KAPAK (17)
Sülbiye Yıldırım

GILGAMIŞ DESTANI VE TOPLUMSAL CİNSİYET

Gılgamış Destanı üzerine o kadar çok yazılmış, o kadar çok konuşulmuş ki geriye anlatılacak, anlamlandırılacak ne kaldı, diyeceksiniz ama okudukça gün yüzüne çıkmayı bekleyen çok şey var.

 

Akadlı rahip Singlei-Unninni’nin derleyip toparladığı, insanlar okusun diye bin yıllar sonrasına ilettiği Gılgamış Destanı, insanı, hem edebi bir metin olarak kurmaca dünyanın büyüsüyle sarıp sarmalıyor, hem de yarattığı fantastik dünyanın altına gizlediği sırlarla merak uyandırıyor. Hem açıkça anlatıyor meramını, hem de açıklığın altında bambaşka bir gerçekliği saklıyor. Bu öyle bir kışkırtıcı durum ki hakkında yapılan akademik çalışmalara ve yazılan kitaplara her gün bir yenisi ekleniyor.

Bu çalışmalarda Gılgamış Destanı’nın ilk edebi metin olduğu tartışmasız kabul gören bir belirlenimdir. Bunun dışında insanın kendini sorguladığı, varoluşuna anlam yüklemeye çalıştığı ilk yazılı metin olduğu fikri de hep odaktadır. Buradan hareketle Gılgamış Destanı’nı, felsefi düşüncenin ipuçlarını taşıyan bir metin olarak nitelendirenler de var. Dolayısıyla kendini evrende konumlandırma ve bir kimlik inşa etme çabasındaki bilinçli insanın ilk düşünsel üretimi olduğu, dil ile kendine varlık alanı oluşturduğu, kendisini var ettiği bir metin olduğu yadsınmaz bir gerçek. Ayrıca insana ait iletişim dilinin, simgesel anlamda kullanıldığı büyük bir edebiyat metni Gılgamış Destanı.

Birçokları Gılgamış’ın öyküsünü, doğaya yabancılaşması sonucunda kendi doğasından çok şey yitiren insanın, ölümlü olduğunun farkına varmasının öyküsü olarak da nitelendiriyor. Bu farkındalık aynı zamanda, hayatın anlamsızlığının keşfini de beraberinde getiriyor. Bu keşif ışığında destan için, Gılgamış’ın temsilindeki insanın, giriştiği anlam arayışının öyküsü olduğunu söylemek mümkün. Gözden kaçırılmaması gereken başka bir konu da yazıcının, daha doğrusu “yazarının” kurgudaki ustalığı. Özellikle Enkidu ile Gılgamış arasında kurgulanan karşıtlıkta, Gılgamış’ın, yani egemenin trajedisi ile Enkidu’nun temsil ettiği sıradan insanın trajedisi arasındaki farkı gösteren çatışma ustaca yaratılmış. Yaşamla ölüm arasındaki çatışma ve insan olmanın ötesinde, toplumda kadın ve erkek olarak konumlanmanın çatışması da destanın önemli ögelerinden.

Destan edebi bir yapıt olduğunu içinde barındırdığı bu eşsiz çatışmalarla kanıtlıyor.

O zaman bu güzel destanı anlamaya bu karşıtlıklardan başlayalım ve “İnsan, ölümlü bir canlı olmanın bilincine vardığında, yaşamına anlam yüklemek için ne yapıyor?” sorusunu soralım.

Soruyu, önce kahramanımız Gılgamış özelinde yanıtlayalım. Köleler ediniyor, gösterişli binalar yapıyor. Zorbalaşıyor, savaşıyor, yetmiyor halkına eziyet ediyor. Ün peşinde koşuyor. Egemen olmaktan gelen gücünü kullanıyor, hatta tanrı olduğunu iddia ediyor ama ne yaparsa yapsın, ölümlü olduğu gerçekliğini unutamıyor. İmkânsızın peşinde koşmanın çaresizliğinde yorgun düşüp yazının kalıcılığına sığınıyor, hikâyesini taşlara kazıtıyor.

“O Gılgamış ki uzun bir yolculuğa çıktı. Çalışmaktan, didinmekten yorgun ve bezgin düştü. Döndükten sonra dinlendi ve hikâyenin tümünü bir taşın üzerine kazıdı.”

Gılgamış’ın gücüne bakın ki beş bin yıl sonrasında bile okunuyor, taşa kazıttıkları. Hâlâ insanı meşgul ediyor. Hâlâ egemenin gücü devam ediyor! Güçlü Gılgamış bu haliyle de ölümsüzlüğü başarıyor ama ne yazık ki kendi bunun farkında değil. Ne büyük trajedi! İşte Gılgamış, yaşamın trajedisinin farkında olan insanın ilk örneği.

Hadi gelin bu trajediye farklı açıdan bakalım.

Öncelikle şöyle bir düşünelim, destanın yurdu olan Uruk kentinde kim bilir kaç kişi yaşıyordu ve kim bilir kaç kişi, belki de Gılgamış’tan çok önce fark etmişti yaşamın boşunalığını. Onun gibi kaç kişi öne çıkmak, ben de varım, diye haykırmak istemiş, kaç kişi varoluşunun anlamını sorgulamış, yaşamında değişiklik yapmak istemişti. Bu da gösteriyor ki sorunları, yaşama bakışları ve varlık alanları Gılgamış’la aynı olmasa da yaşamı sorgulayan bir kişinin varlığı, başkalarının da olacağının kanıtıdır. Onlar sıradan insan olarak kendi içlerinde bunalımlarını yaşarken, güç ve iktidar sahibi Gılgamış’ın hepsini temsilen yola çıkıp yaşamın anlamını sorgulaması, toplumun sosyolojik yapısının resmini çıkarmamızı sağlayan önemli bir veridir. Gücü elinde tutanın, göz önünde olanın toplumun bütününü temsil ettiği düşünülür. Bu durum sıradan insanın da bu güçlü kimlikler içinde temsil edilmesinin kaçınılmazlığını beraberinde getirir.

 

 

Destanımızda da insanın varoluşsal sorunu olan ölüm gerçeği Gılgamış’ta vücut buluyor.

Bu öyle bir vücut bulma ki baştan kuruluşu ve konumlanışıyla, toplumu, insanı ve insansal varoluşu Gılgamış’la birlikte “erkek” cinsiyetiyle özdeşleştiriyor. Kahraman ve kahramanlık üzerinden işleyen süreç, erkek cinsinin bütün insanlığı temsil ettiği varsayımını kabul ettiriyor. Üstelik kahramanın arayışı tüm insanlığın arayışına dönüştürülüyor. Bütün felsefe tek bir cinsiyet üzerinden yapılıyor, üstelik genel kabul görüyor. “Erkek” Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı, “insanın” ölümsüzlük arayışına dönüşüyor.

Bu indirgeme Gılgamış’ın temsilinde sevimlileşiyor. Bir de üstüne “kahramanlık” derecesine yükselince, yaptığı her şey haklılık, dokunulmazlık zırhına bürünüyor. Bütün saldırıları, ahlâklı, ahlâksız bütün istekleri, bütün öldürmeleri, yakıp yıkmaları olumlanıyor, haklı bulunuyor. Bütün bunları “halkı için” tehlikeleri göğüsleyerek yaptığı öne sürülüp “kahramanlık”la ödüllendiriliyor. “Kendini feda etmesi” söz konusu olduğundan bütün saldırganlığı, olumlu olumsuz bütün eylemleri kabul görüp yüceltiliyor. Her düşüncesine, her eylemine felsefi bir anlam yükleniyor ve Gılgamış erkek insan olmaktan çıkıp “insanlık” olarak adlandırılıyor. Arayışları insanlığın arayışlarıyla özdeşleştiriliyor. Genel kabul görüyor ve bütün söylem tek bir cins üzerinden yapılıyor beş bin yıldır.

İnsanın (erkeğin) ölümsüzlük arayışı!

Aslında bu anlatımın işaret ettiği önemli bir şeyi gözden kaçırmayalım, Gılgamış Destanı aynı zamanda, sınıflı bir toplum oluşumunu sağlayan sosyo-ekonomik yapının ortaya çıkardığı toplumsal cinsiyet kavramının öyküsünü de içinde barındırıyor. Ben kimim sorusunu soran, ölümlü olduğunun bilincine varan ve yaşamına anlam katmaya çalışan Gılgamış, erkek. Onun öyküsünü tablete kazıyıp bize miras bırakan son yazman da erkek. O zaman Gılgamış Destanı’na günümüzde de erkek üzerinden yüklenen anlamları sorgulamak gerekmez mi?

İşte tam da bu noktada ben destanın, sınıflı toplumlarda oluşan, toplumsal cinsiyet kavramı hakkında düşünmemizi sağlayacak göstergelerle yüklü olduğunu düşünüyorum. Günümüzdeki gibi, sınıflı bir toplum olan Sümer’de, egemenlik ilişkisinin her şeyi belirlediği bir gerçektir. Egemenin yasa yapıcı, yasa yıkıcı, kısaca oyunun bütün kurallarını belirleyici özelliğini, destanı okurken göz önünde tutmalıyız.

Eliade Mitlerin Özellikleri yapıtında “Mitos ancak gerçekten olup bitmiş, tam anlamıyla ortaya çıkmış şeyden söz eder” diyor ya tam da oradan sözü Sümerleri var eden neolitik devrime getirmenin zamanı. Mezopotamya’nın sosyal ve siyasal yapısını belirleyen bu devrimle birlikte ortaya çıkan yeni toplumsal yapının, toplumsal cinsiyeti de yarattığına ve yerleştirdiğine tanıklık ediyoruz Gılgamış mitinde.

Mit erkek egemen bir sosyal yapının bütün verilerini taşıyor. O zamana dek ortaklaşmacı, birlikte yürütülen, hatta toplayıcılıktan gelen kadim bilgileri sayesinde erkekten önde olan, buğdayı evcilleştirebilen, kültürü oluşturan bütün ögelerin bilgisine sahip olan kadınlar, neolitik devrimle konumlarını yitirmişler. Tekerleğin, çömlekçi çarkının ortaya çıkardığı endüstrileşmeyle önce ekonomik hayattan, sonrasında da sosyal hayattan çekilmeye başlamışlar. Kadim bilgilerini, kadim üretim alanlarını erkeklere kaptırmışlar. Ortaklaşmacı yapı, erkek cinsin baskınlığında, cinsiyetçi yapıya evrilmiş ve toplumsal cinsiyet kavramını doğurmuş. Toplumda ayrı beklentiler yüklenen, ayrı kurallarla çevrelenen iki ayrı cins oluşmuş.

Üstelik erkek olan kadın olana üstün kılınmış.

 

 

Doğurganlığıyla toplumsal yapıda var olmasına izin verildiği için, kadın üzerinden oluşturulan yeni bir ahlâk yapısı örülmüş, bu yapıda kadına göstermelik bir kutsallık yakıştırılmış. Kadınla birlikte ailenin de içine sokulduğu bu kutsallığın çevresinde oluşturulan namus kavramı, kadının hem yaşam alanını, hem de varlık alanını kısıtlamış.

Gılgamış Destanı’nda sosyal yapı içinde kadının erkekten sonra gelmesinin ötesinde, kadınlar arasındaki sınıf ayrımına, statü farklılıklarının oluşmasına da tanıklık ediyoruz. Gılgamış’ın emriyle Enkidu’yu ehlileştirmek için yollanan fahişe Şamhat,  Gılgamış’ın annesi tanrıça Ninsun, şarap yapımcısı Siduri ve aşk-savaş tanrıçası İştar çok farklı konumdaki kadınlar. Ninsun ve İştar bile, ikisi de tanrıça olmalarına rağmen, aynı konuma sahip değiller.

Ninsun Gılgamış’ın annesi olmasının ötesinde varlığı pek duyumsanmayan, küçük bir tanrıça. İştar ise insanın yaşam gücü olan aşkın, cinselliğin sembolü. İştar hep baskın olmuş, sahneden zor çekilmiş ama bunun nedeni de babasının gücünden geliyor. Babası Anu Sümer’de tanrıların atası, yukarıdaki büyük gökkubbenin tanrısı. Anu’nun önemini yitirdiği zamana dek İştar gücünü koruyor.

Yani İştar’ın gücü de bir erkekten geliyor.

Gılgamış Destanı, neolitik devrimin insan yaşamında yarattığı değişikliklerin ipuçlarıyla örülmüş bir yapıt. Her okuyuşta yeni keşifler yapabileceğiniz büyük bir eser. İnsanın hayal gücünün, kurgulama özelliğinin sonsuzluğuna tanıklık eden muhteşem bir destan.

 

Sözlerimi Eric Fromm’dan bir alıntıyla bitiriyorum. Rüyalar, Masallar, Mitoslar yapıtında diyor ki, “Gerçekten de mitos ve rüyalar, kendi kendimize gönderdiğimiz mesajlar gibidirler. Eğer dillerini anlayamazsak, insanlığın daha doğaya hükmedemediği çağlardan bize aktarılan önemli bilgileri kavrayamaz ve kendi öz benliğimize giden o gizemli yolu keşfedemeyiz.”

 

Serinin ilk yazısına  buradan ulaşabilirsiniz.

Yazarımızın diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir