, yoksul ve çaresiz insanının hikâyesini masalsı bir atmosfer ve şiirsel bir dille anlatır. Yerelden cımbızlayarak, doğunun antik anlatı üslubuyla oyaladığı hikâyeler bu mahirlikle hem günümüz çağdaş Türk edebiyatında hem de dünya edebiyatındaki kadim metinlerin yanındaki yerini alır.
Şerul’da Beklemek, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014
Daha fazla Panzehir kitap analizine buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

