Şebnem Gürler Oakman

BLOOMSBURY GRUBU VE YENİYİ ARAMAK ÜZERİNE

2025 yazında Londra’da gezerken, kafam insan denen garip yaşam formunun dünyayı getirdiği halle dopdolu. Filmlerdekine benzer koca kafalı, yeşil uzaylıların ziyaretimize gelip bizimle biraz vakit geçirdikten sonra çelişkilerle dolu, tekinsiz varlıklar olduğumuzu anlayarak çekip gideceklerini düşünüyorum, uğraşılmaz bunlarla, ne halleri varsa görsünler! Kendi türümüz ve gezegenimizle böylesi büyük kavgalar yaşayan biz değilmişiz gibi oturup binlerce fikir üretmekte de sorun görmüyoruz, kendimizden menkul muammamızı derinleştirmekte üstümüze yok.

Cevapların yanlarına bile uğramadığı sayısız soru üşüşüyor zihnime, olanı biteni anlamlandırmak nasıl da zor. Hem bana mı kalmış bu iş, ömürler geçmiş gitmiş bu uğurda, değil mi ama?
İşte o ömürlerden bazıları geçen yüzyılın başında Londra’nın Bloomsbury bölgesinde, insana ve dünyaya ait meselelere kafa yorarak geçmiş. Önümde sıralanan Viktoryen tarzı, açık renk, ahşap, zarif kapılı, yüksek pencereli, önlerindeki küçük avluları ferforje parmaklıklarla çevrelenmiş evler ve asırlık dev ağaçların görkemi ile insanı içlerine çeken parklar beni 1905’e götürüyor. Yeni bir yüzyıl başlamış, meşhur kraliçe Viktorya’nın saltanat sürdüğü, kendi adıyla anılan dönem boyunca (1837-1901); bir yandan sanayi, eğitim, bilim alanlarında hatırı sayılır dönüşümler gerçekleşirken diğer yandan monarşi ekseninde yaşanan ahlaki ikiyüzlülük ciddi anlamda tırmanmış, burjuva sınıfı yükselirken emek sömürüsü, “alt” sınıfların dramı artmış, hak arayanların, cinsiyet eşitsizliğinin ezdiği kadınların sesi yükselmeye başlamış.
Böyle bir ortamda ortaya çıkmış gayri resmi bir grup Bloomsbury; okuyan, yazan, çizen, üzerlerine vazife olmayan meseleleri dert edinen, tartışan, eğlenen bir avuç insan. Sıkı bir Virginia Woolf hayranı olduğumdan, onun da parçası olduğu bu grup ilgimi çekiyor, onların buluştukları yerlerde dolaşıp o zamanın ruhunu hissetmeye çalışıyorum. (Sene olmuş 2025, o meseleler hala engelli yarıştaymışız gibi önümüzde dikiliyor, Bloomsbury grubu bu halimizi görse pek kahırlanırdı sanırım.)
Bu Bloomsbrury’ciler için tuzu kuru, varlıklı bohemler mi desem, okuyarak ve düşünerek aydınlanmış entelektüeller mi, yerlerinde duramayan deli-dahiler mi? Aslına bakarsanız hepsi. El âlem deyip durduğumuz, umursamaktan vazgeçemediğimiz şunun bunun ne dediğine bakmadan felsefi ve estetik meseleleri dibine kadar irdeleyip olabildiğince hür düşünüyor, davranıyor ancak bunu yaparken bilginin ve sermayenin paylaşımı ile ilgili fikirler üreterek salt bireysel değil toplu iyileşmenin yollarını da arıyorlardı.
Ressam Vanessa Bell, yazar kız kardeşi Virginia Woolf ve erkek kardeşleri Thobu Stephen’in evlerinde, 1905’te başlayan macera, yeni katılımcılar ve mekânlarla otuz yıl boyunca devam etti. Virginia’nın yayıncı kocası Leonard, sanat eleştirmeni Clive Bell, ekonomist Keynes, yazar David Garnett, E.M. Forster, Roger Fry gibi dönemin tanınmış simaları samimi ortamlarda yediler, içtiler, saatlerce sert tartışmalar yaptılar. Önlerine set çeken geleneklerin yıkılması, yeniliklere alan açılması, cinsiyet eşitliğinin sağlanması, aşkın ve cinselliğin özgürce yaşanması, sıra dışı sanatçılara imkân sağlanması, savaş ve sömürünün sona erdirilmesi için çeşitli fikirler ürettiler. Sonradan aralarına Katherine Mansfield, T.S. Eliot, D.H Lawrence gibi yazarlar da katıldı, onların eserlerinde karşımıza çıkan arayışlar, denemeler, farklı ifade biçimleri grubun atmosferinden büyük ölçüde etkilendiklerini gösteriyor.
Dönemin şatafatlı giysileri, statü simgesi aile isimleri, ağır eşyalar, klasik sanat eserleri, katı hiyerarşiler onları boğmuştu, yeniyi arıyorlardı. Grubun ne yazılı kuralı, kaidesi vardı ne de katılımcı listesi, Virginia’ya göre onlar sadece paylaşarak bir arada kalmayı başaran arkadaşlardı. Beraber yaratmak, üretmek, sevgi ve estetik temelli güzel ilişkiler kurmak istiyorlardı. İyi eğitim almış ve kalburüstü ailelerden gelmiş olmaları hayata karşı tavırlarını belirlemelerinde şüphesiz büyük bir etkendi ancak kendilerine sonradan kattıklarına bakarak o mirasla yetinmediklerini söyleyebiliriz. Analitik felsefenin kurucusu G.E. Moore ve toplantılarına zaman zaman katılan Bertrand Russel etkilendikleri düşünürler arasındaydı. İyilik, etik, aşk, özgürlük kavramlarını didik didik etmeyi seviyor, bundan besleniyorlardı.
Bu derin düşünce fırtınalarına paralel fazlasıyla eğlenen ve bundan dolayı da çeşitli eleştirilere maruz kalan grubun inanılması güç bir şakaya da imza atmış olması, yerleşik değerleri, otoriteyi paramparça etmeye çalışmalarına dair güzel bir örnektir. Virginia yirmi sekiz yaşında taze bir yazarken arkadaşları ile abisi Stephen’ın tasarladığı şakanın parçası olarak, o tarihte İngiltere’de bulunan Zanzibar sultanının akrabaları gibi giyinip (türban ve yüz boyası ile) Cambridge belediye başkanını resmen ziyaret ettiğinde, onunla çarşılarda gezdiğinde makamlar, güvenlikler, unvanlar işte böyle delinir diyordu. Cesaret ve aldırmazlık, tepedekilerin küçük düşürülmesi ve yıkıcı ironi…
Resimde, romanda, tasarımda, ekonomide, dansta, hayatın tüm alanlarında aynı şeyleri aynı şekilde yapmanın anlamı yok, her şeyi yıkmak lazım, yıkmadan yenisi nasıl yapılabilir?
Virginia’yı okurken kafamın içinde yüksek sesle çınlayan bu anlayış, boşuna modern dünyanın beşiği İngiltere’de ortaya çıkmamış. Shakespeare’den Pink Floyd’a, en klasiğinden en isyankârına türlü türlü akımın yeşerdiği bir coğrafya bu. Kraliçeye ait, süslü püslü atlar törenlerde arz-ı endam ederken, arka sokaklarda karın deşen Jack’lerin dolaştığı, finans baronları yatırım şirketlerinde milyarlarca poundla oynarken, eski kolonilerden göçenlerin kimsenin yapmak istemediği işleri yaparak hayatta kalmaya çalıştığı, saraylara yaraşan müzikler, resimler el üstünde tutulurken, köhne duvarları dünyaca ünlü grafitilerin doldurduğu…
Savaşları çıkaran da savaş sonrası nasıl yaşanacağını öğreten de, sömüren de sömürü sonrası yetmiş iki milleti öyle ya da böyle bir arada yaşatan da bu kültür. Savaş, soykırım, sömürü karşıtı protestoların en güçlü damarları da burada atıyor. Mrs Dalloway’in savaş sonrası travması yaşayan Septimus’u boşuna atlamadı o pencereden, o trajedi bir tokat gibi patladı dünyanın suratında. Ne olmuş yani, ne değişti, demeyin, kimin neye ne zaman tepki vereceği belli olmaz. Bir vicdani retçi bir gün bine çıkar, savaş acısına katlanamayanlar okundukça bir şeyler değişir, sanatın gücü zamana yayılır, azalmaz, artar.
Ah Virginia, Bloomsbury grubunda diyordun ki, romana yeni bir biçim vermek lazım, biz hem verdiğin o biçimi çok sevdik, hem satırlarından gelen çığlıkları duyduk. Seni cebine doldurduğun taşlarla dereye götüren çığlıklar bu asra kadar ulaştı.
Grubunla buluştuğun yerlerde dolaşıyorum bugün. Geceler boyu konuştuklarınız, ressamların boyaları, yazarların kelimeleri ile geldi bize, zihinlerimizi ve kalplerimizi doldurdu. Suyun dibinden artık hiç gülmeyeceğimiz trajik bir şakanın yansıması vuruyor yüzümüze, gülmüyoruz ama hissediyoruz, neden yeniyi aradığınızı, dünü bırakmak istediğinizi.
Yıkılması gerekenler hala çok, yıkıp yenileri inşa etmek eskisinden de gerekli şimdi. Yaşamak, denemek, sevmek, paylaşmak. Gerçekten var olmak için.
Gittiğiniz yerlerde umarım huzurlusunuzdur, güzel güzel gülüyorsunuzdur. Yeniyi kovalama işi bizde, peşini bırakmayacağız, merak etmeyin.

 

Daha fazla deneme yazıları okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir