9-13-2014 22-44-44_004bwK
Nilar Gök

İZMARİT

“Sigara izmaritlerini sakladım, sırf dudakların değdiği için kutsal saydım onları.”

                                                                                                                                                                                     S.Zweig

 

Çocukluğuma dair hatırladıklarım, zihnimi ne kadar zorlarsam zorlayayım beş yaşından öteye gidemiyor ne yazık ki. En eski olanlar dâhil, kendimi önemli biri hissettiğim, sevildiğime inandığım en ufak bir anım bile yok. Belki de dünyanın adil bir yer olduğuna inanıp hayata sıkıca bağlanmama neden olacak ‘şey’ bu bir türlü hatırlayamadığım ilk beş yıldadır. Eğer öyleyse ve unuttuysam yazıklar olsun bana! Hatırlayabilseydim, kim bilir belki de şimdi bambaşka bir hayatım olurdu.

Öz anam ve babamla birlikte; benim bir, ablamın da dört yaşına girdiği yaz gelmişiz Adıyaman’dan Aydın’a. Anamlar dört yaz üst üste aynı tüccarın tarlalarında tütün kırıp dizme işinde çalışmışlar. Biz de ablamla yanlarında, toz toprak içinde debelenip dururmuşuz. Burada hep beraber zor koşullarda yazı geçirsek de kışın memlekete döndüğümüzde aç kalıp ele güne muhtaç olmuyormuşuz. Diğer işçiler gibi biz de çadırlarda kalıp ovanın zenginliğinin cömertliğinden nasibimizi alarak, kavun, karpuz, üzüm, peynir, ekmek, zeytin artık ne bulursak yermişiz.
Son yaz, anam sekiz yaşına basan ablamı da aldı ve iki sezondur gizliden seviştiği, yine onlar gibi her sene tütüne gelen Batmanlı genç bir adam olan Ramazan ağabey ile kaçtı. Anamın kaçtığı günü çok net hatırlıyorum. İşte bu benim ilk anımdır.
Beş yaşıma gireli üç ay olmuştu. Yaz bitmiş, güz ortasını geçmiştik bile. Artık tütün işi bittiği için yavaş yavaş çadırlar sökülüyor ve işçiler gruplar halinde memleketlerine dönüyordu.
Dün gece uyumadan önce babam, sabah erkenden kalkıp Adıyaman’a dönüş bileti almak için kasabaya ineceğini söylemişti anneme. Dediği gibi de erkenden kalkıp gitti. O çıkar çıkmaz annem, yanımda yatan ablamı dürtükleyerek uyandırdı. Yanına belli ki geceden hazır ettiği, basma kumaştan diktiği çıkınını aldı. Babamın yastığının altından, yaz başından beri biriktirdikleri bir tomar parayı alarak göğsüne sokuşturdu. Koşarak çadırdan çıktılar.
Arkalarından ayağımı sürüyerek zar zor dışarı çıktım. Dışarıda sabah ayazı insanın yüzünü yalıyordu. Az ötede annem Ramazan ağabey ile konuşuyordu. Bir yandan da ablam bağırarak ağlıyor, çadıra geri dönmek istiyordu. Anam kolunu sıkıştırdı kaçmasın diye. Sonra Ramazan ağabey ablama bir tokat attı. Ablam o an annemin elinden kurtulup koşarak çadıra geldi. Gündüz gece elinden düşürmediği, oynamak için çok can attığım ama bir kere bile elletmediği güzelim bez bebeğini yorganının arasından alıp bağrına bastı. Annem de arkasından onu almaya geldi. Sarıldı ablama.
Beni de alsın diye kollarımı kaldırdım ona doğru. Hiç bakmadı benden yana. İkisi tekrar el ele Ramazan ağabeyin yanına döndüler. Barıştıkları her hallerinden belliydi. Artık ablam ağlamıyordu hatta yüzünde tatlı bir tebessüm bile vardı diyebilirim. Annem çadırın önünde olduğumu fark etmedi herhalde, yoksa son defa bana sıkıca sarılırdı diye düşünüyorum. Sonra üçü de arkalarına bile bakmadan, Ramazan ağabeyin kırmızı Toros’una binip gittiler.
Babamla beni ardında bırakıp kaçtığı günden sonra, bazı zamanlarda rüyalarımda beni de şefkatle kucakladığını ve yanında götürdüğünü ya da son bir defa, veda edercesine, sımsıkı sarılıp öptüğünü görürdüm.
Bu tatlı hayal bir süre mutlu etti beni. Unuttum gitti sonra.
Annemin Ramazan ağabey ile kaçtığı, akşam babam kasabadan dönünce anlaşıldı. Anamı ve ablamı ortalarda göremeyen babam işçilere, köylülere sordu soruşturdu. Köye, ovaya, çadırlara, dere yatağına baktılar. Hiçbir yerde yoktu anam ve ablam. Sonra Ramazan ağabeyin de ortada olmadığı anlaşılınca herkes olanları tahmin etti. Kırmızı Toros’a bindiğini köyün içinden başka görenler de olmuş. Onlar anlattı babama her şeyi. Olayı anlayan, yastığın altında parayı bulamayan babam, incir ağacının dibine, sararmış ısırganların yanına çöküverdi. Özensizce sardığı sigaralarından birini yaktı. “Gitti bilet parası” diye sızlanıyordu. Sonra kalkıp dayı başı dediğimiz adamın yazıhane gibi kullandığı barakaya doğru yürüdü. Bana dönüp de bakmadı bile. O gidişi, babamı son görüşüm oldu.
Ertesi sabah uyandığımda yoktu babam. Çekip gitmişti beni burada tek başıma bırakıp. Çaresizce çadırın içinde beklemiştim gece yarısına kadar belki gelir diye.
Sonradan anlattılar bana. Hem bedenen hem de zihnen kusurlarla doğduğum için sevilmeye, sahiplenilmeye, merhamet edilmeye layık bir çocuk değil de daha çok ayak bağı bir mahlûk olarak görmüş beni. Kara saçlarım, kara gözlerim de anam kahpesini hatırlattığı için gözünün önünden uzak tutmak istercesine, evlatlık olarak dayı başı dedikleri adama on paraya satmış. Son bir kez pavyona gidip gönlünce yemiş o parayı da. Sonra da çekip gitmiş. Küsmüş gayrı Aydın’a da tütüne de. Gelmedi bir daha buralara. Gidip anamı da aramamış ardına düşüp öyle diyorlar.
Şimdi düşününce, üstünden seneler geçmiş de olsa annemin yüzü çok net hafızamdadır. Upuzun, kapkara, hep sağ omzundan sarkıttığı örgüsü, burnunda gümüş hızması, incecik kaşları, kıvrık kirpikleri, kahkahası. Ancak bende babama dair hiçbir şey yok. Anamı belki zamanla affeder miyim bilmem ama babamı ölsem de bağışlamam. Sildim gitti onu.
Aslında pek de istemedi, sevmedi dayı başı beni baştan beri. Ancak bir tanecik nazlı hanımını kıramadı. On yedi senedir bir türlü tohum tutamayan kadın, kendi gibi eksik, kusurlu saydığı benceğizi çok sevdi, bağrına bastı. İşte buradan sonrası apaydınlık, tazecik aklımda. Analığım misler gibi baktı bana. Önce sıcacık yıkadı beni. Tertemiz giydirdi. Belki de doğduğumdan beri hiç taranmamış, okşanmamış, bakımsızlıktan bitlenip keçeleşmiş saçlarımı öyle bir seve okşaya taradı ki ipek gibi oldular, inanmazsınız. Uçlarına kırmızı, pembe ipler bağladı. Kendi elleriyle ördüğü yün elbiseleri giydirip elimden tutup çarşı pazar gezdirdi. Şaşılığım, topallığım, ahmaklığım bile geçmişti sanki sevilmekten. Denize götürdüler beni bir kere. Ablamın bebeğinden onlarca kat güzel bebeklerim oldu. Reçeller, börekler, muhallebiler, sarmalar, dondurmalar, köftelerle beslediler.
Şansım yokmuş ki ölüverdi zavallıcık ben daha yedime girmeden. Böylece ömrümde sadece iki yıl okşanan talihsiz başım yine bir anda sahipsiz kaldı.
Dayı başı çok sevdiği karısının vefatının daha senesi dolmadan ikinci analığım ile evlendi. Gülbahar anam beni evde, gözünün önünde hiç istemedi. Haklıydı da biraz. Üzüntüden, bakımsızlıktan, sevgisizlikten kusurlarım iyice göze batar olmuştu. Ucubeye dönmüştüm. Bütün gün bir köşede oturup gözlerimi dikerek analığıma bakıyordum, gelir de belki başımı okşar diye. O ise beni üvey babama şikâyet ediyor, sürekli onu takip ediyor olmamın kendisini korkuttuğunu söylüyordu. Annesi de beni hiç sevmezdi. Ne zaman ziyarete gelse “Tövbe Estağfurullah” çeker, benden yana tükürürdü.
Gülbahar annem üçüzlere gebe kalınca hiç iş göremez oldu, annesi de temelli bizim yanımıza yerleşti. Rahmetli analığımın sarı fistolarla süslediği, tertemiz sabun kokan yatağımı, sandık sepet konulan bodrum kattaki odaya taşıdılar. Boşalan odamı da Gülbahar’ın anasına verdiler. Böylece göz önünden kalkmış oldum. Gözleri görmeyince benimle uğraşmaktan vazgeçerler sanmıştım, yanılmışım. Hamilelik ilerledikçe dayı başı, Gülbahar’ın nazı ve kaynanasının baskısı altında kaldı.
Bir gün kaynanası “Bu yılan kız sinsi bakışlarıyla çocukları düşürtecek benim yavruma” diyerek zaten beni baştan beri pek de hazzetmeyen dayı başının aklına girdi. Elbirliğiyle evden kovdular böylece. Evden ayrılmış olsam da uğursuzluğum ardımda kalmış olmalı ki gününden önce doğan üçüzlerden sadece biri yaşadı.
Evden ayrılmayı pek dert etmedim açıkçası, zaten hava sıcaktı, mevsim yazdı. Tütün vakti gelmişti. Hem küçüklükten beridir ovada yatmaya da alışkındım. Tütün işleyenlerle beraber tarlada, çadırda yatıp kalktım bütün yaz. Güz sonunda kış soğuğu bastırmaya yakın tütün işi bitti, çadırlar söküldü.
Analığı tadınca önce yumuşayan, sonra da iki evlat acısıyla yara alan Gülsüm ananın yüreği, bana karşı da azcık merhametle doldu. Belki de beni uğursuz saydığı için gelecek günlerde yapabileceklerimden korktu ve iyi geçinmeye karar verdi, kim bilir. Kışın yakında bastıracağını, ev uygun olmasa da gelip avluya çattıkları kulübede yaşayabileceğimi söyledi. Kabul ettim mecbur, yoksa kış günü nerede kalacaktım. İçine yakacak atınca kıpkırmızı kesilen teneke bir soba, rengi ağarmış, sarı fisto çarşaflı yatak, üzerinde bir gün öncenin artık yemeklerini hayvani bir iştahla yediğim, tabureden bozma bir masa dışında başka eşyam yoktu. Dört beş sene bu düzende, yazın tarlada, kışın kulübemde yaşadım gitti.
On iki yaşıma bastığımda, doğru düzgün bir eğitim almadığım için henüz tam anlamıyla okuma yazmayı bilmiyor, hesap kitap yapamıyordum. Ancak yaz mevsimlerinde farklı birçok insanla aynı ortamı paylaşmak, seneler süren suskunluğumu bitirdi. Güzel bir şekilde konuşabilme, derdini anlatabilme yetisi kazandım. İnsanların gözünde acınası, muhtaç bir zavallı değil, lafı sözü dinlenir biriydim artık. Küçük yaştan beri önemsenmemek, kimseyi önemsememeyi öğretti bana. Geçmişten intikam almak, büyüdükçe daha da belirginleşen fiziksel kusurlarımı örtmek adına, abartılı bir ukala oldum çıktım.
Her şey bir yana tütün işlemede ustaydım. Bu da bana güç veriyordu. Elim çok hızlı ve düzgündü. Ayağım da aksamasa yetişen olmazdı. Dayı başı bile bana bu konuda güveniyor, işçilerin tepesine gözcü koyuyordu beni. Zaman geçip iyice güçlendikçe bir nevi hanım ağa rolüne bürünüp çalışanları itip kakmaya, hor görmeye başladım. Kendimi önemli biri gibi hissediyordum böyle davranınca. İyice başına buyruk oldum. Tütün artık benim hayatım, yaşama amacım olmuştu. Tütünle yattım, tütünle kalktım. Tütün koktu hep saçlarım, ellerim, eteklerim. Yine tütün kokan erkeklerde bıraktım çocukluğumu, kızlığımı.
Az daha palazlanınca dayı başının evinden temelli ayrıldım. Kasabanın çıkışında bir dam uydurdum kendime. Önünde de bir avuç toprak, sebze mebze ektim. Canım istediğinde, param bittiğinde çalıştım, günlük işlere girdim kışları. Kasaba doktorunun muayenehanesinde hademelik ettim, inşaata bekçilik, mağazada şoförlük. Yazları yine tütün işledim. Böyle böyle kırk beş yaşına geldim.
Kara saçlarımı daima anamınki gibi ördüm ve bir omzumdan da aşağı sallandırdım mutlaka. Ağzımda da babam gibi illa özensizce sarılmış bir sigara ve bolca da küfür oldu.
Sigara içmeye sanki doğduğumda başlamışım gibi geliyor, ilk çektiğim nefesi hiç hatırlamıyorum. Oysa izmarit yemeye başladığım gün, dün gibi aklımda; işte o yaz, ilk sevdalandığım oğlanın, dizilen tütünleri taşıyan traktörle beraber, yardan aşağı yuvarlanıp paramparça olduğu yaz. Beyninin, yarın kenarında arsızca büyüyen yaban kekiklerine kadar saçıldığı yaz. Kaç gün gittim geldim ben bilirim. Tek tek ellerimle toplayıp toprak bir testide biriktirdim parçaları. Sonra da neredeyse başsız kalmış bedenini gömdükleri toprağa gömdüm kabıyla beraber hepsini.
Yaz boyu, kaç gece yalnız ya da bir başka erkekle çadırımda çıplak yatarken “Ne olur ki gidip girsem şimdi koynuna” diye düşlediğim erkeğin, tütünleri kırarken, bazen kaçamak, bazen aleni olarak seyrettiğim o güzelim siyah saçlı başı dağılmıştı. Gözümü açsam da kapatsam da o başsız gövde, o gövdesiz parçalanmış baş kaybolmuyordu bir türlü hayalimden.
Testiyle beraber sanki kendi aklımın da ruhumun da bir kısmını gömdüm o toprağa. İçim bomboş bir karanlık gibiydi. Kâh mezarlıkta kâh kazanın olduğu o uçurumda geçiyordu saatlerim. Yine mezarlıkta huzursuz geçirdiğim, kazadan sonraki üçüncü gecenin sabahı gözümü büyük bir nefretle açtım. Koşa koşa uçuruma gittim. Tüm hırsımla yoldum yarda çıkmış tüm arsız kekikleri, bir tane bile ot bırakmadım. Çiğnedim, tepindim üstlerinde delirmiş gibi.
Sonra aldım başımı gittim. Günlerce çıkmadım ortaya, dağlarda yattım. Haykıra haykıra ağladım. Katıla katıla güldüm. Tam on yedi gün sonra döndüm kasabaya. Gözlerimde daha da parlak anlamsız bir ışıkla.
İyice yedim sonra; kafayı da köküne kadar içtiğim sigarayı da. İlk seferinde incecik kâğıdı, pembe pamuk şekerlerden de tatlı eriyivermişti ağzımda. Dayı başı denen herif, rahmetli analığım sağken bir kere bizi Nazilli’ye güzel bir pastaneye götürmüştü. Orada yumuşacık, kremalı bir pasta yemiştim. Alman pastasıydı adı. Filtresi, o pastanın pandispanyası gibi puf puftu. Tütün ise ömrümce hep bildiğim ekşimsi, ağızda erimeyen, kekremsi bir tattaydı.
İzmarit yemenin lezzetini alınca, şimdi tamamen sigara içmeyi bıraktım. Upuzun kara örgülü saçlarımı savurup belimde eski tülbendimden yaptığım bir torbaya milletin izmaritlerini topluyorum. Ben içmiyorum ya başkalarınınkini topluyorum artık. Kahvehaneler, kafeler, caddeler, sahiller, aranıp duruyorum. Hele o aromalı ince kahverengiler yok mu? Bir külaha üç top dondurma koydurmuş çocuğun zevkiyle bir lokmada yutuyorum. Kıpkırmızı ruj lekelilerini bilhassa hırsla ısırıyorum. Kahpe anamı hatırlatıyor bana. Sarma cigara, Adıyaman işi hep özel anlara sakladığım. Saçaklı kaba tütünlerini günlerce dişlerimin arasında dolandırıp duruyorum.
Başlarda üçtü, beşti. Şimdi nereden baksan günde yirmiyi buluyor yediğim. Kafam kızmışsa o gün, bazen de otuz.
Yaşım oldu kırk beş, dokunur mu ki acaba?
Sahi yarın kasabanın doktoruna sormalı.
“Sigara içmek öldürürse, sigara yemek ne eder adamı?”

(Bu öykü Lento Dergi Şubat 2023 sayısında yayımlanmıştır.)

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir