METAL RÜZGAR

Eden odadan fırladı, Muna’nın alt kattaki odasına koşturdu. Muna odasında değildi; üç gün önce havaalanında temizlik işçisi olarak çalışmaya başladığını hatırladı. Kapıyı çalmaktan vazgeçip hızla otel lobisine inen merdivenlere yöneldi.

Lobide Michael ve Vadim’den başkası yoktu. Televizyon açıktı. Ekranda denizden çıkarılan yarı baygın sedyelerle taşınan insanlar, siren lambaları çalışan ambulanslar, zifiri karanlık denizi aydınlatan ışıldaklar, kat kat battaniyelere sarılı, yerlere çökmüş ya da yan yana oturmuş bekleşen insanlar vardı.

Eden televizyonu göstererek, ”Teyzem, teyzem de o teknede!” diye haykırdı.

Michael arkasından gelen sese irkilerek, yerinden fırladı. Az evvel aldığı haberin şokuyla yığılıp kalmak üzere olan kadını yan taraftaki, yüzü yıpranmış yeşil kadife kaplı eski kanepeye oturttu. Vadim, odasından getirdiği pet şişedeki suyu, genç kadına uzattı. Eden, kara derili, ince uzun parmakları ile şişeyi kavradı, küçük bir yudum içti. Panikten ve ağlamaktan ve  örselenen sesi, kesik kesik çıkıyordu.

”Kocam aradı az önce, teyzemin batan teknede olduğunu söyledi.”

”Sakin ol önce, daha kesin bir şey bilmiyorsun. Hem kurtulan bir sürü insan da var”

Eden ağlıyordu. Michael ve Vadim ile şimdiye kadar selamlaşma dışında hiç konuşmamışlardı.

 

***

Michael, Vadim, Zbiegniew ve Ruşen lobide genellikle birlikte oturuyorlardı. İçlerinde en eskisi Michael idi. Michael bu ülkede oturum ve çalışma müsaadesi almak için gereken başvuruları yapmış, devletten cevap gelmesini bekliyordu. Aslında meslekten marangozdu. Buraya geldikten kısa süre sonra bulduğu inşaat işinde kaçak çalışıyordu. Üstü başı toz toprak içinde, akşam geç saatte otele geliyordu. İnşaatta çalışanların dillerinden anlamadığı için otele geldiğinde Vadimle Rusça dertleşebilmek ya da ustabaşına sövebilmek ona iyi geliyordu. Vadimle konuştukları ana konu son zamanlarda yükselen Rus-Ukrayna meselesi ve siyasetti.

Michael, Moldovalı bir köylüydü. Vadim Ukrayna’nın küçük bir şehrindendi. Michael’ın köyü Ukrayna sınırındaydı. Ukraynalı milislerin son saldırılarında ailesinin başına bir şey gelmesinden korkuyordu.

Vadim’e geçenlerde, ‘Kim bu milisler? ’diye sorduğunda Vadim, faşist çeteler, demişti. O sırada Eden valizi ile otele yeni gelmiş, resepsiyonda kayıt işlemlerini yaptırıyordu. Otel lobisinde oturan adamlara kaçamak bir bakış fırlatmış, konuşmalarından kulağına çarpan sözcükler içinde, sadece ‘faşist’ sözcüğünü anlamıştı.

Eden, şehrin Yabancılar Dairesine düzenli olarak gidiyor, yetkililerin kendisinden istediği evrakları bulup buluşturup ulaştırıyordu. İngilizcesi pek çoğuna göre oldukça ileriydi, gerektiğinde tercümanlıklarını da yapıyordu.   O gün, sabahın yedisinde gidip sıraya girmişti. Kapılar saat sekizde açılmış, bir saat içinde kuyrukta en az iki yüz kişi birikmişti. Nihayet ismi iri kıyım bir görevli tarafından okunmuş, kendisi ile asla göz göze gelmeyen sarışın adam onu mekanik seslerle birbirine kenetlenen demir parmaklıklı kapılardan geçirerek, bekleme odasına gitmesini söylemişti.

Bu mekanik açılıp kapanma sesini her duyduğunda, Eden’in adeta kara derisinin üzerinden, tekne ile uçsuz bucaksız, bir türlü bitmek bilmeyen denizi geçerlerken duyduğu ölüm korkusuna yakın ürpermeler geçiyordu. O gün o teknede kocasının kollarının altına sığınmayı, o an yanında olamayan kocasının kendisini korumasını nasıl istemişti. Ya da bir ölüm olacaksa, kocasıyla birlikte olmalıydı, orada o soğuk ve derin sulara birlikte gömülmeliydiler.

Kutsal Maria’ya yakarmıştı yol boyu, dudakları okuduğu dualarla kıpırdıyordu.

 

***

Nihayet numarası büyük ekranda görünmüştü, memur onu büyük, uzun bir odaya aldı. Odanın bir tarafında yan yana duran masalarda memurlar karşılarında oturan başvuru sahiplerinin işlemlerini yapıyor, bazen kısa, bazen uzun sorular soruyorlardı. Genellikle başvuranların yanında bir kişi daha, tercümanlık yapmak için gelmişti.

Sakin gibi görünen bu koca odadaki tuhaf enerji rahatsız etmişti Eden’i. Bu geniş odada, sessizlik içinde yayılan fısıltılı gürültüler vardı sanki. Eden’in teninden yine bir ürperti geçmişti. Uzun koridorumsu odanın diğer tarafında, masaların karşısında kalan duvar boyunca sıra sıra geniş lavabolar vardı. Yan tarafta duran yüksek bankın üzerindeki siyah kutulardan masanın sağına, soluna siyah boyalar dökülmüştü. Bir kaç tomar kağıt peçete de yine masada duruyordu.

Memur soruları sorduktan ve elindeki formu Eden’e imzalattıktan sonra, lavabolara yakın durmakta olan memuru işaret ederek, arkadaşının parmak izi vermesi için kendisine yardımcı olacağını söyledi.

Eden sandalyeden kalkarak, başka bir iltica başvurusu yapan kişinin parmak izi işleminin bitmesini beklemek için kenara çekildi.

Parmak izi vermekte olan kişi bir Tamil’di. Parmak izini verdikten sonra ellerini yıkamak için lavaboya giden adam, bir türlü musluğu açamıyordu. Elleri mürekkepli olduğu için musluğa ve sağına soluna dokunmaktan da çekindiği belliydi. Adam ne yapacağını bilemez bir halde, çaresiz bakışlarla arkasında duran ve kendisini izleyen memura döndü. Memur bir şey söylemeden sırıtarak bakmayı bir süre sürdürdükten sonra adama yaklaştı, dirseği ile adamın böğrüne sertçe vurdu, omuzundan kenara itti, kendi ellerini musluğun altından geçirerek, suyun nasıl akıtılması gerektiğini gösterdi.

Biraz sonra sıra kendisine gelecek olan Eden’in de, musluğun nasıl çalıştırılacağı konusunda hiç bir fikri yoktu. Olan biteni merakla izlemiş, musluğun nasıl çalıştığını anlamıştı.

Bu arada işte yine o aynı soğuk, sert rüzgar geçmişti kara derisinin üzerinden, çok fazla suyun olduğu deniz denilen yerin ortasında, zifiri karanlıkta, teknenin ortasında her tarafını donduran o sert rüzgar.

İltica dairesine her gelişinde, oraya giden tramvaya bindiğinde duyduğu istasyon anonsu yapan mekanik ses gibi, bu soğuk, içini ürperten metal rüzgar.

 

Kocasını çok özlüyordu.

Eden bilgisayar mühendisi idi. Üniversiteyi bitirdikten hemen sonra askerliğini yapmak üzere orduya almışlardı. Kocası ile de orada tanışmışlardı. Üç yıllık askerlikten sonra, ordudan ayrılmalarına izin verilmemişti. Maaşları aylık 20 Euro idi. Sonsuza kadar asker kalmak fikrini kabul edemiyordu. Yoksullardı. Kocası, herkes gidiyor, biz de gidelim demişti. Birlikte Sudan’a, oradan da Avrupa’ya geçmenin yollarını deneyeceklerdi. Bir pikapla bir gece Sudan’a kaçmışlardı. Kocası Sudan’da kısa sürede iş bulmuştu. Çok kazanmasa da bir gelirleri vardı. Ama Sudan’ın sert siyasi iklimi ürkütücüydü.

Almanya’daki akrabaları, buraya gelin diyorlardı.  Biriktirdikleri para ile teknede ancak bir kişi için yer alabilirlerdi. Mısır üzerinden Lampedusa’ya insan taşıyan tekneye  sadece Eden binebilmişti.

Kocası Sudan’da çalışmaya devam ediyordu. Eden de iltica işlemlerini bitirdikten sonra, bir temizlik işi bulmayı planlıyordu. Böylece, şehrin uyuşturucu ve kadın ticareti ile meşhur semtinde bulunan yabancılar dairesinin ilticacılara ikamet olarak gösterdiği bu otelden kurtulacak, tek odalı da olsa bir ev tutabilecekti. Kocasının gelebilmesi için gereken parayı biriktirebilmenin başka yolu yoktu.

 

***

Eden’in telefonu çalıyordu. Telaş içindeydi, çantasının içindeki telefonu bir türlü bulamıyordu. Nihayet Michael dayanamadı, çantayı aldı. Kadına eliyle, sakin ol işareti yaparak  çantanın içine elini daldırdı, bulduğu telefonu Eden’e uzattı.

”Bu değil, diğer telefon, Afrika hattım çalıyor. ”

Michael tekrar elini çantaya soktu, bu kez eline eski model küçük mavi renkli bir telefon geldi. Eden’e uzattı.

Michael ve Vadim, anlamadıkları dilde konuşmakta olan Eden’in mimiklerine bakarak durumu anlamaya çalışıyorlardı. Eden kah sesini yükselterek, kah alçaltarak konuşuyordu, giderek konuşamaz oldu, gözlerinden akan yaşlarla sesi kısılır gibi oldu, katıldı kaldı.

Eden’in otuz iki  yaşındaki teyzesi ile üç ve beş yaşlarındaki iki oğlu Lampedusa’ya gitmekte olan teknenin batması sonucu Akdeniz’de boğulmuşlardı.

 

***

Muna, akşam işten otele dönerken, akşam yemeğini Eden‘le birlikte, onun odasında yemeyi planlamıştı. Önceki günden kalan İncera ve acılı sosu bozulmadan bu akşam tüketmeliydiler.

Eden‘le bu otelde tanışmışlardı.

Anadili Amhari olan Muna Etiyopyalı idi. Etiyopya ordusunda askerlik yapmış, kocası Etiyopya-Eritre savaşında ölmüştü.

Eritre asıllı Eden anadili Tigrinya’nın yanı sıra Amhari de biliyordu. İkisi de katolikti ve her pazar aynı kiliseye gidiyorlardı. Orada kendileri gibi Etiyopya ve Eritre’den gelen göçmenlerle dualar ediyor, ilahiler söylüyorlardı.

Eden ve Muna bundan üç yıl önce silahlarını birbirlerine doğrultan bu iki ayrı ülkenin bu iki kadını şimdi, Almanya’nın bir şehrine savaş göçmeni olarak gelmiş, her pazar gününü ve ayın ilk cumasını cumartesiye bağlayan geceyi kilisede, yan yana dua ederek geçiriyorlardı.

Muna, lobiye girdiğinde onu Zbiegniew karşıladı. Eden’i hastaneye kaldırdıklarını söyledi. Vadim, Ukrayna-Rus gerginliği ile ilgili son haberleri izlemek için aşağıya, lobiye indiğinde, Muna ve Zbiegniew’in, hastaneye gitmek için telaşla otelin kapısından çıktıklarını gördü.

 

***

Meraklısına Not:

Akdeniz’deki İtalyan adası Lampedusa, Afrika’da ölümden, açlıktan, işsizlikten kırılmakta olan insanlar için Avrupa’ya adım atabilmeleri için bir sal görevi görmekte denebilir ki aslında bunu demek artık pek de mümkün değil, Lampedusa çoktandır bir umuttan çok bir ölüm tuzağı olarak, binlerce göçmenin mezarı olmakta….

 

İncera: Etiyopya-Eritre civarlarında ekşi mayadan yapılan bir tür akıtma.

 

3 thoughts on “METAL RÜZGAR/ Bihterin Okan Adam

  1. Alev Turanlı dedi ki:

    Ah! Bihterinciğim,
    Bu ne müthiş bir öykü, bir solukta okudum çok etkilendim diline, konusuna kurgusuna bayıldım. Ellerine beynine sağlık… sevgilerimle

  2. Birsen Karaloglu dedi ki:

    Öykünüzü çok etkilenerek, içim acıyarak okudum. Yerinden yurdundan kopmak zorunda kalan savaş mağdurlarının katlandıkalrıı acıları ve yoksunlukları fazla düşünmüyoruz maalesef. Televizyonn ekranından yandısığı kadar biliyoruz ve hemen hiç ilgilenmiyoruz. Dünyada çok fazla acı ve yoksunluk var. Hangiisine üzüleceğiimize de şeşırmış durumdayız. Örgütlenme becerimiz ve enerjimiz de yok. Sizn öykünüz çok naif, çok samimi ve içerden bir bakış açısıyla, anlık bir durumu anlatıyor ama anlatırken birkaç sözcükle resmedilmiş olan gerideki hayatları da gözler önüne seriveriyor.
    Moldovali vve Ukraynalı iki gömen işçinin ortak dille anlaşmaları ve briaz olsun insanca bir duyguyu tatmaları, birbirine düşman ikii ülkenin siyah derili kadınlarının üçüncü ülkede kardeş gibi yaşamaları ve aynı yemeği ya da aynı yokluğu ve yalnızlığı paylaşmaları çok çarpıcı. Botlarrda ölenler, yok olanlar. Karaya ayak basanların geleecek umudu için didiinmek zorunda oldukları uzun yol. Geri kalmış ve savaş girdabından kurtulamamış ülkelerin sıradan insanlarına bu dünyada rahat bir nefes alma hakkı yok kısacası. Dünyamıızın bugünkü durumu çok üzücü ve üstelik hiç bir iyileşme umudu görünmüyo ufukta.

    Siz öykünüzde bir anı tüm duygularıyla ve çağrışımlarıyla anlatmışsınız. Kutluyorum ve aklım bilgisayar mühendisi Eden’den içinde bulunduğum rahat nedeniyle utanıyorum.

  3. Hüseyin Özgür dedi ki:

    Ne kadar güzel bir öykü bu. Çok yakıcı. çok hüzünlü. Müthiş betimlemeler ile çok zengin eline sağlık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir