Senarist, yönetmen CEM BAŞESKİOĞLU ile Sinema Sanatı ve Film Okumaları Üzerine…

Sinema sanatına gönül vermiş biri olarak film okumalarına katılmak istiyordum ancak istediğim gibi bir okuma bulamıyordum. Araştırmaya başladıktan tam on yıl sonra! Cem Hoca ile yollarımız kesişti. Bir taraftan geçen on yıla hayıflanırken, gelecek on yılların umudu ve coşkusu ile yoluma Cem Hoca rehberliğinde devam ediyorum. Ben size öğretmiyorum sadece hatırlatıyorum diyecek kadar büyük bir mütevazılıkla, bakmak ve görmek arasındaki farkı da o kadar iyi aktarıyor ki…

Kendisiyle karşılaştığım andaki  coşku ve mutluluğumu ömrüm boyunca unutmayacağım. Soğukça bir gündü ve üşüyor musunuz diye sorduğumda;

Üşümedim ama ürperdim. Bazen ürpermek güzeldir. Üşümeyi bile özledim sokakta, her şeyi özledim,” cevabıyla öylesine ısıttı ki içimi, bu sıcak ve keyifli söyleşi hiç bitmesin istedim. Kendisine ben ve Panzehir Dergi ekibi adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum…

Hocam sinema sektöründe isim yapmış ünlü kişilerin çok iyi tanıdığı, saygı duyduğu birisiniz, ikinci film gelecek mi ve neden bu kadar beklediniz?

Evet gelecek. Neden beklediğime gelince… Özel TV kanallarından birinin drama müdürü de neden film yapmıyorsunuz, diye sormuştu bana. Dünyanın benim bir filmimi daha hak ettiğini düşünmüyorum diyerek cevap vermiştim ben de. İlk filmimden de acı tecrübelerim vardı ve hayat bana şunu öğretti: İnsan hayal ettiği gibi yapmalı. Hayal ettiğin gibi yapmadığın zaman kendi dünyana ihanet etmeye başlıyorsun ve o güzel yapı zedelenmeye başlıyor. Pasolini’nin Decameron’da çok güzel bir repliği var:

Sanatçı neden yaratır? Yaratmayı düşlemenin güzelliği varken…”

Pasolini'nin katili kim

Sanatçı düşlediğini yaratabilecekse yapsın. Ama üçüncü dünya ülkesi burası. İnsanların sanattan daha önemli zannettikleri kaygıları var. Bir an önce paraya dönsün istiyorlar. Şunu anlamıyorlar; iyi bir film asla zarar etmez. Belki o yaz, o kış para kazandırmaz ama sonraki elli yıl boyunca kazandırır. Hatta o yaz kazandırabileceğinden daha fazlasını kazandırır. Bunu anlamıyorlar. Biraz abur cubur bir kültür var. Sanatta da, sinema sektöründe de öyle. Etliye, sütlüye dokunmayan filmler yapılıyor. Ben ona gibi sinema diyorum. Sosyal meselelere eğildiklerini sanıyorlar. Hiçbir şeye eğildikleri yok. Zaten şuna inanıyorum. Bazı yönetmen ve yapımcılar, yaptıkları  filmler birilerini rahatsız etmediği için  hala bu ülkede film yapmaya devam edebiliyorlar.

Benim orada büyük bir riskim var, sanatsal kaliteden taviz vermiyorum. Hayatım boyunca hep hayali hakikatten ayırt edilemeyecek bir yakınlığa çekmeye çalıştım. Asla yaşadıklarımı yazmam, ama yazdığım her şey insanlara bu gerçekten yaşandı mı hissini vermeli. Kurguyu hakikat zannedebilecek kadar hakiki yazmak. İşte o noktaya ulaştığında da yaptıkların insanları korkutmaya başlıyor. Çünkü insanların sinemada görmek istedikleri şey hakikat değildir. Hakikat insanları rahatsız eder. Gibi gerçeklikten bahsetmiyorum, hakikatten bahsediyorum.

İnsanların hayatını değiştirmeyecekse bir kitap yazmanın, film yapmanın çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Sinemanın eğlencelik olduğunu düşünmüyorum.

Hiç kitabım yok, on beş yıl önce çektiğim bir tane filmim var, Sen Ne Dilersen. Ama garip bir şekilde beni pek çok insan takip ediyor.  Hatta bir takipçim bana Türkiye’nin, kitabı olmayan en ünlü yazarısınız demişti.

 

Sanat hayattan bağımsız değil, tıpkı hayatın sanattan bağımsız olmadığı gibi. Nefes almazsak, yemek yemezsek, su içmezsek yaşayamayız. O zaman sanat yaptığımızda da; onsuz yapamayacağımız kadar değerli bir hale getirmemiz gerektiğine inanıyorum. Yani nasıl yemek yemeden yaşayamıyorsak, onsuz yaşayabildiğimiz hiçbir sanatı umursamıyorum. Van Gogh’un bir lafı var: “ Tanrı dünyayı eksik yarattı, sanatçı tamamladı.” Tanrının eksik yarattığını tamamlayacaksa sanat yapmalı. Herkes sanat yapmamalı. Dürüstlük yok, olmamış demiyor hiç kimse. Bu dünyanın sanat yapmayan, yaptığı işi iyi yapan, merhametli, şefkatli, dürüstçe yapan bir sürü insana da ihtiyacı var.

Merhamet projenizden bahsedebilir misiniz?

Önce romanı çıkacak, sonra filme çekilecek. Benim orada anlattıklarımı dönem filmi zannediyorlar, değil. Filmin her anı sana merhamet duygusunu hissettirmeye çalışıyor.

Filmimi izleyenlerin duygulanıp duygulanmadıklarını merak ediyorum. Çünkü anlamadıkları bir sebeple ve neden olduğunu bilmeden ikinci sahneden itibaren ağlamaya başlamalarını istiyorum. O insanları bir duyguya sokmak, bir şey olmuyor, niye ağlıyorum dedirtmek istiyorum. Bir şey olmuyor… Hiç ajitasyon yok. Hatta ekstra sert sahneler, duygusuz yazılmış sahneler var. Ama işin içine kamera girdiği anda bu işin seviyesi yükselecekse yazacaksın.

 

Söyleşimiz devam ederken çok etkilenmiş olacak ki bir karga geldi yanımıza… Belli ki bir sürprizi olacak bizlere. Bekleyip göreceğiz…:)

Dönüştürmek. Merhamet dönüştürme projemin bir parçası. Adana’da ders verecektim. Ders başladı, birdenbire salonun kapısı açıldı ve içeriye sekiz kişilik bir kadın gurubu girdi. Tabi herkes dönüp baktı.

“Çok üzgünüz, biz Nevşehir’den geliyoruz, geç kaldık, girebilir miyiz?” dediler. “Nevşehir’den beni mi dinlemeye geldiniz?” dedim.  “Evet, sizi çok seviyoruz. Bizim oralara gelmeyeceğinizi duyduğumuz için buralara geldik.” dediler.

İnanması zor belki ama sekiz tane ev kadını Nevşehir’den kalkıp Adana’ya sinema konuşan bir adamı dinlemeye gelmişlerdi. İşte güç bu.

Yaptığım şeyi bir tek kişi anladı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi dansçılarından biri: Mehmet Sander. Hiç tanışmadığımız halde turnelerimde insanların tepkilerinden şöyle bir şey yazdı: “Sizinle gurur duyuyorum. Aslında hepimizin yapması gereken şeyi yapıyorsunuz ve başarıyorsunuz.”

Halkı kazanmak. Bir şey bekleyebilmek için onların dönüşmesi gerekiyor çünkü.  Halkı dışlayan bir sanatın hiçbir yere varabileceğine inanmıyorum. Ben entelektüeller için yazmıyorum, onlar için üretmiyorum. Ben Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Pasolini’yi, Angelopoulos’u sokaktaki adama anlatmak istiyorum. Tek derdim bu.

Farklı tarzlarda da yazıyor musunuz?

Korku, komedi, polisiye de yazıyorum. Disiplinlerin arasındaki farkı anlamak gerek. Bir yazarın tarzı olamaz. Hitchcock’un çok güzel bir lafı vardır: “ Tarz kendinden çalmaktır.”

En son iki yıl önce sahnelenen, Oğlan Bizim Kız Herkesin isimli komedi oyunu çok ilgi gördü.  Tekst komedisi yapılamadığı için absürt komedi diye bir şeye döndüler. Absürt olmasına gerek yok. Hayatın içinde yaratılan komedi yok. Komedi algısı iyice bozuldu ve insanlar tiyatroya gittiklerinde de öyle bir şey bekliyorlar. Tiyatronun o olduğunu zannetmeye başladılar. Tiyatrocuların da çok büyük hatası var. Televizyona, sinemaya öykünüyorlar. Tiyatronun gerçek gücünün iki insan arasında yani sahnedeki insanlarla salondaki insanlar arasında yaratılması gereken bir şey olduğundan uzaklaşıyorlar. Müzikler, efektler, barkovizyonlar vb.

Aslında ilgi çekmek için onlara hiç ihtiyaç yok. Arz talep olarak nitelendirilebilir ama çoğu kişinin de ne talep edeceğini bilmediği kanaatindeyim.

Sanatçı sokağı taklit etmeyecek. Bir ülkede sanat sokağı taklit etmeye başladıysa o ülkede sanat bitmiş demektir. Sokak sanatçıyı izleyecek, sokak sanatçının ne yaptığına bakacak.  Dolayısıyla bizim ülkemizde sanatçının sokağa bakmaya başladığını ve sanatın sokağın gerisinde kaldığına inanıyorum. Onu tekrar öne geçirmenin bir yolunu bulmalıyız ve arada büyük bir ayrım var. Daha da kötü bir durumdayız. Ne sanat sokakla ilgileniyor, ne de sanatçı sokağın ne yaptığıyla ilgileniyor. En fazla yüz bin kişi için yapılan işler bizi ileri götürmez.

Film okumalarınıza ve atölyelerinize katılanları anlattıklarınızla etkiliyor, onların yeni kapılar açmasına vesile oluyorsunuz. Hepimiz şaşkınlık ve mutluluk hissediyoruz. Üstelik toplumun her kesiminden katılım var. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Şaşırtan şey ben değilim. Yaşayan bir insan görmek şaşırtıyor. Etrafta dolaşanlar var. Yani dolaşıyorlar ama yaşamıyorlar. Pasolini’nin şiirinde dediği gibi: “ Bir ölüyüm ben yeryüzünde yürüyüp gidiyorum.” Ne büyük laf. Ne demek bu? Yeryüzünde yürüyüp giden yirmi milyon insan var bu şehirde. Kızılderililer ne güzel der: “Herkes ölür, bazıları yaşar.”

Ölümünün 40. yıldönümü: Pier Paolo Pasolini'yi kim öldürdü? | soL haber

Film okumalarıma katılan biri beni salonunun kapısında bekledi ve “benim her soruma cevap veriyorsunuz” dedi. “Ben erkek berberiyim, okuyamadım, kardeşlerimi okuttum. Ama böyle etkinliklere gelip kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Diğer etkinliklere gittiğimde çekiniyorum, hiçbir şey soramıyorum, söyleyemiyorum. Ama size geldiğimde, öyle bir enerjiniz var ki hiçbir şey bilmiyor olmamın hiçbir önemi olmadığını hissettiriyorsunuz. Sizin yanınıza geldiğimde sormaktan korkmuyorum” dedi.

“Hocam bir şey sorabilir miyim?” dediklerinde şöyle diyorum insanlara:

“Her şeyi sorabilirsiniz ama bana bir şey satmaya kalkmayın. Hele ki başkalarının yazdığı şeyleri (Google, sosyal medya lafları vb).”

Bir de sorun şu: Sizin söylediğiniz şeyleri benim okumamış olma şansım var mı? (gülümsüyorum çünkü gerçekten öyle bir ihtimal yok, bir söyleyip bin öğrendiğimiz bir kişi o)

İçselleştirmeyi sıklıkla vurguluyorsunuz ve siz bunu inanılmaz bir düzeyde gerçekleştirebiliyorsunuz.

Ben acılarımdan kaçmıyorum. Acılarımdan kaçmak yerine acılarımın, dertlerimin, üzüntülerimin gidebileceği yere kadar gidiyorum ve onu tamam ediyorum. Ben ona mükemmel acı diyorum. İnsanlar acıdan korkuyorlar. Üzülmekten korkuyorlar. Her şeyden korkuyorlar.

Film okumalarına ilk başladığımda şöyle diyordum: Şurada gördüğünüz gibi, şurada da şöyle… İnsanların bana anlamsız gözlerle baktığını fark ettim. Ortada bir  tuhaflık vardı. Ben gördüğümü herkesin gördüğünü sanıyordum, ama onların görmediklerini fark ettim.  Kendi kendime nasıl gözlerinin önündeki şeyi görmezler diye düşündüm. O zaman şunu anladım. Bakmakla görmek başka şeyler. O zaman daha büyük bir sorunumuz vardı. İnsanları önce bakmaktan görmeye doğru evriltmek zorundayız. O seminerler de o yüzden başladı zaten: Resim – Sinema, Şiir – Sinema…

Bir sigara ver diyerek doğallığımıza doğallık katan Cem Hoca ile içten, sıcak sohbetimize devam ettik.

John Berger’ın Görme Biçimleri kitabında belirttiği gibi resim – fotoğraf- sinema geçişleri var. Bu geçişi sizden dinlemek isteriz.

Bu konuyla ilgili olarak, yedinci sanatın resimden çaldığı, resim sanatının sinemaya sızdığı bütün bu kayıp parçaları bulmak, anlamlandırmak ve ait oldukları yere yerleştirip sinemasal bir hikaye yazmak üzere  yaptığım Resim ve Sinema atölyeme ilk bakıştan başlıyorum, mağara resimleri yaşadığımız dünyaya ilk bakışımız çünkü. Daha doğrusu ilk bakışımızın başkaları da görsün diye bir forma sokulmuş hali. Çok önemli. Onu arıyorum. Sinema da son sanat dalı. Dolayısıyla o ilk bakışta sinemanın izini ve sinemanın içinde o ilk bakışın dürüstlüğünü ve saflığını arıyorum. Bu kişisel arayışım.

Sinema nedir diye soruyorum:

Sinema resimdir; doğru ama eksik bir bilgi.

Sinema şiirdir; doğru ama eksik bir bilgi.

Sinema müziktir, tiyatrodur, mitolojidir, edebiyattır; doğru ama eksik bir bilgi.

Tüm bunların hepsinin bir toplamıdır; doğru ama eksik bir bilgi.

Sinema aslında, sinema dışında her şeydir. Bu seminerler, her şeyin peşine düştüğümüz, sinemasal bir buluşmadır.

Sinema 20. yüzyılın başında bulundu. Bulunan sinema yapabilme yöntemiydi sadece. Ben sinema yapma isteğinin izini arıyorum. Dolayısıyla tarih boyunca yapılmış eserlere bu gözle bakıyorum. Aslında başka bir şey yapmak istemişler ama ellerindeki buna yetmiş. Her resimde bunu görmüyorum ama bunu gördüğüm resimler var.

Orada belirli başlıklarım var: İlk bakış, yasak oyunlar, öpüşme sahneleri, ölüm (resimsel ölümle sinemasal ölüm arasındaki bağı arıyorum), Adem – Havva, dans …

Sosyal medya ile aranız nasıl?

Sosyal medyanın avantajları da var tabi ve sosyal medyayı en iyi kullanan sanatçılardan biri olduğumu düşünüyorum. Yaşadığım ülkede bana hayal ettiğimi yapabilme alanı yaratılsaydı böyle mi olurdu, bilmiyorum. Ama sosyal medyanın sanata büyük bir güç verdiğini düşünüyorum. O da şu: Sanatla sanatsever arasındaki duvarı kaldırdı ve sanatçının insanlarla direkt kontak kurabilmesini sağladı.

Ancak sosyal medyanın getirdiği bir şey daha var. İnsanlar yayınlananları sadece kendilerinin gördüğünü, kendilerinin fark ettiğini sanıyorlar. Aynı şeyi yüzlerce kişinin paylaştığını görüyorum. Biz de gördük senin gördüğünü. Bir de kopyala yapıştırıcılar var. Alıyorlar, sanki kendileri söylemiş gibi.

Sizin bu söylediklerinizi bulamıyoruz diyorlar. İlk ben söylediğim için olabilir mi diyorum. Herkesin söylediklerini bir yerlerde bulabiliyorlar. Çünkü o söylenen şey zaten intihal. Oradan buradan alınan sözler.

Düşünce ve duygularımı tam ifade edemediğim, kelimelere dökemediğim bir an oldu ve Cem Hoca’dan muhteşem bir yorum daha geldi.

Hayatta sessizlik kadar çok şey anlatan bir şey yoktur. Sessiz insanlar beni her zaman üzmüştür. Bağırıp çağıran, yaygara kopartanlara hiç inanmamışımdır. Gerçek acı o kadar ağır ki hiçbir şey yapamaz hale getirir. O yüzden her şeyi ifade etmemize gerek yok.

Bir de kendilerinin çok iyi insanlar olduğuna kanaat edenler var. Onlara diyorum ki; siz iyi olduğunuzu mu zannediyorsunuz? İyi falan değilsiniz, çünkü sınanmadınız. Yani gayet steril yaşamışlar, gerçek karakterlerini ortaya çıkartacak hiçbir duruma maruz kalmamışlar ve diyorlar ki ben iyi bir insanım. Kierkegaard çok güzel der: “İyi insan yoktur, diğerlerinden daha iyi insan vardır.” İyilik bir özellik değil, dürüstlük bir özellik değil. Bunu sanki artı bir değermiş gibi söylüyorlar.

Cem Hocam, o kadar farklı bakış açılarından gösteriyor ve öğretiyorsunuz ki bu bizler için büyük bir hazine.

Ben öğretmen değil, sadece hatırlatıcıyım. Hepinizin içinde var olan o bakışı, o duyuşu, kendinizin örttüğü, kapattığı o duyguları ya da sistemle, bulunduğunuz sınıfla, bulunduğunuz etnisite ile örtülmüş ama hala içinizde olan şeyleri hatırlatmaya çalışıyorum sadece. O yüzden insanlar bana hatırladıklarını söylediklerinde mutlu oluyorum. İnsanların kendilerine koydukları duvarları yıkmak istiyorum. Gözlerine indirdikleri o perdeleri kaldırmak istiyorum. Her şey orada duruyor, her şey gözümüzün önünde.

Bize araştırabileceğimiz o güne kadar hiç bilmediğimiz, duymadığımız çok güzel doneler de veriyorsunuz. Mesela müziğe de çok düşkün biri olarak en sevdiğim şey o güne kadar hiç duymadığım bir şarkıyı dinlemek ve beğenmek. Bunu sizinle sinema ve müzikte pek çok kez yaşadım.

Lola Flores diyor hoca, Zarah Leander, Maria Tănase diyor. Dinlediğinizde ne büyük eksikmiş hayatımda diyorsunuz değil mi?

Evet sevgili Cem Başeskioğlu aynen öyle, siz olmasaydınız biz yeniden doğamazdık. İyi ki varsınız …

Sedef Ergürbüz – Panzehir Dergi

 

6 thoughts on “CEM BAŞESKİOĞLU ile Sinema Sanatı ve Film Okumaları Üzerine / Sedef Ergürbüz/ Panzehir Söyleşiler

  1. Sema Arslan dedi ki:

    Söyleşi dediğin böyle olur.İçten, sıcak, bilgilendiren ve ufuk açan. Sizi ve değerli konuğunuzu alkışlıyorum.Gereksiz ve abartılı övgülerle dolu olan söyleşilere örnek olmasını dilerim. Sizin nezdinizde Cem Başeskioğlu’na sevgiler, saygılar. Umarım üçüncü söyleşinizi çok beklemeyiz.

    1. Sedef Ergürbüz dedi ki:

      Çok teşekkürler Sema Hanım, üçüncü söyleşimiz de pek yakında sizlerle olacak:)

      1. Birsen Karaloğlu dedi ki:

        Sedefcim şimdi okudun. Çok samimi ve yalın bir söyleşi. Cem Hoca’ya duyduğunuz sevgiyi ve hayranlığı incelikle okurunuza da yansıtmışsınız.

        Cem Bey’in sanata bakışı ve sanatçının sorumluluğu konusundaki düşünceleri özgün var inandırıcı.

        Cem Bey’in çalışmalarının daha çok insana ulaşmasını ve onlara farkındalık kazandırmasını, yol göstermesini diliyorum.

        Size de bu söyleşiyi gerçekleştirdiğiniz için teşekkür ediyorum. Devamını diliyorum.

        Belki bizim için bir film okuması yaparsınız.

        1. panzehir_dergi dedi ki:

          Çok teşekkür ederim Birsen ablacığım. Cem Hoca ile ilgili güzel dileklerinize aynen katılıyorum. Film okuması yapmaya gelince…Umarım bir gün o aşamaya gelebilirim:)Sevgiler…

  2. Alev Turanlı dedi ki:

    Sedefciğim,
    Cem Hoca ile yaptığın bu yaz sıcağında insanın içini serinlendiren bir şurup tadında aynı zamanda hüzün dolu, gerçek bir sanatçının serzenişleri var bu ne yazık ki sinema tarihinde her yönetmenin öyle ya da böyle yaşadığı sorunlar Orson Welles “ Sinema bir eğlence aracı değildir” diye çırpınırken, Antonioni, eleştirilere kendini kapatmak için “ ben kendim için sinema yapıyorum” diyordu. Sinema çok pahalı bir sanat parayı yapumcıdan almak zorundasın o yüzden başkasına bağumlısın onlar da harcadığı paranın tamamının fazlası ile hemen dönmesini bekliyorlar Cem hocanın söylediği gibi elli yılda sürekli kazanmak işlerine gelmiyor o takdirde kaybettikleri faize üzülüyorlar bu yüzden Spilberg hem sanatını kullandı hem paraya çevirdi şimdi yapımcısının kendi olduğu filmler yapıyor. Güzel oluyor ama keşke sadece Cem hocanın dediği gibi kendisi olsaydı çok daha nitelikli sanat filmleri yapsaydı. Durum küresel dünyada böyle iken bizim ülkemiz böyle değerli Sinema Yönetmenlerine çok film yaptırmıyorlar maalesef ama ben onun söylediklerine yürekten katılıyorum. Sevgi ve saygılarımla

    1. Sedef Ergürbüz dedi ki:

      Malesef durumlar böyle Alev Hanım, özellikle de bu yüzden Cem Başeskioğlu gibi değerli sinema emekçilerinin kıymetini daha da bilmek çok önemli ki hep bu şekilde devam etmesin. Sevgiler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir