BİR DELİ, BİR DOKTOR BİR DE ÜÇÜNCÜ
Ben, masa ve doktor
Doktor, masa ve ben
Doktor, ben ve diğerleri.
Yoksa! Odada yalnız mıyız? Ha… Ha… Hayır. Bu kekeme de kim? Kendimi yokluyorum. Ben buradayım. Janus gibiyim, bir yüzüm geçmişe bir yüzüm geleceğe dönük. Üçüncü bir yüzüm daha var. Gizil yanım. Ne demişti doktor persona. Kabul görmenin kendini maskelemesi. Kime kabul ettirecekmişim kendimi? Öyle yağma yok, onlar uğraşsın bana kendilerini kabul ettirmek için. Onlar kim? Sorma doktor, bugün hiç anlatasım yok. Olsa olsa gölge yanımdır. Ne büyük adamsın be Jung.
Doktor karşımda. Masa nerede? Ya diğerleri?
Yeşili soyulmuş demir sandalyelere karşılıklı oturmuş birbirimizin yaralarını mı sarıyoruz? Yoksa sadece benim yaralarım mı var? Hayır, öyle olsa doktor neden sürekli elindeki kurşun kalemlerin tepesini kemirsin ki? Görmediniz mi? Masanın üzerindeki kalemlik, tepeleri saçaklanmış ölü kurşun kalemlerle dolu.
Odanın beyazı gözlerimi kamaştırıyor. Gözlerinin akı yeşilini yiyor. Kıt kıt… Bem… beyaz. Tek beyaz desek mesela. İlla anlamı kuvvetlendirelim. Kupkuvvetli olsun. Sapsade olmasın. “Niye sırıtıyorsun” dedi deli. Depdeli, sende.
Ne demiştim. Haa… Bembeyaz bir odadayız. Etrafta birlikteliğimize şahit olacak bir şeyler arıyorum. Odayı kaplayan insansı varlığımız olmasa ıstırap çeken ruhlarla dolu olduğuna yemin edebilirim. Beyaz pijamamla sırıtırken yakalanıyorum. Niye gülüyorsun?
-Hiiiç…
Gülmeyeyim de ağlayayım mı? Oysa ben sadece sırıtıyorum. Kafama bir şaplak, “Hiç” ne ya? Hasta mısın sen? Kim ben mi? Sen kendine bak. Beyaz hasta pijamasını giyen kim. Kim giydirdi lan bu pijamayı? Hastalara yakışır beyaz. Altı da üstü de aynı beyazlıkta. Bu pijamanın mavi çizgileri nerede. Onu da mı aldınız? Bel lastiğinin üzerine doğru taşmış donum bile beyaz. Şu küt burunlu beyaz takunyaları çıkarsam. Çıkarmam. Neden? Parmaklarım. Ne olmuş parmaklarına. Ya onlar da…
-Huzursuzsun?
Ne tekinsiz bir soru. Soru mu değil mi o bile belli değil. İma bu ima.
-Yooo…
Kafama bir şaplak daha. Vurma lan. Tekinsiz soruya gamsız cevap işte. Kendimi tutmasam. Oooooo….
Sana bir isim vermenin zamanı geldi de geçiyor. Oğuz’un Olrik’i gibi. Onun kadar ünlü de olursun belki. Şimdilik üçüncü diyeceğim. Sonra bakarız. Yerimde huzursuzca kımıldanıp boğazımı temizliyorum. İyisi mi direkt karşıya doktorun kahverengi gözlerine bakmak. Yeşil değil miydi? O beyazların saldırısından önceydi. Neyse ne, sonuçta odadaki tek renk gözlerimiz değil mi? Bir de beyazlıktan taşan tenimiz. Söylemesen olmazdı. Sinirlerim bozuluyor. Karnımdan boğazıma doğru bir kıkırdama yükseliyor. Dışarı uğramadan tutuyorum. İçim kıkır kıkır. İçimden gülsem kime ne?
Doktorun orta yaşlı saçları şimdiden beyazlamış. Tanıştığımızda bir tane beyaz yoktu. Yüzünde hep eksik bir gülümseme. Kalanını nerede bırakmış? Belki evinde. Akşam evine gittiğinde çocuklarına sarılmadan önce kapının arkasında duran vestiyerden alıp yüzüne takıyordur. Ya da arabasının torpido gözünde saklıyordur. Personalardan bir daha. Belki de böyle doğdu. Nasıl? Eksik gülümsemeli. Bebekken de mi? Olmaz oğlum bebekken insan tam güler tam ağlar.
Bu üçüncü, önümde arkamda dolanıyorken odaklanamıyorum. Adam yok yere beni deli zannedecek. Başımı ellerimin arasına alıyorum. Beyaz kâğıda sıvadığı notlarından aldığı gözleriyle süzüyor. Kupkuşkulu. Süzüm süzüm süzülüyorum. Telaşla ellerimi eski yerlerine, bacaklarımın üzerine bırakıyorum. Yüzümde her zamanki ifadesiz bakış. Bu bakışı edinebilmek için çok uğraştım. Her türlü ifadenin üzerine anlam yüklendiği beyaz bir anlamsızlığın ortasında en ufak mimik oynaması bile başa bela. Ne cümle ama. Dikkatimi toplamalıyım. Ne de olsa bir amacım var.
Doktorun üzerinde beyaz bir önlük, doktorlara yaraşır cinsten. İçindeki gömlek, pantolon, çoraplar beyaz. Donu dışarı taşmamış. Beyazlığını bize lütfetmiyor. Bu kadar beyazlığın içinde küçücük bir donun ne anlamı var ki? İçimdeki ben kıkırdıyor. Bıraksam kahkahayı basacak. Tepesine yumruğu yapıştırıyorum sus pus oluyor. Dikkatimi yine doktorun üzerinde topluyorum. Sandalyesinde dimdik oturmuş omuzları eğik. Ciddiyetini elinde tuttuğu defterden alıyor. Bakışıyoruz. Sayfalar beni içine çekiyor. Tam da şu an açık sayfalardan havalanan, uçuşan harflerin peşine takılsam. Allah ne verdiyse; Tanrı mı desem? Artık beni buraya kim koyduysa. Uçsuz bucaksız diyarlara kanat açsak. Seni bırakmam sen de geleceksin üçüncü. Ben en çok ‘Y’yi seviyorum. Yorulunca içine girip oturabilirim. Ya sen? İrkiliyorum. İçimi apansız bir korku sarıyor. Yolculuk iyi de, ya çok uzaklarda bir yerlerde kalırsam. Ya o ‘V’ beni içine hapsederse ya da ‘T’ kafama tokmak gibi inerse. Gülme şerefsiz. Üçüncü değil misin?
Offf! Bu beyazlık.
Sağ bacağını sol bacağının üzerine atıyor. İnsanoğlunun en tuhaf oturuşu. Üstte ve boşta kalan ayak her zaman boşluğun görünmez ritminde sallanır. Sallanıyor. Ayağında beyaz, bez bir ayakkabı; takunyaların nerde doktor? Giymeye fırsat bulamamıştır. Belki karısını öperken yatağının rengarenk örtülerinin altında fazla oyalanmıştır. Ne hinsin. Bugün başka bir hal var sende doktor. Bacağın ritmi artıyor. Sessizlik. Boğuluyor. Ne mızmızsın. Ya korkuyor ya boğuluyorsun. Sen çok yüzlendin üçüncü. Düşündüm de bu hayaline isim takma işi pek iyiymiş. Sait Faik de yapmıştı bunu dimi? Ben de üçüncüyle öyküler yazarım belki. Kim okuyacak, sen ve ben.
Bacak değiştiriyor. Sol bacak boşlukta. Elinde dişlenmeye hazır yepyeni bir kalem. Sallanıyor. Sallanıyoruz. Bir öne bir arkaya. Hah şöyle ritme kaptır kendini. Belki kapıldığım onun sol ayağının yarattığı rüzgârdır. Ellerim, hafifçe iki yana ayrılmış bacaklarımın üzerinde. Nereye konacaklarını bilemeden duruyorlar. Ne zalim bir çaresizlik. Zayıf bedenim dizlerime doğru eğik ama başım dik. Hem eğik olup hem başını dik tutamazsın. Yer çekimine aykırı. Sus be üçüncü, aklım beyazlığın bulutsu dumanında tütüyor. Sallanıyorum. Sallanıyoruz. Rüzgâr esiyor. Rüzgârı sırtıma alıp sandalyenin soğuk demirden arkalığına yaslanıp o an hatırlamış gibi,
-Niye, diyorum.
-Ne niye, diyor sakince, gözlerini defterden ayırmadan. Bekliyorum. Sessizliğime dayanamayıp kafasını kaldırıyor. Sırtını sandalyesinin soğuk, demirden arkalığına yaslıyor.
İşte başlıyoruz. Ziller çalsın, perde açılsın. Kuralını kimin koyduğu belli olmayan bu kedi fare oyunu başlasın. Başımla elini işaret ediyorum.
-Yazmak yerine niye kalemleri dişliyorsunuz?
Gözlerini elindekine doğru belertip birkaç saniye düşünüyor. Soruma cevap vermek yerine bakışlarını yüzüme dikip,
-Bugün nasıl hissediyorsun, diyor.
Bakıyorum. Bön bön. Yine aynı safsata. Bombok diyorum içimden. Dünden daha iyi, önceki günden daha kötü değilim, yarın ne olacağım ise aşikâr. Ayrıca iyi hissetsem bu lanet beyazlığın içinde ne işim var? Gelmeden önce biraz iyiydim ama bu soğuk beyazlık içimdeki bazı duyguları uyandırdı. İyi olmayanları.
-Biraz daha iyiyim, diye yalan söylüyorum. Attığım yalana hemen tutunuyor. Ona malzeme vermesem işini yapamayacak.
-Neye göre daha iyisin, diyor.
-Ne zamandır, diyorum. Gözlerimi açıkta kalan maviliğe dikerek. Hani yeşildi? Bir ara da kahverengiydi; ne olacak? Sinek kovalar gibi kovalıyorum üçüncüyü. Aklımı dağıtmasına izin veremem. Yoksa bu beyazlık bizi içine alıp öğütecek sonra tükürüp kim bilir nereye fırlatacak? Her yerde fısıltılar…Diğerleri sıkıldı. Onları ne kadar daha görmezden gelebilirim bilmiyorum.
-Ne, ne zamandır?
Karşıma ilk oturduğu andaki kadar sakin.
-Yani elinizdeki şeyi, tekrar başımla işaret ediyorum. Ne zamandan beri kemirip duruyorsunuz? Bu illet ne zaman başladı? Öne doğru eğilip sesime esrarengiz bir hava vererek fısıldıyorum. Yani bugüne kadar kaç tane leşiniz oldu da diyebiliriz.
Yüzünü ekşiterek elindeki kaleme bakıyor. Bu sefer uzun uzun düşünüyor. Hiç acelem yok. Kıpır kıpır. Bacağının üstündeki beyaz pantolon dalgalanıyor. Sıkılmış gibi bacak değiştiriyor. Yine sağ bacak. Onun rüzgârını hiç sevmiyorum. Sağ elle yemek ye, sol ele şaplak, kolalı masa örtüsüne yayılan yağlı su. Sağ elle yazılır, kafaya şaplak, mavimsi çizgiler içine gömülen yüzüm. Sağ ayakla dışarı çıkılır. Kaç kere söyleyeceğim, salak mısın? Bu çocuk aynı sana benziyor. Kapı arası bağırışlar. Gir içeri çık dışarı. Sallıyor, dalgalanıyor, sallıyor, yüzüme rüzgârı çarpıyor, sallıyor, dalgalanıyor, nefes… Demeyeceğim sana koz vermeyeceğim üçüncü. Bekliyorum. Nihayet;
-Çocukluğumdan beri, diyor.
Sözleri, beyaz odadaki buz gibi sessizliği bıçak gibi kesiyor. Ortalığa kristal buz parçaları dağılıyor. Kucağındaki defterin sayfaları havalanıyor. Bakışıyoruz. Sert restleşmeler geçiyor yüzümüzden. Verdiği cevabın üzerimdeki etkisini tartar gibi gözlerini yüzüme dikiyor. Yüzü kıpırtısız, sağ tarafında göz çukurunun tam yanında bir kas seğiriyor. Al işte cevap verdim. Şimdi ne yapacaksın der gibi gözlerini hafifçe kırpıştırıyor. Soru işaretleri yayılıyor her yana. Bakışıyoruz. Zamanın akışkanlığının girdabına kapılmış dönüp duruyoruz. İçimden bir şeyler yükseliyor. Midem bulanıyor. Hayır, yükselen benim. Gözlerimi yüzünden ayırmadan omuzlarımı dikleştiriyorum. Sandalyenin sert demirlerini sırtımda, sağ bacağımı sol bacağımın üzerine atıp ellerimi dizlerimde birleştiriyorum. Başımı kaldırıp boynumu yukarı doğru uzatıyorum. Dudaklarımı büküp
– Hımmm, demek çocukluğunuzdan beri, diyorum.
Kalan buzlar da kırılıyor. Odadaki ruhlar saklandıkları deliklerden çıkıp delicesine el çırpıyorlar. Sevinç nidaları atarak sandalyelerimizin etrafında dans ediyorlar. Ortalığı serin bir hava kaplıyor. Açık pencereyi örten beyaz perde havalanıyor. Kulağıma doğru eğilip “Sonunda başardın, konuşturdun doktoru” diyor. Şaplağın yerini sırtımı sıvazlayan eller alıyor. Biri hınzırca omuzuma vuruyor. Kutlamaları kıvançla henüz kabul etmeye başlamışken sesini duyuyorum. Biraz endişeli belki de sinirli, etrafımızı saran kargaşadan pek anlayamıyorum. Sesi kulağıma uzaktan geliyor. Kapalı bir fanusun içinden konuşuyor gibi yankılı. Oysa sadece iki kol boyu uzağımda.
-İyi misin? Beni duyuyor musun?
Kimin sorusu bu?
Üçüncü fısıldıyor. Sana soruyor. İstifimi bozmadan elimdeki hayali, beyaz kalemi kemirerek tekrarlıyorum.
– Demek çocukluğunuzdan beri.
Bu sefer hımmm yok. Hımı sokaktan geçen eskiciye verdim. Kafamı bozarsan seni de veririm. Eskicinin bir dudağı yerde bir dudağı gökte. Kafasında mavi bir leğen. Korkuyorum. Bodrumdaki karanlık odadan da.
Toparlanmalıyım. Hazır yola gelmişken. Fırsatı kaçıramam. Kontrolü elden bırakmamalıyım. Ruhlara sitem dolu bakışlarımı çeviriyorum. Odayı buz gibi bir sessizlik sarıyor. Bakışlarımla anlatabiliyorum her şeyi. Ananem gibi. O nereden çıktı şimdi? Benliğimin kilitlememe izin vermedikleri çekmecelerinden. Bıraksalar unutacağım. Ama bırakmazlar. Akıllılarla az delilerin, az delilerle çok delilerin savaşı.
Bırak mızmızlanmayı. Bu sefer haklısın üçüncü. Sırtımı dikleştiriyorum. Sandalyenin ön ayakları havaya kalkıyor. Neredeyse devrileceğim. Her şey denge diyorum içimden, her şey denge. Şu lanet sandalyenin iki bacağının üzerindeki çizgiyi aşmamak bile. Dengeyi bir kere buldun mu asla kaybetmeyeceksin. Yoksa yandın, sittin sene kendine gelemezsin. Sandalyenin üzerinde hafifçe yaylanıp derin bir nefes alıyorum. Dengemi yüzüme alıp sırıtıyorum. Ciddi olup sırıtmak çok zor ama gayret ediyorum.
-Her şey denge, diyorum.
Kaşlarını kaldırıp karanlık bir ormana bakar gibi beni süzüyor. Göz bebeklerindeki damarlar dallanıp budaklanıp kanlı canlı bir ormana dönüşüyor. Biraz daha baksam ormanın derinliklerine çekileceğimden korkuyorum. Bununla mücadele etmeliyim. Nihayet hareket ediyor. Sağ elindeki kalemi dişlerinden uzaklaştırıp sol eline alıyor, sağ elimdeki kalemi sol elime alıyorum. Ellerini bacaklarının üzerine koyuyor, ellerimi bacaklarımın üzerine koyuyorum. Sol bacağı diğer bacağın üzerine devinim yaparken çok rahat. Aynı rahatlıkla yapabilecek miyim? Hooop sol bacak sağın üstünde. Üstteki bacak pencereden gelen esintiyle uyumlu usulca sallanıyor, Sallanıyoruz. Birbirimizin kusursuz yansımasıyız. Bakışlarımız kenetleniyor. Dengemi korumaya çalışarak yerimden hafifçe doğruluyorum.
-Bir yere mi gidiyorsun? diyor.
Hala fark etmemesi beni gücendiriyor. Hayır. Güçlendiriyor. İç içe geçmiş holohoplar gibiyiz. Kendi eksenimizde dönüyoruz. Ben ve o, o ve ben. Boğazım kuruyor. Bu kadar harekete alışkın değilim. Ruhlarımız boyutsal, gri bir evrenin aydınlığında yer değiştiriyor. Değişim devam ederken ayaklanmamalıydım. Aceleci davrandım. Olsun, eninde sonunda kabullenecek. Vakit kaybı niye? Eninde sonunda olacak olana karşı direnç göstermek, niye? Güç dengesinin değişmesi canını sıkıyor olabilir. Öyleyse bile renk vermiyor. Aynı mimikler, aynı kuşkulu bakışlar. Ben doktorunum edası. Geç bunları geç. O günler saniyeler evvel geride kaldı. Senin de kırılmışlıkların var. Karşımızda küçük dünyaları yaratmış bir edayla otururken zihninin ardındakileri görmediğimizi sanma. Ruhlar onayladıklarını gösterircesine coşuyorlar. Hepsinin bir hikâyesi… Travmalar. Kahrolsun çocukluk sendromları. Bu onların da zaferi.
Kaşları yukarı kalkıyor. Şüphelendi. Yavaşla. Taşlar yerine oturmadan fazla rahatlama. Üçüncünün fısıldayan sesiyle doktorun kolundaki saatten havalanan saniyeler yavaşlıyor. İşaret parmağım dudaklarımda, diğerlerini susturuyorum. Kutlamalar için daha zaman var. Zamanın akışı terse dönüyor. Genzimi temizliyorum. Sesime kalın, pürüzsüz, otoriter bir ton vermeye çalışıyorum. Hayır. Uğraşmıyorum. Kendiliğinden oluveriyor. Odada çıt çıkmıyor. Diğerleri merakla izliyor. Ben matador. Elimdeki görünmez kırmızıyı sallıyorum. Rüzgâr, tülü havalandırıyor. Sıcak yarılıyor. Karşı koyamadığım bir güç beni sandalyenin dışın itiyor. Ayağa kalkıyorum. Başımı dikleştirerek, yüzüne doğru elimi uzatıyorum.
-Tanışalım, ben sizin yeni doktorunuzum.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.