????????????????????????????????????
Nazire K. Gürsel

ÖĞLE PAYDOSU

İstanbul’daki hayatımın onuncu yılı. Bu kadar uzun dayanacağımı hayal bile edemezdim. Üç kardeşin ortancasıyım. Doktorlar neden böyle doğduğuma bir sebep bulamamış. Annem, babam ve diğer iki kardeşim gayet sağlıklı.

“Neyse ki içlerinde en zekileri sensin” demişti öğretmen bir akrabamız.
Bu sözü hiç unutmadım ve hep çok iyi bir öğrenci oldum. İstanbul’da seçkin bir üniversiteyi kazandım. Arkasından büyük bir holdingde işe girmeyi de başardım. 

Başardım da ne oldu, ne üniversitede ne de iş yerinde doğru düzgün arkadaşım oldu. Fakültede beni içlerine almak isteyenleri ben ittim açıkçası. Günlük hayatta onların kolaylıkla yapabildiklerini, ben bedenimle küçük çaplı bir mücadeleye girişerek başarmak zorundaydım. Bir süre sonra, bu savaşı her defasında görmelerini istemediğimi fark ettim. Yurtta kaldığım birkaç ay yetti bu kararımdan emin olmama.
İş hayatında para kazanmayı bekleyecektim. Önce kendi güvenli alanımı oluşturacaktım, dostluğa sonra sıra gelecekti.
Oysa iş yerinde itilen bendim bu defa. Eksik gördükleri biri, içlerinden bazılarından daha yüksek maaş alıyor. Hazmedemedikleri bu mu acaba?
Bazen durduk yerde, birinin bakışlarını üzerimde hissedip kafamı işten kaldırdığım oluyor. Hiç yanılmıyorum.
Özellikle de o pörtlek gözlü kadından çok korkuyorum. Saçları da korkunç, cadı masallarındaki gibi uzun ve simsiyah. Dik bakışları sanki hep üzerimde. Ona bakmadığım zamanlarda bile hissediyorum. Başımı bilgisayardan kaldırıp her göz göze geldiğimizde ise yay gibi geriliyorum. Kadın da bunu fark etti galiba, bilhassa yapıyor. Bir süre sonra bakışlarını arkamda bir noktaya sabitleyip cılız atkuyruğunu salladığı bir baş çevirişiyle hareketi bitiriyor. Numara olduğunun farkındayım. O da farkında olduğumun farkında. Gene de yapıyor, hem de günde iki üç kez.
İnsanların sebepsiz yere kötü olabildiklerini öğrenmek fazla vaktimi almadı. O yüzden şaşmıyorum ama gene de üzerimdeki psikolojik baskıyı artırıyor bu durum.
Saat on iki oldu mu başlıyor bunlar oturdukları yerde kıpırdanmaya. Kurulmuş kuklalar gibiler. Hepsi aynı anda acıkıyor, aynı anda asansörlere koşuyorlar. Bu yüzden asansörler gelmek bilmiyor. Sürekli düğmelere basıyorlar; yanlış düğmelere. Şikâyet ediyorlar, yanlış şeylerden. Gelen bir tanesine sürü halinde penguen adımlarıyla doluşuyorlar. Asansörlerin üç dört seferinden sonra kat tamamen boşalıyor. Koca, boş bir hangara dönüşüyor.
Aslında masalarından kalkıp aralarında kümeleştikleri o ilk dakikaları atlattıktan sonra benim için günün en özgür o tek mutlu saati başlıyor. Herkes gidince anlıyorum her birinin bana yük olduğunu. Hafifleyince algılıyorum yükümün ağır olduğunu. Her defasında.
Kimin kiminle yemeğe ineceğine, yemekhaneye mi gidileceğine yoksa dışarı mı çıkılacağına karar verilen o beş dakikada ben her defasında çok meşgul taklidi yapıyorum. Mutlaka bir yere telefon açıyorum. Ama bazen muhatabım da yemeğe çıkmış oluyor. Bu yüzden telefonda imiş gibi yapmakta ustalaştım. Hiç acemilik çekmeden sıralıyorum söyleyeceklerimi.
“Anlıyorum ama sorun giderilmez ise başka tedbirler almamız gerekebilir, maalesef.”
Bu kümelerden hiçbirine dâhil edilmediğimden, onları dışardan gözlemleme şansına sahibim. Kadınlar genelde yemeğe çıktıkları iş arkadaşlarını değiştirmiyor. En çok tercih ettikleri sabit bir kişisi var her birinin. Gonk çalınca kafesinden fırlayan guguk kuşları gibi, öğle molalarında aynı boy eteklerini savura savura birbirlerine koşup çiftler halinde dağılıyorlar.
Erkekler ise daha ustalıklı bir siyaset güdüyorlar. Yeterince gözlem yapan, benim kadar dikkatli biri her birinin plazaya kafasında haftalık stratejik yemek planını oluşturarak geldiğini fark edecektir. Gri ucuz takımlarının altına giydikleri, bir örnek mokasenlerini parlattıkları gibi parlatıyorlar kafalarındaki listeleri.
Bu planda ofis arkadaşları, mümkün olan en yüksek rütbeli kişiden, o hafta en çok işe koşulacak kişiye doğru sıralanır. Kimin dışlandığı, kimin pohpohlandığı hatta kimin terfi alıp kimin gözden çıkarıldığı dahi bu kümeleşmelerden okunabilir. Alt metinleri okuma kabiliyetim geliştikçe ne ofis sırlarına vakıf oldum, bir bilseniz.
Bir gün bu sırlardan biri hayatımı değiştirdi.
İlk bakışta pek de önemi olmayan küçük bir sır. Ya da yazılı olmayan kural mı desem… Bir süredir ofisin tadını ben çıkarıyorum. Üstelik bunu güzeller güzeli bir kıza borçluyum.
Bir hafta, ansızın bizim katı staja gelen öğrenciler bastı. O, o kadar güzeldi ki içimde sürekli ona bakmak için bastırılamaz bir istek duyuyordum. Tabii kadın erkek herkes. Hatta pörtlek gözlü de artık beni unutmuştu, birincil hedefi yeni kızdı. Bunu fark ettiğimde rahatlama yerine büyük bir öfke duydum. Kadındaki kötücül olma hali wi-fi gibi; ortamdaki en güçlü sinyale otomatik bağlanıyordu ve çok açıktı ki şimdi bu katta en güçlü sinyal yeni kızdan gelmekteydi. Işıl Işıl yüzünden, salınan kalçalarından, saçını atışından, ağzında genişleyen gülüşünden çekici bir enerji yayılıyordu etrafa.
Kız da acaba benim kadar rahatsız mıydı yoksa aldırmıyor muydu? Düşüncelerimi ondan ayırmakta zorlanıyordum ama öte yandan hayallerimde bile yer vermekten çekiniyordum. Ta ki o onun da benim kadar yalnız olduğunu fark ettiğim ilk öğle arasına kadar.
Benim gibi o da tek başına bırakılmıştı. Yalnızlaştırılması sadece bir hafta sürmüştü. İlk günler birkaç gruba girer gibi olmuş ancak bu gruplardan hiçbiri ikinci kez onu davet etmemişti. Acele tavırlar, birden donuklaşan bakışlar derken anlamıştı kız.
Geniş kalçalarını kıvıra kıvıra ve inadına gülerek bana doğru geldiğini gördüğümde neredeyse aklım çıkacaktı. O gün yemekhaneye birlikte indik. Daha sonraki günlerde ise daha çok dışarı çıktık.
Kızlardan biri “Kusura bakma, seninle kimse yemeğe inmek istemiyor çünkü tüm bakışlar senin üzerinde odaklanıyor” demiş.
Yeni kızın ölçü dışı çekiciliği, plazanın kendi içinde oluşturduğu güzellik skalasını bozmuş ve dengeleri alt üst etmişti. Dışlanması şarttı bu durumda.
Denge ancak yeniden bu şekilde kurulabilirdi. Bu bir düzen meselesiydi. Yazılmayan en güçlü kuraldı. Bakışlar kimin üzerinde sabitlenirse, o kişi dışlanacaktı. Ofis hayatının sihirli formülü tıkır tıkır işliyordu. Aksi takdirde işler yürümez, kriz çıkardı.
Birlikte olduğumuzda da gene tüm bakışlar bizim üzerimizdeydi ama bu artık her ikimize de tuhaf bir zevk veriyordu. Hatta öğle paydoslarını uzattıkça uzatıyorduk. Biz iki dışlanmış, farklı sebeplerle de olsa iki itilmiş, iki kakılmıştık. Ne onunla görülmek işlerine geliyordu ne de bana gönül düşürmek.
Bir saatlik öğle molaları, engelli koşu gibi yaşadığım hayatıma engelleri aşan bir mana katmıştı.
Uzanamadıkları ciğere uzanan ben olmuştum. Mundar etmelerine fırsat kalmadan bu maceranın sona ermesi de işime geldi doğrusu.
Staj bittikten sonra bir daha görüşmedik. Ama ben artık vasatın dışında kalmanın tadını almıştım bir kez. Bu tadın verdiği güç beni yıllarca taşıdı.
Ne zaman tökezlesem, öğle paydoslarındaki o güzel kız koşarak gelip beni yerden kaldırdı.

 

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir